31 Aralık 2010 Cuma

yassıada mahkemeleri...


YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
 

Prof. Dr. İSA KAYACAN 
27 Mayıs 1960 sabahı radyodaki ses, her zaman haberleri okuyan spikerden farklıydı. Genç bir Albay olan Aparslan Türkeş, ordunun yönetime el koyduğunu duyuruyordu. 10 yıllım DP iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi rafa kaldırılmıştı.
O gün Türkiye için, kendi başbakanını asacak bir dönem başlıyordu. daha önce kimsenin adını duymadığı Yassıada’da yakın tarihin en büyük siyasi davası başladı. Yassıada davalarıyla ilgili çok şey söylendi, yazılıp-çizildi. Ama belgeler üzerindeki değerlendirmelerden uzak kalındı hep.
Aradan 46 yıl geçti. Duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi’nin elinde bulunan belgeleri teslim alan Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, bunları araştırmacılara açtı. Yassıada belgeleri 3 bin 527 ayrı klasörden oluşuyordu. Belge adedi bini geçiyor. Bu konudaki değerlendirmelerden hareketle, Zaman gazetesinde 4-9 Eylül 2006 tarihlerinde, bu tarihler arasında Erdal Şen imzasıyla bilgi ve belgelerin değerlendirildiği haber-yorum ve bilgiler yer aldı. Bu satırların yazarı olarak bendeniz de, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden aldığım bilgi ve belgeler doğrultusunda incelemeler ve değerlendirmeler yaptım.
CEMAL GÜRSEL’İN SANSÜRLENEN MEKTUBU
Demokrat Parti iktidarı 1960 yılı başında zorlanmaya başlamıştı. Öğrenci olayları başta olmak üzere değişik olaylar İktidarı zorlarken, DP iktidarına karşı baskılar artıyordu. 3 Mayıs 1960 tarihine gelindiğinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, Adnan Menderes’e takdim edilmek üzere bir mektup yazıp, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verdi.
Ülkenin içinde bulunduğu durumdan memnun olmadıklarını belirten Cemal Gürsel, önerilerini 15 madde halinde sıralıyordu. 1. maddede Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın istifası isteniyordu. Ve “Cumhurbaşkanlığına sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmeli” deniyordu.
Ethem Menderes mektubu Adnan Menderes’e iletti. Mektup ne basına sızdırılmış, ne de kabine içinde tartışılmıştı. Cemal Gürsel mektubu “muhtıra” olarak kabul etmiş, böyle düşünmüştü.
Kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde darbe geldi. Ülkenin idaresi kısa adı MBK olan, Milli Birlik Komitesine geçti. 24 gün önce, Menderes’e Cumhurbaşkanlığı teklif eden Cemal Gürsel MBK’nın başkanı olmuştu. Gürsel’in ifadesiyle, “milletin çok sevdiği Menderes idamla yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderilmişti. Radyo ve gazetelerde her gün darbenin doğruluğu, haklılığı yönünde haberler yer alıyordu. MBK ihtilali meşru göstermek için, Gürsel’in Ethem Menderes’e gönderdiği mektubu gündeme getirmişti. Mektup 12 Temmuz 1960 tarihli Resim Gazete’de yayınlandı, kamuoyuna duyuruldu. Hem Ethem, hem de Adnan Menderes mektubunu sansürlenerek yayınlandığını farketmişlerdi. Çünkü, Menderes’i öven “ Cumuharbaşkanı olmalıdır” şeklindeki ifadeler Resmi Gazetedeki mektupta yer almıyordu. Başbakan ve Bakanların makamlarındaki her türlü eşya ve evraka el konulduğu için bu mektubun aslı da artık ellerinde değildi. Gerçek ispatlanamayacaktı... (devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
(2)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Cemal Gürsel’in, Adnan Menderes’e iletilmek üzere yazdığı, sonra sansürlenerek kamuoyuna açıklanan mektubu:
Yassıada duruşmaları başladığında, Cemal Gürsel’in mektubu hemen gündeme getirildi. İstanbul-Ankara olaylarıyla ilgili davanın oturumu devam ederken Mahkemenin anlı-şanlı Başkanı Salim Başol; “Cemal Gürsel size gereken uyarıyı bir mektupla yapmış. niçin gereğini yerine getirmediniz” diye sorarak, Menderes’i suçlamıştı. Mektup okundu. Menderes’le ilgili kısım ortada yoktu. Gürsel’in Menderes’i yücelttiği mektup, mahkeme salonunda devrik Başbakan’ı suçlayan bir metin haline dönüşmüştü.
İŞTE MEKTUBUN TAM METNİ
Aziz vekilim, dün geceki konuşmalarınızdan cesaret ve ilham alarak zatı alilerine, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimi arz etmeyi milli ve vatani bir vazife bildim.
Sayın başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlar da benim düşüncelerimin kabülüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikar olarak belli ise de gene de görüşlerimin sizlere iblağının zaruretine inanıyorum.
Muhterem vekilim, şu hakikati kabul etmek lazımdır ki, Kayseri hadiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak’alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve hükümete karşı telafisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. Hele ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması için vehametini artırmış, ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, ordu politikaya karıştırılmıştır.
Sayın vekilim,
Bu ahval küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerdir değildir. Memleket, hükümet ve partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükunetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. bu tedbirler şunlar olmalıdır.
1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.
2. Kabinede iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılması ve yeni kabine mutlak dürüst, makul zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır.
3. İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet müdürleri süratle değiştirilmelidir.
4. Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.
5. Ankara Örfi İdare kumandanı değiştirilmelidir.
6. Partilerin ocak, bucak teşkilatı kaldırılmalı, sadece vilayet merkezlerinde ve mahdut partilerle yapılmalıdır.
7. Parti faaliyetleri azami senede iki defa vilayet merkezlerinde ve mahdut partiliklerle yapılmalıdır.
8. Mevkuf gazeteciler bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir.
9. Son hadiseden tevkif edilen talebeler tecriden serbest bırakılmalıdır, ilim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir.
10. Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tecriden kaldırılmalıdır.
11. Vatandaş hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir.
12. Ordunun mes’eleleri süratle hal edilmelidir.
13. Din istismarcılığından vazgeçilmelidir.
14. Suistimaller oluyor mu, bilmiyorum, fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle ber bertaraf edilmesi lazımdır.
15. Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyükleri memleket gezilerinde suni büyük vatandaş toplulukları ile karşılaşmalar yapmak usulü kaldırılmalıdır.
Çok muhterem vekilim;
Bu yazdıklarım asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle değildir.
Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasını zaruri kıldığına inandığım için arz ediyorum. Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memleketten çok şeyler yaptığımız muhakkaktır, fakat bu da asla kafi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asil mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmıştır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları masumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilil yuvalarının içine kadar girerek talebeleri profesörleri beraber coplarla ve kurşunlarla tedip edilmesi feci bir şeydir.
O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazım gelmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz?
Sayın vekilim, maruzatım muhakkak ki, çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, hükümet ve hatta partimizin selameti için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır.
Derin ve sonsuz hörmetlerimi sunarım.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL
( K-Bkz : Erdal Şen, Zaman G. 04.09.2006) (Devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
(3)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Tarihi Yassıada Mahkemelerinin Başkanı Salim Başol:
“Susmazsanız sustururum”.
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Yassıada Mahkemeleri, tarihin acı gerçekleriyle doluydu. Adnan Menderes ve Demokrat Parti mensupları Yassıada’da 14 ayrı davadan yargılandı. Üç idam, 12 müebbet ve yüzlerce ağır hapis cezası çıktı. 11 ay süren duruşmalarda şaşırtıcı suçlamalar yapıldı. bunlara ilişkin deliler de mahkeme dosyalarına girdi.
MAHKEME BAŞKANI HEP AZARLADI
O Yassıada duruşmalarında, mahkeme Başkanı olan Salim Başol, hep azarlayıcı tutumuyla dikkat çekti. Sanki peşin hükümlüydü. bir yerlerden talimat almıştı sanki. Örneğin, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” cümlesiyle tarihe geçen bir başkan oluyordu Salim Başol. Hemen hemen her duruşmada, her sanığa karşı aşağılayıcı sözler sarf ediyor bu davranışını ısrarla sürdürüyordu.
Tutanaklara bakıyoruz. Buradan anlıyoruz ki, Salim Başol’un bu tavrına zaman zaman tepkilerde gösterilmiş. Bunlardan biri Tevfik İleri olarak görülüyor. Tevfik İleri; “Burada kolaylıkla başımıza oynanıyor. Oynansın, helal olsun, peşinde değiliz. Fakat, şeref ve namusumuzla oynanmasın. Tahkikat komisyonunun sorgusuna çağrıldığı için, ailelerin nasıl telaş ettiğinden bahsedildi. Ya 13 buçuk aydan beri, bizim kan kusan çocuklarımız” diye isyan ediyordu.
Bu arada, dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan’da kendisine bir türlü söz vermeyen Mahkeme Başkanı’na; “İdam istenilen bir davada kendimi müdafaa etmeyem mi” diye soruyordu.
MAHKEME BAŞKANI SALİM BAŞOL’UN KULLANDIĞI İFADELERDEN
Yassıada duruşmaları sırasında, Mahkeme Başkanı Salim Başol’un kullandığı ifadelerden bazıları örnek olması bakımından şöyle sıralanmakta efendim:
-Yapmazsan yapma. Gelmiş buraya tomarlarca müdafaa yapıyor (Bakan Hadi Hüsman’a)
- Yapamazsan ne yapalım? Yapan yapar. (Fatin Rüştü Zorlu’ya)
- Daima böyle lüzumsuz şeyler söylersiniz zaten. (Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’a)
- Bu söylediğiniz sözler yetersiz. Sizin tahsiliniz ne? (Milletvekili Kadir Kocaeli’ne)
- Manasını anlamadığım cümleleri sarf etmenden belli. (Milletvekili Kadir Kocaeli’ne)
- Sizi susturmak için başka ne yapmalı? (Adnan Menderes’in avukatı Talat Asal’a)
- Siz doğru söylemiyorsunuz. (Şahitlere)
- Kafi. Susmazsanız sustururum. (Bakan Zeki Eratman’a)
- Oturun yerinize.( Bakan Zeki Eratman’a)
- Eğer ben kesin deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. (Adnan Menderes’e)
- Bunları bırakın, zorlamayın kendinizi. (Adnan Menderes’e)
- Öyle değil, öyle değil, öyle değil. Otur yerine! (Milletvekili Hüseyin Fırat’a)
- Sen yalancı şahide benziyorsun. Anlat bakalım neymiş? (Bir şahide)
- Öyle şey olmaz, kısa kes , az konuş! (Bakan Hasan Polatkan’a)
- Yapma, okundu, anlamadınız mı? (Adnan Menderes’e)
- Lüzumsuz laflar bunlar,, buyurun hadi. (Milletvekili Rüknettin Nasuhioğlu müdafiine)
- Bizim burada boş laf dinleyecek vaktimiz yok başka. (Adnan Menderes’e)
- Kendi çiftliğinizin ve kendi maaşınızın peşinden koşmayı bilirsiniz. (Adnan Menderes’e)
- Sizi on beş dakikadan fazla dinleyemeyiz. (Bakan Hasan Polatkan’a)
- Ben ömrümde yalan söylemedim demek müdafaa değildir. Bunlar asılsız sözlerdir. (Bakan Hamdi Ongun’a)
( K-Bkz Erdal Şen, Zaman G. 07.09.2006) (Devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
(4)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Onlar nerde, bilmiyorum ! Yassıada kararlarıyla, idam edilenlerse,
milletin gönlünde.
Aradan bunca yıl geçti. Yassıada mahkemeleri, işleyiş biçimiyle, sonuçlarıyla, tarihteki yerini aldı. suçsuz yere bu millete, bu devlete hizmet etmiş pırıl pırıl insanlar asıldı. O gün için, Milli Birlik Komitesi üyeleri güç kullanarak, yanlışlarıyla, doğruları saptırarak milletin yanında gibi görünebildiler... Ama yıllar sonra ne oldu? Şimdi onlar nerede, neredeler? Kimse bilmiyor. Ama, Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi memleket evlatları, milletin gönlündeki yerlerinde yaşıyorlar.
Hele 49 yıl sonra, Yassıada Mahkemelerinin belgeleri kamuoyuna açıklanınca, Cemal Gürsel’in Menderes”e yazdığı mektuptaki övücü, methedici maddelerin çıkarılıp, sadece uyarı bölümlerini kamuoyuna açıklayınca, başları göğe değdi o günkü Milli Birlik Komitesi üyelerinin sanki... Öyle zannettiler... Ama öyle değildi, öyle değilmiş.
Zaman gazetesinin 4,5,6,7 ve 9 Eylül tarihli sayılarında Politika Muhabiri Erdal Şen imzasıyla kamuoyuna açıklanan, Yassıada tutanaklarıyla ilgili yorumlardan sonra şu soru ortaya konuldu: “Onlar şimdi nerede, nerelerde bilmiyoruz. Yassıada kararlarıyla idam edilenlerse, milletin gönlünde” cevabı verildi. Bu yayından sonra, saptırmalar oldu. Bunlardan bazı bölümler, aktarmalar alalım buyrun:
- Mektubun ortaya çıkması en büyük arzumdu. Mektubun 27 Mayıs’tan sonra değiştirildiği birinci derece tanıkların beyanlarıyla biliniyordu. (Aydın Menderes)
- Yassıada belgeleri, Türkiye’nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığını ortaya çıkardı. DP iktidara gelince Menderes’i dinlemek için PTT bünyesinde özel birim oluşturulmuş.
- Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim basmak için Almanya’ya matbaa sipariş etti. Prova baskıları beğenildi. Bu girişim, darbeden sonra Menderes aleyhine kullanıldı. Kur’an sayfaları dava dosyasına girdi.
- Yassıada siyasilere karşı acımasızca davranan, ağır sözler sarf ederek, “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” sözleriyle, tarihin kara sayfalarındaki yerini aldı.
- Yassıada mahkemeleri, hem kuruluşu, hem yargılama biçimi, hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılama biçimi, hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılama ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. (Sami Selçuk),
- Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez (Ümit Kardaş),
- Soru sormamı müsaade etmedi Başol. “Soracağım, sormayacaksın” tartışmasından sonra beni dışarı attı mahkeme başkanı. Ertesi gün beni “ askerlik yapmadı” diye askere aldılar. Halbuki ben askerliğimi 31. Piyade Alayı’nda yedek subay olarak yapmıştım (Talat Asal),
- 27 Mayıs’ı silahlı kuvvetler değil, silahlı subaylar yaptı. Beş bin subayı emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekleştirdiler aslında (Hüsamettin Cindoruk)
- Mektuptan üç satırın çıkartılmış olduğunu ve bunların çok önemli cümleler olduğunu gördük. Gerçekten tarihi öğrenmeden gidiyoruz demek ki! (Çetin Altan)
- Bu baskı sadece mahkemelere has bir durum da değildi. Darbeden çok sonraları bile bu olumsuz hava herkes tesir etti. (Sadettin Bilgiç).
Evet, tekrar soruyoruz: Darbeyi yapanlar, idam kararlarını verip, uygulayanlar şimdi nerelerdesiniz? Ama aşağıladığınız, idam edilmesinden memnun olduğunuz vatan evlatları, şimdi Türk milletinin kalbinde yaşıyorlar. Yaşamaya devam edecekler...
KAYNAKLAR: 
1- Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü-Arşivleri-Ankara.
2- Erdal Şen ( Zaman Gazetesi, 4,5,6,7,9 Eylül 2006-Ankara) (BİTTİ)

29 Aralık 2010 Çarşamba

skandalll...

 ÖRTÜLÜ ÖDENEK SKANDALI
Mustafa Nevruz SINACI
            Geleneksel adı “tahsisatı mesture” olan “örtülü ödenek”, yerine göre “temsil giderleri” veya namı arpalığa çıkmış ‘fon’lar; Ne tuhaftır ki, sözde açık toplum, saydam devlet ve hukuk üstünlüğünü esas almış görünmemize rağmen elli yıldır takip, hesap ve denetim dışı!..
            Emsali en melânet diktatörlüklerde bile görülmemiş bir keyfilik, hadsiz-hesapsız israf, sorumsuz masraf ve Osmanlı Padişahlarına dâhi nasip olmamış bir saltanat sürüp gitmekte...
            Oysa elli yıl önce “son başvekil” Adnan Menderes, “örtülü ödenek”inin son kuruşuna kadar hesabını vermişti. O devirde zaten hesap, takip ve kontrol dışı her hangi bir tahsisat, fon veya gizli hesap yoktu. Şimdi “kurum” olarak muamma, denetim dışı olanlar bile var!..
Bunun neresi cumhuriyet?
Neresi demokrasi, adalet veya hukuk devleti?... Anlamak mümkün değil..
Adı, anlamı ve söylem biçimi her ne olursa olsun; Usul veya yasa gereği neden, nereye harcandığı açıklanamayan, belgeleri de (hesabı verilmeden) harcama sonrası imha edilen ve tümüyle makam sahibinin inisiyatifine tabii olan tahsisat (ödenek) olur mu hiç?..
Mutlak surette kamu yararı ve millet menfaatine olsa veya:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri yönünde siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda kullanılmak üzere” yasa hükmü konulmuş bulunsa bile..
TBMM’de ibra olunmadıkça hiçbir hesap yahut örtülü bir ödenek kapatılamaz..
Bu, kamu vicdanının emri, adalet, ahlâk ve hukuk gereğidir.
Amacı: Memleketimizi yurt içinde ve dışında çeşitli yönleriyle tanıtmakla görevli kuruluşların kaynaklarını artırmak, Türk kültür varlığının yayılmasını sağlamak” biçiminde açıklan, kendi kaynakları olan ve harcamaları Başbakanın onayı ile yapılan “Tanıtma Fonu” dâhil bütün fonlar Meclis ve Sayıştay denetimine alınmak olmak zorundadır. 
DEVLETİN EN TEMEL GÖREVİ “DENETİM” DİR.
Denetim dışı tahsisat, fon haksız israf, arpalık, peşkeş ve saadet zinciri demektir. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 – 1938 ve 1950 – 1960 dönemleri; Hindistan ve Rusya’dan gelen yardımlar dâhil, milletin ve Millet Meclisi’nin bilgisi dâhilindedir. Bu iki dönemin milletten saklısı-gizlisi yoktur.  Buna mukabil; 11 Kasım 1938 ilâ 13 Mayıs 1950 arası ve 27 Mayıs 1960 sonrası son derece karanlık, saklı, gizli, gizemli ve ayıplıdır..
Niçin acaba!..
Devlet arşivlerinde mevcut 1960/21 Esas ve 1960 tarihli dava dosyasına bakılırsa olay daha iyi anlaşılır!.. Orada karşınıza, Cumhuriyet’in gelmiş geçmiş en namuslu, dürüst, şerefli, onurlu, soylu ve sorumlu Başvekil’i çıkar. Demokrasi Şehidi Ali Adnan Menderes, emrindeki örtülü ödeneğin, on yılı kapsayan bütün belgelerini ibraz ederek melânet mahkemede alnının akı ile hesap vermiş;, Lâkin 1945’de, “devr-i sabık yaratmayacaksınız” şartıyla DP’ye kuruluş izni veren CHP (ve türevleri) 1938 -1950 döneminin hesabını vermeyi daima şiddetle men ederek kaçmış, hesap vermekten korkmuş ve kaçmışlardır.
HUKUK, AHLÂK VE DEMOKRASİNİN UTANCI
“Erdoğan'dan örtülü ödenek rekoru; 16 Aralık 2010 Perşembe, Gazeteler”
“Başbakanlık örtülü ödenek harcamaları 400 milyon liraya dayandı.
2003 yılında toplam 103 milyon lira olan örtülü ödenek harcaması, 2010 Aralık ayı başında 383.170. 247.- liraya yükseldi. TBMM’de Başbakanlık bütçesinin görüşmeleri sırasında Başbakan yardımcısı B. Arınç, 2010 yılında örtülü ödenek kapsamında 383.170.247 lira harcandığını söyledi. 2010 başında bütçeye sadece 230 bin lira, “örtülü ödenek” harcama kalemi konulmuştu. Yılsonunda gerçekleşen harcama ödeneğin çok üzerinde oldu. Yıl içinde fasıllar arasında ve tanıtma fonu gibi kaynaklardan aktarma yapılarak ödenek miktarı arttırılıyor. 2009 yılında örtülü ödenek harcamaları 341.971.042 liraya ulaştı. Buna göre 2003’de sadece 103 milyon TL olan örtülü ödenek harcaması, aradan geçen 8 yılda katlanarak bir rekor ve skandal düzeyine ulaştı.
Başbakanlık Örtülü Ödenek harcamaları son 8 yılda şöyle gerçekleşti:
Tahsis Edilen Kaynak:           Toplam Harcama    :
2003 yılı 175 bin TL             103 milyon 012 bin 740 TL
2004 yılı 174 bin TL             107 milyon 375 bin 284 TL
2005 yılı 200 bin TL             084 milyon 088 bin 668 TL
2006 yılı 200 bin TL             207 milyon 646 bin 000 TL
2007 yılı 220 bin TL             262 milyon 286 bin 521 TL
2008 yılı 220 bin TL             290 milyon 981 bin 700 TL
2009 yılı 230 bin TL             341 milyon 971 bin 042 TL
2010 yılı 230 bin TL             383 milyon 170 bin 247 TL
Kahrolası muhalefet, neden gizli celse istemez ve hesap sormaz acaba?..!...
HER MELÂNETİN SEBEBİ MUHALEFETTİR!..
Zira Mecliste vekili; memur veya parlâmenteri olsun veya olmasın, bütün kitle siyasi partileri hükümetleri izlemek; Her derece ve düzeyde fiil ve eylemlerini denetlemek, hesap sormak, kamu zararına olan haksız, hadsiz, hukuksuz ve hesapsız karar, sarf, tasarruf ve tüm işlemlerini iptal ettirmek zorundadırlar.
Bu amaçla siyasi polemik, propaganda ve dedikodu yolu değil; Doğrudan TBMM kürsüsü, soru ve gensoru önerge yolu kullanılmalı; Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyuruları yapılmalı ve Türk Milleti adına karar vermeye memur “bağımsız ve tarafsız” mahkemelere dava açılmalıdır. Bunları peş peşe ve sonuç alıncaya kadar yapmayan bir parti, siyasi değil ticari; 2820 Sayılı Kanun ve Anayasanın emrettiği kitle partisi değil, düpedüz şahıs ve sulta partisidir. Ki, bu ve benzeri antidemokratik kurumlar, şu gelinen noktanın suçlusu, insan hakları, adalet ve hukuku yüz karasıdırlar.
GALİP BARAN “BU KONUDA” NE DİYOR?..      
“….bunu  (mevcut parti, sulta ve parlâmenterlerin örtülü ödenek hesabı sormamasının nedenini) bilmeyecek ne var sayın SINACI. Hesapta bir gün iktidar olmak varsa, aynı kaynak ve olanaktan yararlanmak söz  konusuysa, binilecek dalı kesmek ne mümkün!.. İşte ’Burası Türkiye’ ve insan bencil bir varlık... Bu duruma  şaşıranlara ben şaşıyorum. Devam edersen, şaşırmamayı sen de öğrenirsin. Galip BARAN"
EVRENSEL İNSAN
“(…) Onun için, “her insanın vicdanının sesini dinlemesi çok önemlidir. 
O vicdan sesi sonunda (…) toplumun vicdan sesi haline gelir ki, bizim ülkemizin en büyük sıkıntısı budur. Bizim halkımız vicdan sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist olmuş durumda. Çok Bencil (beyinsiz, aklı kıt, imansız, onursuz ve sorumsuz) bir milletiz biz.  Dolayısıyla, (…), vicdan sesini savunan, vicdanının ifadelerini ortaya koyan varlıklara çok ihtiyacımız var. Bu memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunlar”ı oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var.
Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (*)
Adam gibi adamlardan, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu insanlardan müteşekkil bir muhalefet ile gerçekten “millet adına” iş gören savcı, mahkeme ve yargıçlar olsa; Memlekette bu kadar saklılık, gizlilik, adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve iki resmi dil talep edebilecek kadar soysuzluk olur mu idi acaba?..
Elbette olmazdı.
Öyle ise “ey muhalefet: ya görevini yap, ya da sahneyi siyaset-i bırak”
Defol git, hangi cehenneme gideceksen..
Yeter ki sahneyi siyasete “onurlu ve sorumlu, dürüst” insanlar gelsin!.. 
(*) “Evrensel İnsan”, Ergün Arıkdal, s. 222, Galip Baran-Bilinç Üniversitesi)

Akaryakıt da Zaaf, Soygun ya da Vurgun!..
Mustafa Nevruz SINACI
 2010 yılı 27 Aralık tarihi itibarıyla;
Bir varil ham petrol’ün alış fiyatı maksimum: 85 dolar = 127.50 TL
Bir varil (%1+-) 159 litre ham petrol alıyor,
Yani: 127.50.-TL : 159 lt = 0.80 kuruş/litre; CİF ithal maliyeti. 
BENZİN’in rafineri çıkış fiyatı: 0.93 -94 kuruş civarında.
Bir lira bile değil!.. 
MAZOT (motorin)’in rafineri çıkış fiyatı: 0.90 kuruş.
Bu, çıkış/piyasaya arz-satış fiyatına rafineri kârı dâhildir.
Şu hale nazaran, görünen “rafineri kârı” % 10-15 arası olsa gerek!..
Ancak bu bilgiler “örtülü ödenek sırrı” gibi saklanıyor…
Tıpkı Doğalgaz ithalinde olduğu gibi…
Buna rağmen, hiçbir bilgi meçhul değil, her şey ortalıkta.
Eğrisi-doğrusu, masumu-maksatlısı bütün bilgiler aslında ortada..
Wixileaks, Lockheed ve diğer skandallar gibi…
VAHİM OLAN MESELE NE?..
Türkiye, dünyadaki petrol piyasasına kıyasla pompa fiyatlarında ve akaryakıttan alınan vergilerde 2 adet dünya rekoruna sahip. Benzinin rafineri çıkış fiyatı ile satış fiyatı arasında fahiş farklar var. Rafineri çıkış fiyatı ile satış fiyatı arasında 3-4 kata varan artışlar var.
Benzin ve motorinin rafineri çıkış fiyatları ile satış fiyatları karşılaştırıldığında aradaki fahiş fark gün yüzüne çıkıyor. Ülkemizde benzin’in rafineri çıkış fiyatı 0,93 kuruş, motorin’in rafineri çıkış fiyatı da 0,90 kuruş olarak gerçekleşiyor.
Yani: 1 litre benzin rafineriden 0,93 kuruşa çıktıktan sonra yüzde 403 – 425 artışla 3.75,- 3.80,- 4.00 liraya varan “insanlık, din-iman, akıl ve mantık” dışı bir zalimlik, alçaklık, duyarsızlık, arsızlık, onursuzluk ve sorumsuzlukla satılıyor.
Bir litre mazot rafineriden 0,90 kuruşa çıkıyor % 351 artışla 3.30,- 3.32., kırsal motorin ise 3.16,- 3.18 liradan, aynı mezalim anlayışla satılıyor.
22 ay öncesi ile kıyaslandığında, ithalât ve rafineri fiyatları daha düşük durumda ama pompa da tam tersi durum hâkim!
Bu akılsızlık, adaletsizlik ve hukuksuzluk anlaşılır gibi değil!..
Üstelik dünyanın petrol denizi Türkiye’nin yanı başında…
Bazı Avrupa ve Uzakdoğu gibi binlerce km den petrol ithal eden bir ülke değiliz.
VERGİ SKANDALI
            Akaryakıt ürünlerinde vergilere bakıldığında bir başka dünya rekoru karşımıza çıkıyor.
Benzinde rafineri çıkış fiyatına uygulanan vergi oranı ortalama yüzde 266 iken mazot da bu oran yüzde 188. Şu tabloyu lütfen dikkatle inceleyiniz:
Benzin rafineri çıkış   : 0,93 TL, Pompa fiyatı 3,75 TL, Fark +% 403
Motorin rafineri çıkış : 0,94 TL, Pompa fiyatı 3,30 TL, Fark +% 351
Kırsal motorin              : 0,93 TL, Pompa fiyatı 3,16 TL, Fark +% 339
Türkiye ithal ettiği ham petrolü rafinerilerinde işliyor. Fakat işlenen benzinin ancak
yarısı iç piyasada tüketilebiliyor. İhtiyaç fazlası petrol yurtdışına ihraç edilirken litresi 0,93 kuruştan satılıyor. Yani Türkiye’de pompada 3,75 – 4.00 TL olan benzin yurt dışına 0,93 kuruşa depolara doldurulmaya ve kullanıma hazır olarak satılıyor. Bu kadar hayati, sinerjik etki içeren ve stratejik bir üründe vatana ihanet gibi bir şey bu…
            DURUM!...
            23 Aralık 2010 tarihinde geçerli fiyat ve döviz kurları bazında yapılan hesaplamalara göre, Türkiye, 28 Avrupa ülkesi içinde ve dünyada benzin ve motorini en pahalı (fahiş fiyata) satan tek ülke.. Bu, idare ile iştigal eden eşhas, parti veya siyasi mekanizma yönünden büyük bir utanmazlık, aymazlık, onursuzluk ve sorumsuzluk olarak değerlendirilebilir. Aksi takdirde bu unsurların, idare kudretinden aciz yahut emir kulu veyahut kolaycı olduklarını düşünmekte mümkün… Her iki halde de halka yapılan bir eziyet, işkence ve zulümdür.
İnsanı içten içe ve alenen kahreden bir başka meselede,  aptal yerine konularak, alay konusu yapılma girişimleridir.
Örneğin, adının başında Prof. Dr gibi akademik ve karizmatik unvanlar taşıyan, kimlik-kişilik, onur ve erdem yoksunu bir insanlık düşmanı piyon ekranlara çıkartılıp, “Türkiye'deki benzin fiyatı 1,9 euro düzeyinde bulunurken, 1 litre benzinden alınan ÖTV ve KDV 1,2 euro ulaşıyor. ÖTV ve KDV, satış fiyatının da yüzde 66,8'ini oluşturuyor” biçimi yalanlar söyleyebiliyor, bu işin arkasında oynanan kara-kirli ve menfur oyunları pekalâ savunabiliyor.
Ne kadar alçakça ve küstahça değil mi?..
            Oysa bütün dünya biliyor ki, bu işin arkasında haksız “fahiş” kazanç, ahlâksız edinim, kaçakçılık, potansiyel oy’a tahvil babında yatırım, yandaş medya, yoldaş dernek, sırdaş vakıf ve sair partizanlara kaynak aktarma, kaynak yaratma; Kanunla tayin, tertip, idame ve ikamesi  kabil olmayan bazı “saklı-gizli” işlerin finanse edilmediği ne malum!..
            Bir de “akaryakıt kaçakçılığının” milyar dolarlara varan hacmi hesaba katılırsa!..
            Belki mesele anlaşılır. Lâkin bu pahalılık zulmünün sebebi anlaşılamaz.. 
            MUHALEFET NE İŞ YAPAR?
            Bütün bu soygun, vurgun karşısında niçin muhalefet suspus?
            Başta Akaryakıt, Doğalgaz, Telefon, Elektrik, Su, Et, Süt vb. gibi “temel girdi” ve hayati ürünlerin “dünyanın en pahalı fiyatına” satılmasına ve “soygun-vurgun” kapısı olarak kullanılmasına muhalefet partileri niçin sessiz, yaptırımsız, ilgisiz ve kayıtsız?..
            NEDEN HERHALDE BU OLSA GEREK:
GALİP BARAN “BU KONUDA” NE DİYOR?..     
“….bunu  (mevcut parti, sulta ve parlâmenterlerin fahiş kâr ve pahalılığın hesabını sormamasının nedenini) bilmeyecek ne var sayın SINACI. Hesapta bir gün iktidar olmak varsa, aynı kaynak ve olanaktan yararlanmak söz  konusuysa, binilecek dalı kesmek ne mümkün!.. İşte ’Burası Türkiye’ ve insan bencil bir varlık... Bu duruma  şaşıranlara ben şaşıyorum. Devam edersen, şaşırmamayı sen de öğrenirsin. Galip BARAN"
EVRENSEL İNSAN
“(…) Onun için, “her insanın vicdanının sesini dinlemesi çok önemlidir. 
O vicdan sesi sonunda (…) toplumun vicdan sesi haline gelir ki, bizim ülkemizin en büyük sıkıntısı budur. Bizim halkımız vicdan sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist olmuş durumda. Çok Bencil (beyinsiz, aklı kıt, imansız, onursuz ve sorumsuz) bir milletiz biz.  Dolayısıyla, (…), vicdan sesini savunan, vicdanının ifadelerini ortaya koyan varlıklara çok ihtiyacımız var. Bu memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunlar”ı oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var.
Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (*)
Adam gibi adamlardan, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu insanlardan müteşekkil bir muhalefet ile gerçekten “millet adına” iş gören savcı, mahkeme ve yargıçlar olsa; Memlekette bu kadar saklılık, gizlilik, adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve iki resmi dil talep edebilecek kadar soysuzluk olur mu idi acaba?..
Elbette olmazdı.
Öyle ise “ey muhalefet: ya görevini yap, ya da sahneyi siyaset-i bırak”
Defol git, hangi cehenneme gideceksen..
Yeter ki sahneyi siyasete “onurlu ve sorumlu, dürüst” insanlar gelsin!.. 
(*) “Evrensel İnsan”, Ergün Arıkdal, s. 222, Galip Baran-Bilinç Üniversitesi)
           DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com

27 Aralık 2010 Pazartesi

Prof. Dr. Tuncer Gülensoy & Prof. Dr. İsa Kayacan


Prof. Dr.Tuncer GÜLENSOY
Erciyes Üniversitesindeki “kapatılan kütüphane skandalı”yla kaybolan vefa aranıyor
   
 
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Kayseri Erciyes Üniversitesi, ülkemizin eski ve önde gelen eğitim ve bilim kuruluşlarından. Bu üniversitemizden hep sevindirici, bundan öncede başarılı haberler alırdık, duyardık.
            Şimdilerde ise, özellikle Kayseri Basınında yeralan “Erciyes Üniversitesinde kütüphane skandalı” şeklindeki haber ve yorumlar karşısında, üzüldüğümü, duygularımın karmakarışıklaştığını ifade etmeliyim.
            Hemen konuya dönüp, bu haber ve yorumlar bütününün çekirdeğinde neler var birlikte gözden geçirelim, buyrun:
            Prof. Dr. Tuncer Gülensoy hoca; 1980’li yıllarda, Develi Aşık Seyrani Şenliklerindeki oturum başkanlıkları sırasında tanıdığım bir hocamız. Yıllarla birlikte, Erciyes Üniversitesi ve Kayseri ilimizle bütünleşti, “Kayserili oldu” bir bakıma. Bu üniversitemizde bir bilim adamı olarak 18 yıl hizmet veriyor, başarılara imza atıyor, yüzlerce öğrenci yetiştiriyor, ihtisaslaşma alanında da yol göstericiliğini sürdürüyor.
            Bu arada, gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı ilişkileri, temasları sonunda, Üniversite bünyesindeki kitaplığı büyüyor, büyüyor, 3 bin 500’lere, hatta 5 binlere ulaşan bir rakam ortaya çıkıyor. Çalışma odasında ve çevresindeki odalardakilerle, büyük bir kütüphane varoluyor. Burada, yurt dışından getirilen çok değerli kitaplar, eserler yer alıyor. Kütüphanede ayrıca Gülensoy hocanın plâketleri, kilimler ve önemli bazı eşyaları da yeralıyor. Bunlar arasında bugün değerleri 10,12,20,30 bin TL değerinde olan yabancı sözlükler, kitaplar, Türk Dünyasına yönelik yayınlar var.
            Bu bağışlar yapılırken, kütüphane Üniversiteye devredilirken, “bağış senedi” imzalanıyor. Bu bağış senedinde; “ Bu kütüphane başka bir kütüphane ile birleştirilemez başka bir yere nakledilemez. Aksi takdirde kitaplığı bağışlayan kişi ve birinci dereceden yakınları, kitapları geri almaya hak kazanır” hükmü bulunuyor.
            Efendim, az gidiliyor, uz gidiliyor, gece gündüz yol gidiliyor, Kayseri’deki Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Fen ve Edebiyat Fakültesi Fen ve Edebiyat olarak ikiye ayrılıyor. Bu bölünmenin ardından, “Edebiyat Fakültesi Dekanı tarafından kapatıldığı ileri sürülen” Prof. Dr. Tuncer Gülensoy Türkoloji İhtisas Kitaplığı’ndaki levhalar, hocanın resimlerinin bazılarının “çöpe atıldığı” ileri sürülüyor.
            Şimdi, geriye dönüp bakalım; vefanın yer değiştirdiği, bilim anlayışının şekil farklılığı ortaya koyduğu bu haberle ilgili, bağışın yapıldığı günlerden başlayarak gazetelerde yeralanlardan bazı cümleler nakledelim ve Erciyes Üniversitesi Rektörlüğünden konuyla ilgili açıklama beklemeye başlayalım:
1-      Prof. Dr. Tuncer Gülensoy 40 yıllık birikiminden oluşan 3 bin 500 kitabı bir kütüphaneye dönüştürüp Erciyes Üniversitesine bağışladı (Yeni Şafak Gazetesi, 14.07.1992)
2-      Yakıştı mı üniversiteye: Erciyes Üniversitesine, Prof. Dr. Tuncer Gülensoy tarafından bağışlanan 5 bin kitabın yeraldığı kütüphanesinin kapatılması ve kitapların depoya kaldırılması skandalı büyük tepki çekiyor. (Satır Arası Gazetesi, Kayseri, Sayı:41)
3-      ERÜ’de kütüphane skandalı büyük tepki çekiyor (Kayseri Güneş Gazetesi, 16.12.2010)
4-      Birçoklarının yapmayı, bırakın kafasından bile geçirmediği bu olayı gerçekleştiren hocaya saygı ve minnet duyulması gerekirken, birileri kalkmış kütüphaneyi kapatmış. Ve eserleri depoya kaldırmış. Sebebi belli değil! Türk Dili Dekanı Prof. Sayın Ümit Tokatlı hocanın makamına gittim. Onlarca dakika bekledim. Sekreterine not bıraktım, ama zahmet edip dönmedi bile. Milliyetçi olarak bildiğimiz Sayın Rektörümüz Fahrettin Bey’i defalarca aradım ve not bıraktım, ama iş Türk Dili olunca o da dönmedi. Türk Dili konusunda çok önemli araştırmalar yapan, kaynaklar edinen bir hocanın yıllarının birikimini bıraktığı kütüphane sessiz sedasız yok ediliyor. Ama ses çıkaran yok. Acaba diyorum, böyle bir olay Ermeni Dili Kütüphanesinde yaşansa veya Çin Dili Kütüphanesinde yaşansa, Üniversite yönetimi nasıl bir tepki verirdi? (Abdülmecit Avşar, Kayseri Gün Haber Gazetesi, 17 Aralık 2010)
Gönderen PROF. DR. İSA KAYACAN zaman: 06:41 0 yorum

Hamiyet Şahin


Sayın Veysel EROĞLU
         Çevre ve Orman Bakanı
               06100-ANKARA
            Sayın Bakanım, geçtiğimiz günlerde televizyonlarda, “şehirlerarası otobüslerde, kedi, köpek, tavşan türleri ile bazı evcil kanatlılar gibi canlı hayvanların taşınma yasağı kapsamına alınacağı” yönünde açılamalar ve haberlere şahit oldum. Haberlere göre, bu yasak uçak ve diğer ulaşım araçlarını kapsamayacakmış!..
            Malum, toplu taşımacılık hizmetlerinden faydalanan insanlar, bireysel imkân, maddi kaynak ve mali durumlarına göre, yolculuklarını özel araç yerine, uçak, otobüs veya trenle yapmak zorunda kalanlardır.  Kişinin sahip olduğu veya bakmakla mükellef bulunduğu hayvan ile şehirlerarası otobüs, tren, imkânı varsa uçakla gitmesinden daha olağan ve doğal ne olabilir? Özel otosu olmayan herkes mecburen bu yolu tercih etmek ve kullanmak zorundadır. Zaten başka çaresi de yoktur.
            Dolayısıyla bu, hayvan severler için bir hak hükümetler içinse vazifedir.
            Yani hükümetler, her derece ve düzey “evcil” hayvanlar için eşitlik ve hakkaniyet çerçevesinde bu imkânı sağlamak; Yasal, doğal ve evrensel İnsan haklarına paralel “hak ve sorumluluklara muhatap” hayvanları himaye ve idame ettirmek zorundadırlar. Keza bütün hâkim unsur ve hükümetlerin başta gelen görevi: Doğal ve dinsel nedenler ve beslenme amaçlı yasal izinli, ruhsatlı ve kontrollü kesimler hariç olmak üzere; Vahşi veya evcil her tür hayvan neslini korumak ve sürekliliğini sağlamakla mükelleftir.    
            Kaldı ki, benim gibi, evinde biri felçli, diğeri iki gözü alınmış kör kedi veya köpek besleyenler için; Yaşamı tamamen sahiplenen insanların inisiyatifine kalmış bu canlarla birlikte otobüs yolculuğunu yasaklıyorsanız; Memleketimizde, ya da başka mekânlar da cenazemiz olduğunda, çeşitli özel veya zorunlu nedenlerle yolculuk yapmak durumunda kaldığımızda, gitmekten vaz mı geçelim? Yoksa bu canları ölüme terk edelim veya adına “uyutma” denen zehirle hayatlarına son mu verelim?
            Sayın Bakanım, otobüslerde canlı hayvan taşınmasının yasaklanıp, uçaklar ve diğer taşımacılıklarda serbest olmasını insanlara verilen hizmet yönünden adaletsizlik ve haksızlık; Otobüslerde canlı hayvan taşınmasının yasaklanarak, uçaklarda serbest bırakılmasını insanlara verilen hizmet de ayrımcılık ve insan haklarına paralel “hayvan haklarına” aykırılık, eziyet, dolaylı gasp ve zulüm olarak görüyorum.
Zira otobüsler de canlı hayvan taşınmasının yasaklanması ve bu yasağın uçakları kapsamaması, uluslar arası kedi-kopek vb. (hayvan) kaçakçılığının tercih yollarından en önemlisinin açık bırakılması son derece anlamlı, kuşkulu, üzücü ve düşündürücüdür.
            Ayrıca, genel ve eşit olarak insanlara (halka, hayvanlara, ekoloji-çevre, fauna ve floraya) hizmet götürülürken, bunun adalet, hakkaniyet, eşitlik ve hukuk ilkesine uyma mecburiyeti göz ardı edilmiş bulunmaktadır.
            Sonuçta, yasaklanması düşünülen “otobüslerde canlı hayvan taşıma hizmetinin” deniz, hava, kara toplu taşıma hizmeti veren tüm araçları kapsamasını veya otobüslerde de belli usul, kural ve düzenler getirilerek serbest bırakılması; İnsanlar ve hayvanlar için bir hak, bakanlık ve hükümetiniz için mutlak bir vecibedir.
            Gereğini buna göre yapılmasını saygılarımla arz ve talep ederim.
Hamiyet SAHİN – 24 Aralık 2010
Hayvan Koruma Gönüllüsü--Kocaeli
(hayvan_ekoloji@yahoo.com)
***
AÇIKLAMA; EK BİLGİ VE YORUM:


Giriş
Yaşamın tek olduğunu, yaşayan bütün canlıların ortak bir kökeni olduğunu ve türlerin evrimi yönünde farklılaştığını, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunu ve sinir sistemi olan her hayvanın kendine özgü hakları bulunduğunu, bu doğal hakların küçümsenmesi ve hatta kolayca göz ardı edilmesinin doğa üzerinde ciddi zararlar doğuracağını ve insanoğlunun hayvanlara karşı suç işlemesine sebebiyet vereceğini, türlerin birlikte olmasının diğer hayvan türlerinin yaşama hakkının insanoğlu tarafından tanınmasını ifade edeceğini, insanoğlu tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin bir insanın bir diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağını dikkate alarak, ilan edilir ki;
Madde 1
Bütün hayvanlar biyolojik denge kavramı içerisinde varolmak bakımından eşit haklara sahiptir.
Madde 2
Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir.
Madde 3
1. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz.
2. Eğer bir hayvanın öldürülmesi gerekiyorsa, bu bir anda, acısız ve korku yaratmaksızın yapılmalıdır.
3. Ölü bir hayvana saygıyla davranılmalıdır.
Madde 4
1. Vahşi hayvanlar yaşama hakkına ve kendi doğal çevrelerinde özgürce üreme hakkına sahiptirler.
2. Vahşi hayvanların özgürlüğünden uzun süreli alı konulması, avlanma ve balık tutma geçmiş zamana ait olup hangi sebeple olursa olsun vahşi hayvanların bu şekilde kullanımı hayati olmayıp, akis davranışlar bu temel hakka karşıdır.
Madde 5
1. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir.
2. Hiçbir koşul atında terk edilemez veya adil olmayan bir şekilde öldürülemezler.
3. Her tür soy üretme ve hayvan kullanımında soyun fizyolojisine ve kendi türüne özel davranışlarına saygı gösterilmesi zorunludur.
4. Hayvanları içeren sergiler, gösteriler ve filmler hayvanların onuruna saygı göstermek zorunda olup hiçbir şekilde şiddet içeremezler.
Madde 6
1. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acı çekmeye sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir.
2. Soyu tükenen hayvanların ya da yok edilen bir hayvanın yerine yenisinin ikame edilmesi yöntemleri geliştirilmeli ve sistemli olarak devam ettirilmelidir.
Madde 7
Gereği olmayacak şekilde bir hayvanın öldürülmesini içeren her kanun ya da buna yol açan her karar yaşama karşı işlenmiş suç kapsamındadır.
Madde 8
1. Vahşi bir hayvan soyunun hayata kalma onurunu hiçe sayan her yasa ve böylesi bir harekete sebep olan her karar soykırıma eşdeğer olup soya kaşı işlenmiş suçtur.
2. Vahşi hayvanların katledilmesi ve üreme yumurtalarının kirletilmesi, yok edilmesi soykırım cürümüdür.
Madde 9
1. Hayvanların kendilerine özgü yasal statüleri ve hakları hukuk tarafından tanınmak zorundadır.
2. Hayvanların güvenliğinin koruma altına alınması hususu Devlet örgütleri düzeyinde temsil edilmelidir.
Madde 10
Eğitimden ve okullaşmadan sorumlu merciler, vatandaşlarına çocukluktan itibaren hayvanları anlamayı ve saygı göstermeyi öğrenmeleri için olanak sağlamak zorundadır.
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi 15 Ekim 1978 tarihinde Paris’teki UNESCO Merkezi’nde törenle ilan edilmiştir. Bu metin, 1989 yılında Hayvan Hakları Birliği tarafından tekrar düzenlenerek 1990 yılında UNESCO Genel Direktörü'ne sunulmuş ve aynı yıl halka açıklanmıştır.