26 Ocak 2011 Çarşamba

KKTC ve Arestis Davası

Yalçın KOÇAK;
KKTC ve Arestis Davası 
18. dönem Sakarya Milletvekili Yalçın KOÇAK (ortada)
ARESTİS DAVASININ AİHM’de Reddedilmesi için fedakârlık ve alicenaplık göstererek bilabedel çalışan, uğraşan, dididen, çarpışan; Başta ASAM Başkanı Sn. Şaban GÜLBAHAR olmak üzere; Kıbrıs uzmanı Sn. Sema SEZER’e, Yürekli Kadın Sn. Banu AVAR’a, Emekli Genel Kurmay Adli Müşaviri Şadi ÇAYCI’ya, O günkü TRT Genel Müdürü Sn. Ali GÜNAY’a, Emekli Kurmay Albay Mustafa ERTURAN’a, Avukat Mehmet Emin NEHROZOĞLU’na,ve Zamanın Kalem Ustası, Hürriyet Gazetesi Köşe Taşımız Yalçın BAYER Beyefendiye, “Ülkemizin milli menfaatlerini gözeten ve kollayan marifet ve insiyatif gösteren bu aziz insanlara Teşekkürden başka iltifat bulamamanın acziyle”    YALÇIN KOÇAK
***
Yalçın BAYER
LOİZUDU’ya milyon dolar ödeyerek Türk ordusunun Kıbrıs’taki varlığının işgal olduğunu kabullenen AKP iktidarı ve Başbakanı Erdoğan… Şimdi de İngiliz uyruklu Orams davası Rumların ve Yunanlıların karar merciinde söz sahibi oldukları Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda (ABAD) neticelendirilecek. Rumların ve Yunanlıların karar verme merciinde olduklarına göre sonucun ne çıkacağını merak etmek bile abesle iştigal olur. Elbette karar Rumların lehine çıkacak.
Sayın Erdoğan’a soruyorum. Hani Kıbrıs’tan bir asker mi çektik, bir karış toprak mı verdik diye hiç hicap duymadan doğruları söylemiyorsun. Şimdi başka bir yalanı da sergiliyorsun. Ne diyorsun, Kıbrıs’ta bir adım öndeymişiz. Ha de hayırlısı! Geçen yıl iki adım öndeydik, bu yıl bir adım geriledik. Sözün sonunda da Başbakan’ın politikası ’kazan kazan’mış. Ben merak ediyorum. Bu söylenenleri Hıristofyas’ın kuyruğunda Marşabba olan Talat’la mı başardınız. Yazıklar olsun ’Ne günlere kaldık ya Rabbim.’
ORAMS DAVASI NEDİR?
KKTC’yi yakından ilgilendiren önemli bir dava… Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda (ABAD) görülmekte olan Orams davası, biçimsel olarak Kıbrıslı Rumlar ile İngiliz uyruklu Orams Ailesi arasında görülmekte ise de özünde Türkiye ve KKTC ile Kıbrıs Rum Kesimi arasındadır.
Olay şudur: 1974 Harekátı’ndan sonra Güney Kıbrıs’taki Türk taşınmazları Rumlara; Kuzey Kıbrıs’taki Rum taşınmazları da Türklere kalmıştır. 1975’te Denktaş ve Kleridis arasında Viyana’da varılan anlaşmada ’Nüfus Mübadelesi’ kararı alınmıştı.
Kuzey Kıbrıs’ta kalan Rumlara ait taşınmazlar belli ölçüler içinde Kuzey’den göç eden Türklere tapulanmıştır.
İşte Türklere tapulanan bu taşınmazlardan biri, daha sonra İngiliz uyruklu Orams Ailesi’ne satılmıştır. Güney Kıbrıs’taki Rum Mahkemesi, söz konusu taşınmazın Rum uyruklu eski malikinin başvurusu üzerine bu satın alma işleminden dolayı Orams Ailesi’ni tazminata mahkûm etmiştir.
Bu mahkeme kararı KKTC’de uygulanamadığı için, Orams Ailesi’nin İngiltere’deki mal varlığı haczedilmek istenmiştir. Konuyu inceleyen İngiliz alt mahkemesi, Rum mahkemesinin verdiği kararın KKTC’de icra edilemeyeceğini saptamış, İngiliz yüksek mahkemesi de konuyu ABAD’a havale etmiştir.
1 YUNANLI 2 RUM YARGIÇ
Şimdi ABAD’da görülmekte olan bu davanın kararının 2009 Mart ayında açıklanması beklenmektedir. Anılan davada, Alman raportörün hazırladığı rapor Rumlar lehine çıkmıştır. Beklentiler de kararın bu yönde olacağıdır. Bu kuşkuyu duyanlar pek de haksız değildirler. Çünkü davaya bakmakta olan bu mahkemenin başkanı Yunanlı, iki yargıcı ise Rum’dur. Üstelik bu iki Rum yargıçtan biri, AİHM nezdinde Türkiye aleyhine başvuruda bulunup tazminat kararı alan Myra Arestis’in eşi Yorgo Arestis’tir.
Bu davanın sonuçları, KKTC’de yaşayan yabancı uyrukluları ve Türkleri yakından etkileyecektir. Aleyhte karar çıkması durumunda; KKTC’de yaşayan yabancı uyrukluların ve Türklerin Rum mahkemelerince tazminata mahkûm edilmeleri ve bu mahkûmiyet kararlarının, yabancıların kendi ülkelerindeki mal varlıklarına, keza Türklerin de İngiltere’de ve diğer Avrupa ülkelerinde sahip oldukları mal varlıklarına el konulmak suretiyle uygulanmasının önü açılmış olacaktır. AKP iktidarı ve başbakanı, Kıbrıs davasını AB’ye havale ederek ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Tanju MÜEZZİNOĞLU Tanju2002@Superonline.com
*** 
YALÇIN BAYER  04.03.2007   Kıbrıslı bir Türk olarak içim yanıyor
KKTC’deki mülk sorunu ve Maraş’la ilgili çok doğru tespitler içeren yazınızı okudum. Kıbrıslı Türk olarak hiç düşünmeden yazınızın altına imzamı atarım. Olayı bu kadar doğru ve net anlatan, bu kadar gerçeklere dayanan yazılar her zaman yayınlanmıyor maalesef. KKTC’de lüks arabalarda gezen Kıbrıs’lılar dışında orayı bir vatan olarak gören, bu olumsuz gelişmeler karşısında üzülen fakat ne kadar uğraşsa da sansür edilen ve sesini duyuramayan hiç de azımsanmayacak bir zümrenin de olduğunu belirtmek isterim. Maalesef bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu bilgi kirliliğinin bir benzeri 2003′ten beri Kıbrıs’ta yaşanmakta, kişiler Annan planı yanında ve karşısında olanlar olarak bölünmekte ve Annan planına karşı olanlar gerici ve faşist olmakla suçlanıyordu. Bugün içinde bulunduğumuz politik sahnede Rum liderlerin de açıklamalrına bakarak kimin ne kadar barışçı olduğunu görmek mümkündür.
Maalesef KKTC’de insanların cepheleşmesi ve bilgi kirliliği sizin de tespit ettiğiniz Maraş sorunu gibi sorunların çözümünde bizim haklı durumumuzu ortaya koyacak çalışmalar yapmamızı engellemiş, biz kendi kendimizle kavga ederken tabir yerindeyse atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.
Maraş konusunu gündeme getirdiğinizden dolayı size yine teşekkür ederim. İzninizle yazınıza bir ek yapıp size verilen bilgilerden bir kısmının eksik veya yanlış olduğunu belirtmek istiyor bu konuyu da araştırmanızı rica ediyorum. Vakıflar kanunlarına göre hiçbir vakıf malı satılamaz, devredilemez veya el değiştiremez. Bu kurallar bütünü Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresinin anayasa niteliğindeki Kıbrıs Türk Vakıflar Yasaları kitapçığında vardır ve Kıbrıs 1960 anayasası bu kurallara atıfta bulunup bu kuralları tanıyor. Yani kısaca Rumlar tarafından şu an devam ettiği iddia edilen Kıbrıs Cumhuriyetinin dayandığı 1960 anayasasına göre de Maraş’taki vakıf malları anayasaya aykırı bir şekilde el değiştirmiş ve gasp edilmiştir.
Bu konuyu siz de belirttiniz zaten ve bu konuda aynı düzlemdeyiz. Düzeltme Sayın Talat’ın açıklaması ile ilgili. Sayın Talat o sırada elimizde yeterince kanıt yoktu diyor fakat işin aslı bundan farklıdır.
Kardeşim KKTC’de avukatlık yapıyor ve Maraş’taki Türk mallarının tespit edilmesi konusunda komisyon kurulduğu zaman bu komisyon içerisinde yer alıp çalışmalar yaptı. Onunla yaptığım konuşmalarda bu konudan çok umutlu olduğunu ve şüphe götürmez bir şekilde Türk mallarının gasp edildiğini, bunun da çok kolay ispat edilebileceğini söylüyordu. Hatta tapu kayıtlarının kopyasını bizzat kendi gözlerimle gördüm. Burada vakıf malı önce bir Rum’a yasal olmayan bir şekilde devrediliyor, daha sonra bu Kıbrıslı Rum da malını varisine bırakıyordu. Fakat bu çalışma son sürat devam ederken bir gün kardeşimden çalışmanın durdurulduğunu duydum. Sebebini sorduğumda ise bugünkü konjonktürde Rumlarla sürtüşme yaratacak çalışmalar içerisinde olmamak gerektiği düşünülüyormuş(!). Bunu durduran bizzat KKTC’deki CTP hükümetidir. Sayın Talat’ın geç kaldık demeci doğru değildir. Bu çalışmanın yapılmasını bizzat kendileri durdurmuştur.
Bununla ilgili olarak Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresi ile de görüşebilir ve bu bilginin doğruluğunu teyit edebilirsiniz.
Bu konuda elde edip yayınlayacağınız ek bilgi ve yazıların yanlışla doğruyu ayırmada çok etkili olacağını düşünüyor ve bunun Kıbrıs’ta ve Türkiye’de bu ihanete karşı çalışanlara destek olup güç birliği yapmalarını sağlayacağına inancım sonsuzdur. Her zaman dediğim gibi Kıbrıs’ta sadece Talat’lar yaşamıyor.
***
Cüneyt ÖZERDAĞ  
Bu belgeler neden AİHM’ye ibraz edilmedi
YAZIDA bahsi gecen Abdullah Paşa Vakfı bizim ailemiz büyükleri tarafından kurulmuştur. Elimizde olan muhtelif belge ve evraklar arasında 1936 senesinde vakıf evlatlarına (annem ve kardeşlerine) vakfın gelirinden ödenmiş olan gelirlerin makbuzları da mevcuttur.
1938’de Vakıflar İdaresi bu vakfın mütevellisi olan Mehmet Rahmi Beyi mütevellilikten alarak Abdullah Paşa Vakfını mazbut vakıflar arasına almış ve bu zamandan beri de aile büyüklerimiz bu vakıf konusuyla ilgilenmemişlerdir.
Tesadüfen Aralik 2006’da Kıbrıs ile ilgili muhtelif konuları bu arada da Maras’ta açılan davayı okurken Abdullah Paşa vakfının Maraş’ta büyük bir bölgenin sahibi olduğunu gördüm. Bu konuda ailemiz içinde hukuksal haklarımızı almak için gerekli çalışmalara başladık.
Vakfın su andaki mütevellisi Kıbrıs Vakıflar Örgütü ve Din İsleri Dairesi’dir. Türkiye’nin muhatap olduğu bu konuda, bu daire olayları bilmesine rağmen elinde mevcut olan evrak ve belgeleri her nedense ibraz etmemiştir veya belli politik nedenlerden ötürü mahkemeye vermemiştir.
AİHM’ye bu belgeler sunulmadığından dolayı da Türkiye ilk önce Arestis davasını kaybetmiş ve yüksek bir bedel ödemeye mahkum edilmiştir. Ayrıca bu konuda bekleyen Rumların davaları için bu önemli bir örnek oluşturacak, Türkiye’de bu bedelleri ödemekle cezalandırılacak.
KKTC Cumhurbaşkanı Talat ellerinde veriler olduğunu inkar etmiyor, fakat mahkemeye verilmesinin gereksizliğini, fayda getirmeyeceğini iddia ediyor. Ne yazık !!!
Bir Türk olarak topraklarımıza her ne sebeple olursa olsun sahip çıkılması gerektiğine inandığım için bu husustaki yardımlarını ve önerilerini rica ediyorum.
***
Eren SAGAY   13 mart 2007  Gerçek Gündem
Yalçın Küçük, Abdullah Gül’e ne yazdı?
ASAM’ın Kıbrıs uzmanı Sema Sezer, KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın da büyük katkısıyla ortak bir çalışma yürüttü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 1400 dava açan Rumlar, KKTC topraklarında 5 bin mülk ile ilgili hak iddia ediyor.
Bunun ‘pik noktası’ Arestis isimli bir Rum hanımın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne açtığı dava. Arestis, 850 bin Euro kazandı. Peki bu davaların amacı ne?
ABD Başkanı Bush Kıbrıs için, ”Ortadoğu’nun anahtarı” diyor. Fransa Rumlar ile üs pazarlığı yapıyor. Kıbrıs’ın, ‘’stratejik alternatifi” olan Mısır, Kıbrıs kozuna oynamak için, ”petrol çıkarma dümenine” çoktan yattı. Yüzmeyen ”uçak gemisi Kıbrıs’ı” elinde tutan güç İskenderun körfezini ve Ortadoğu petrollerini de ‘masrafsız” kontrol etme imkanına kavuşacak.
ABD, hesaplarını KKTC toprağında yapıyor. Kıbrıs’ın taksiminde kendisini her geçen gün bölgede iktidar tarafından izlenen politikalarla zayıflayan Türkiye’nin yerine koyuyor. İngilizler yıllardır ”üs” aldı oturdu. AB, sorunlara rağmen adayı içine soktu. Demokratik kuralarıyla yalan yere övünen AB, “sorunlu ülkeleri içine üye olarak almama” kuralını çoktan unuttu.. Türkiye, daha doğrusu iktidar Cumhurbaşkanlığı seçimiyle meşgul. Dış İşleri Bakanı aylar önce kendisini ”Rumlar Kıbrıs’ta petrol arayacak” diye uyaran KKTC Dış İşleri Bakanı Serdar Denktaş’a, ”aba altından sopa göstererek” adeta konuşmaması için baskıda bulunmuş..
Neyse…. Konumuza dönelim…
ÜÇ AMAÇ VE MARAŞ
AB, için için Maraş’ın yerleşime açılmasını planlıyor. Sözde Maraş Türk Askeri’nden arındırılarak Turizme açılırsa Kıbrıs’ın tamamının AB’ye ilhakında büyük bir engel aşılmış olacak. Lokmacı geçidi de bunun önemli bir adımı.
AB’ye, Maraş başta olmak üzere mülk davası açan Rumlar, ”KKTC’de Türkler üzerindeki emlak varlığını eritmek, Türklerin Kıbrıs’lı olma özelliğini tartışmaya açmak ve maddi zarar vermeyi” hedefliyor.. Tabii ki AB desteğinde…
KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş yıllardır, ”Dava açılan toprak bizim. Rumlar Türk tapusu üzerine mülk yaptığı için kira vermeli.” dedi ama sesini duyuramadı. Ne demek istediğini ise yıllar sonra tam anladık…
Tez olarak ortaya sürdük…. İnşallah geç kalmadık…
TAPULAR TALAT’IN KASASINDA MI?
ARESTİS isimli Rum kadının AB İnsan Hakları Mahkemesi’nden kazandığı 850 bin Euro’luk tazminatın itirazı 7 Mart’ta doldu.
ASAM’ın Kıbrıs uzmanı Sema Sezer, ”itirazın yollarını” aradı. TRT’den Banu Avar dün yayınlanan Kıbrıs programı ile savunmaya destek verdi…
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Apakan, 7 Mart 2007 öncesi Arestis Davası’na sunulacak belgelerin AB İnsan Hakları Mahkemesi’nde sonuç alamayacağını savundu.
Tapu hikayesi şuydu:
”Maraş ve KKTC topraklarının tamamına yakını Osmanlı döneminden kalma. Arestis gibi Rumların da… Üstelik bu topraklar Lala ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait. Uluslararası hukuk’a göre vakıf tapuları o devlet yıkılsa bile geçerli. Tıpkı İstanbul’daki bazı gayrimüslim mülkleri gibi.”
Yani…
Arestis dahil, Rumlar aslında Lala ve Abdullah Paşa Vakıfları’nın kiracısı. Daha doğrusu işgalci konumundalar…
Türkiye ve KKTC bu tapu örneklerini davada delil olarak sunmadı. Gerekçe, ”faydası olmaz”
Peki tapular nerede mi?
KKTC 2. Cumhurbaşkanı Talat’ın kasasında…
Ve KKTC Vakıflar Genel Müdürlüğünde…
İster inanın ister inanmayın…
YALÇIN KOÇAK’IN NOTER MEKTUBU
Hürriyet’ten Yalçın Bayer 3 Mart 2007 tarihinde Abdullah Gül’e duruma el koyması yönünde çağrı yaptı. ASAM’dan Sema Sezer toplantı üstüne toplantı yaptı… Lala ve Abdullah Paşa Vakfı’nın tapularının noter tasdikli örneklerini getirterek, Abdullah Paşa’nın adaşı Sayın Abdullah Gül’ün bakanlık yaptığı Dış İşleri yetkililerine sundu… Ama kapı duvar.
DP eski Genel Başkanı ve 17. Dönem Milletvekili Yalçın Koçak özellikle milli politikalarda oldukça duyarlı bir insan…
Sema Sezer’den Vakıf tapularını alan Yalçın Koçak, 5 Mart 2007′de Bakırköy’de bir notere gitti. Kendisini tanıttı. Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’e hitaben bir mektup yazdırdı. Lala ve Abdullah Paşa Vakfı tapularının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne sunulmasını tavsiye etti. Durumu kavrayan Noter çalışanları da Koçak’a özel ilgi gösterdi. Hemen kurye çağırdı. Abdullah Gül’e hitaben yazılan mektup yola çıktı.
Birkaç gün sonra Dış İşleri Bakanlığı koridorları Yalçın KOÇAK’ı Abdullah Gül’e hitaben sert bir mektup yazdığı haberiyle çalkalandı. Koridor haberine göre Prof. Küçük, Dış İşleri Bakanlığı ve Müsteşar Apakan’a neden vakıf tapularını İnsan Hakları Mahkemesine sunmadığının, ‘hesabını’ soruyordu…
Sonuçta Türk Dışişleri, ‘yararı yok’ dediği vakıf tapularını mahkemeye sundu…
Abdullah Gül ‘isteğini yerine getirdiği’ Yalçın KOÇAK’I aradı mı? Bilemiyoruz.
Kılıç kalemden keskin ama, hocam ‘yiğidin namı, kendisinden önce yürür’ misali isminizin kılıçtan da kalemden de keskin olduğunu bir kez daha anladık…
Peki Yalçın Küçük’ün Gül’e bir mektup yazdığı nereden mi çıktı?
Anlatayım efendim:
Heyecanlan noter personeli, Yalçın Koçak’ın nüfus bilgileri ile birlikte mektubu hazırladı. Ama küçük bir farkla. İsim olarak mektubun altına Yalçın Küçük ismini yazdı… Acele posta ile birkaç dakika içinde Ankara’ya yolladı..
Allahım sen nelere kadirsin…

25 Ocak 2011 Salı

Yûnus'lardan bir Yûnus "VEHBİ SINMAZ"

Vehbi SINMAZ
TÜRKİYE'DE BİLGİ Mİ EKSİK?   İRADE Mİ?.. 
“Değerli arkadaşlarım, (*)
İnsan ve Kültür Vakfı eski kurucusu ve yöneticisi olmam sıfatıyla biraz önce Ali Naili Erdem beye de takdim ettim, bir kitap neşretmek istiyoruz.
O kitabın ismi de şu:
"Türkiye’de eksik olan bilgi mi, irade mi?"
Bilgi niçin oluşmuyor, nasıl oluşur?
İrade eksikse şayet iradeyi tahrif eden unsurlar nelerdir? Korku mudur, menfaat midir, yoksa fakirlik midir, yoksa bunların hepsi midir?

Fakirliği de ikiye ayırıyorum, bir ekonomik fakirlik, iki kültürel fakirlik.
İkisi bir araya gelince de felâket fakirlik oluyor.
Bu milleti bu hale getirenlerle mücadeleye hazır mıyım?
Değilsem, başkalarını ilgilendirir bu konu.
Geçenlerde Recep Yazıcıoğlu bir yerde konuşuyordu, sözünü bitirdikten sonra söz istedim dedim ki:
“Geçenlerde ben hastalandım, doktora gittim, doktorun dövmediği kaldı beni. “bilmiyor musun hastalanmak suçtur, bu suçun iki cezası vardır, birisi ağrı, sızı ıstırap çekersin, ikicisi de bu ıstırabı çektiğin yetmiyor muş gibi, elini cebine sokup, doktora para cezası ödersin” onun için koruyucu hekimlik esastır. Sağlığı korumak esastır.
“Ben hastalanayım da, sonra çaresini düşünürüz” demek hakkına sahip değiliz.
VEHBİ SINMAZ (solda)14. Dönem Manisa Millet Vekili
Ama oldu bir defa düştük eline doktorun.
Arkasından doktorun para aldığı yetmiyormuş gibi bir de benim kanımı istemez mi? “Etme, gitme doktor; paramı aldın kanımı mı alacaksın” dedim, “evet” dedi “kanını alacağım, kan tahlili yapacağım.”
Değerli arkadaşlar,
Fertler böyle ise, zaman zaman toplumlarda hastalanabilir.
Toplumun hastalanması da bir suçtur belki.
Ama, yarım doktor candan, yarım imam imandan eder derler.
İşte bizi yöneten yarım doktorlar bu milleti canından da edeceğe benziyorlar.
Şimdi ben diyorum ki: Nasıl ben doktora tahlil yaptırmak için kan verme mecburiyetini hissediyorsam, eğer bu millet kendi çıkarı, sağlığı ve menfaati için, kan vermemek de ısrar ederse, vallahi de, billahi de, bu milletin kurtuluşu yoktur.
Öyle bedava kurtuluş yoktur.
Hepinizi hürmetle selâmlıyorum.” (*) 14 Mayıs 2002, İstanbul,
Vehbi SINMAZ: 14. Dönem "Demokratik Parti" Manisa Milletvekili, 
İnsan ve Kültür Ocağı Derneği ile İnsan ve Kültür Vakfı Kurucu Genel Başkanı 
Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı






Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı
Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı
Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı
Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı
Vehbi SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
İnsan ve Kültür Ocağı ile İnsan ve Kültür Vakfı Genel Başkanı

24 Ocak 2011 Pazartesi

Ali Aslan Dumanol // Eğitimci, Düşünür, Yazar

Modern Frankeştayn’lar Gerçek canavarlar, canavarı yaratanlardır.  
Önce "AMANSIZ İNSANLIK DÜŞMANI" Frankeştayn’ı biraz anımsayalım...
50-80 yaş kuşağındaki gençlerimizin(!) mutlaka hatırladıkları korku filmlerinin unutulmaz bir canavar kahramanı. Kendi adı yok aslında. O’nu yaratan doktorun “Dr. Victor Frankeştayn.” Soyadıyla anılıyor. Doktor, ölümsüzlüğü arayıp bulma yolunda ve yaratan olmak rüyasıyla kendini Tanrı sanan manyak bir bilim adamı. Kitabı 1918 tarihinde yayınlanmış. Şaşırtıcı tarafı ise yazarının Mary Shelley adında bir kadın olması.
Gelelim Modern Fankeştayn’ımıza…
O kadar çoklar ki hangisini yazacağını şaşırıyor insan. Günümüzün belli başlı türleri arasında Politikacı, Asker, Bilim Adamı, Yazar, Edebiyatçı, Sanatçı, Hukukçu, Bürokrat, İş adamı ve çok daha şaşırtıcı olan nice başkaları bulunmakta. Dr. Victor yaşasaydı; kendi canavarı korkunç Frankeştayn’ının günümüzdeki versiyonlarının yanında melek gibi kaldığını görünce kafayı yerdi resmen.
Ben EN TEHLİKELİ olanını yazacağım...
Yani GIDA Frankeştayn’larını. Bunlar orijinal Frankeştayn gibi kendini Tanrıya benzetme hevesinden öte, kendilerini Tanrı sanan mega-süper dünya zararlıları. Bunlar muhtemeldir ki, ellerindeki mevcut toprakları değil ekmeye, tuvaletlerine bile yetmeyen, kökten ırkçı ve radikal faşist mutantlardır. Tanrılarını değiştiremedikleri için, Tanrının ürünleriyle (veya doğal seleksiyonla evrimleşmiş natürel gıdaların) ve onun kodlarıyla uğraşıyorlar. Hatta değiştiriyorlar.
İlk hedefleri olan az alanda çok ürün hedeflerine ulaştılar…
Yetmedi. Görüntüsüne de müdahale ettiler. Yetmedi. Rengine de müdahale ettiler. Yetmedi. Kokusuna da müdahale ettiler. Yetmedi. Tadına da müdahale ettiler. Yetmedi. Vitamin, enzim ve elementlerine de müdahale ettiler. Yetmedi. Türün devamı kodlarını içeren çekirdeğine de müdahale ettiler. Yetmedi. Kendisini, tüketenin DNA’sına kopyalayan trans-genleri ürettiler. O’da yetmedi. Ekildiği toprakları de değiştiren, zehirleyen katkılar koydular. Yine yetmedi.
Şimdi ki gizli hedefleri…
IRKLARA GÖRE ayrı etki ve tesir gösteren Biyolojik Gıda Silahları üretmek. Bir başka değişle; ırka göre hazırlanmış, yani yalnızca O ırkı hasta edecek, kısır bırakacak, hatta imha edecek Gıda Silahları üretmek. Tek kaygıları bu gizli zehirli GDO savaşlarından kendilerinin de etkilenmeleri. Görünen odur ki, keşfettikleri şeytan zehrinin panzehirlerini henüz bulamamışlar. Nasıl mı anladım? Eğer bulunmuş ve denenmiş olsaydı bu panzehir KİTLESEL ÖLÜMLER çoktan başlamış olurdu.
Mevcut duruma bakınca çıldırmamak elde değil…
Halen, Tarım ve Köy işleri Bakanlığımızın 115.000 çalışanı var.. 70 üniversitemiz, 30 ziraat fakültemiz ve 50 tarım araştırma enstitümüz bulunmakta. Ne yapar bumlar? Bulmaca mı çözerler? OK’ mi oynarlar… Veya durumun vahametinin farkında olup susarak bu cinayetlere ortak mı olurlar? Daha da ayıbı ise, içlerinde sayısız idealist gençlerimizin de bulunduğu tam 10 bin işsiz ziraat mühendisimizin göz göre göre harcanmasıdır. Ne aymazlıktır ki, veya nasıl bir işbirlikçi ihanettir ki, Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı hale getirilmiştir. Yoksa tüm bu rezaletler üç beş adet saltmış veya kiralanmış züppe siyasetçinin cebi için mi yaşanmaktadır? Frankeştayn tohumların icadı-mucidi ve doğal patronu şeytanın araştırmacıları, genleriyle oynayarak, gül ile limon kokulu domates yetiştirdiklerini gazetelerin Internet sayfalarında gururla yazıyorlar. Saklamıyorlar artık. Habere göre, istediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...
Genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğrudur…
Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok. Yani bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz. Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk. Üstelik bu Frankeştayn tohumlarını toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz. Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.
Acı bir örnek…
Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir. Yani Frankeştaynlar şeytan tohumlarını tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava.... Bu şeytan tohumların içine hastalık yerleştirenler, bu sayede zirai ilaç satımını da garanti altına almış oluyor. Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor. Çok korkunç. Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak. Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak! Şu anda dünyada bu şeytan tohumlarını kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır. İkincisi de biz olacağız.
HENÜZ SONA GELİNMEDİ.
DAHA VAKİT VAR!

Anlayalım, anlatalım, eyleme geçelim. Bildiğimiz kadar ve elimizden geldiğince. Tabii eğer çocuklarımızın da, torunlarımızın da, neslimizin de bu topraklarda yaşamaya devam etmelerini istiyorsak !
Ali Aslan Dumanol
Eğitimci, Düşünür, Yazar 
AMAN SÖZÜN AZ OLSUN, AYDIN OLSUN
IŞIK SAÇSIN, BAKAN KÖRE GÖZ OLSUN!
[UNITED-TURKS] Birleşmiş Türkler Grup Başkanı

20 Ocak 2011 Perşembe

Prof. Dr. Ahmet Berhan YILMAZ

AĞLAMAK İSTER MİSİN?
Prof. Dr.Ahmet Berhan YILMAZ
Prof. Dr. Ahmet Berhan YILMAZ
Ağlamak ister misin?
Akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar,
Her yerde, her zaman,
Ağlamak ister misin benimle?
Her bir hastanın acısına, üzüntüsüne,
Hiç tanımadığın bir evladın, ananın, babanın, kardeşin ölümüne,
Her bir şehit haberi vursun mu seni de kalbinin orta yerinden?
Evine ekmek götüremeyen her babanın acısına ortak olmak ister misin?
Soğuktan üşüyen her bir bebeğin elleriyle üşüsün mü senin de kalbin?
Gözyaşların dolsun mu bir çanağa?
Dönsün mü gözlerin kan çanağına?
Ağlamak ister misin?
Ulaşabildiğin, ulaşamadığın her insanın derdine, kederine, sıkıntısına,
Ama yalnız, ama karşılıksız ve kimsesiz,
Yoksa gözyaşlarına birileri şahit mi olmalı illaki?
Ağladığını ispatlamalı mısın herkese?
Bilmeli mi, görmeli mi milyonlarca insan ağladığını?
Bilmeli mi bütün insanlar nerede, neye, neden ve hatta ne amaçla gözyaşı döktüğünü?
Söyleyebilir misin korkak mısın, zayıf mısın?
Taş kalbinin acısı mı ağlatır seni, yoksa hırsların dayanılmaz baskısı mı?
Yoksa kalbindeki sevgi ve yufka yüreğinin hassasiyeti mi ağlatır seni?
Belki de itiraf edemediğin hatalarına ağlıyorsundur olamaz mı?
Peki, sen gerçekten ağlamak ister misin?
Gel o zaman önce tövbe et.
Yalvar seni yaratana ve ağla günahların için?
Ağla, üzdüğün, kırdığın insanlar için.
Ağla, yaptığın veya sebep olduğun haksızlıklar için.
Ağla, yaptığın her doğru şeye şükredebilmiş olmak için.
Ağla ve rahatla.
Ve sus, kendini, kalbini dinle.
İşte o zaman dünya gelecektir seninle.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Prof Dr Ramazan Demir

“Türk” Kelimesine 
Kimler Karşı..!
Prof Dr Ramazan Demir
Türkiye Cumhuriyetinde artık gerçeklerle karşıtları yer değiştirdi. Örneğin "Türk" kelimesini kullanmak adeta son yıllarda “riskli” bir durum haline geldi; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi ötekileştirilerek ulus devlet fikri karşıtları itibar görmeye başladı...
Genel manzara şudur; Cumhuriyetin temel değerleri sürekli saldırıya maruz kalmakta ve temel felsefesini oluşturan milli (ulusal) devlet fikri “yanlış” değer olarak topluma empoze edilmeye çalışılmaktadır. Her renkli camın değişmeyen ekran bülbülleri, “Türk” kelimesine ve Türkiye Cumhuriyetine tarihi “düşmanlar” kadar hırçın ve pervasızca saldırmaktalar…
İşin ilginç yanı, devleti idare ettiklerini sanan bazı “kinci” ve “sinsi” figüranların da Türk ve Cumhuriyet kavramlarına karşı mesafeli durmaya başlamış olmasıdır. Bunu, “bindiği dalı kesen, ayağına kurşun sıkan cahil insanların yaptığı iştir” diye geçiştiremeyiz; zira bunu yapanlar ne “cahil” ne de “saf”lar; aksına sinsi ve kinci oldukları yönünde yaygın iddialar vardır.
Ekran bülbülleri ve köşe kapıcılarının bu kavramlara karşı duruşları ise çeşitlidir. Bunu yapanlar sadece kendilerine "liberal-demokrat" denilen kesimler olmayıp, “mabet” referanslı kesimler ile kendilerine "sosyalist", "komünist" denilen siyasal kesimler de "Türk" ve “Türkiye Cumhuriyeti” sözcüklerine karşı mesafeli durmakla yetinmeyip saldırıda bulunmayı bir marifet, bir “hak” olarak görmektedirler.
**
Ümmetçiler…
“Mabet” referanslı yazar-çizerlerin ümmetçiliği savundukları biliniyor; onlar için millilik (ulusçuluk)  demek "kavmiyetçilik" demektir... Bu takımın bu telakkileri nedeniyle de “millet” değil “ümmet” fikri temel alınır. Onlara göre ümmeti din, mezhep, tarikat temelinde örgütlenmenin önünde millet (ulus), millilik (ulusçuluk) kavramlarını riskli buluyorlar. Çünkü bu kesimler devlet fikrini “milli devlet” değil de ümmet esasına dayalı “ümmetçi devlet” biçimlerini savunurlar.
Ülkemizde de “siyasal İslamcı” denilen kesimler, “Türk” adını çok mecbur kalmadıkça kullanmazlar; Türk kelimesine karşı ekonomik kullanım ambargosunu uygularlar. Zorunlu durumlarda da “Türk” adını “İslam” adı ile özdeş olarak kullanırlar; örneğin "Türk-İslam Sentezi" anlamına gelecek biçimde kullanırlar. Bu zihniyetin sahiplerinin kafasındaki "Türk-İslam" kavramının içinde “Türk” yoktur; sadece “İslam” vardır, o da ta Osmanlıdan beri gelen devlet siyaseti olan “Sünni İslam” anlayışıdır…
Türk-İslam sentezindeki kasıt sadece Sünni mezhebin siyasal yapısı vardır; diğer mezhepler bu kavramın dışındadır. Örneğin; Şiiliği, Şafiliği, Bektaşiliği, Aleviliği bu kapsamın içinde görmezler…
**
Esir sosyalistler…
“Siyasi İslamcılar” böyledir de, kendilerini "sosyalist" ya da "komünist" olarak ifade eden kesimler farklı mı?
Onlar da "Türk" kelimesini kullanmada son derece “cimri” davranırlar. Bunun çeşitli sebepleri olabilir; ancak Türkiye’deki temel sebeplerinden birisi; radikal sol ideolojinin bazı etnik ırkçılığa “esir” düşmesidir.
Sol düşünce savunucuları üzerinde etken olan bu etnik ırkçılık "Kürtçülük" tür; sol düşünce üzerinde baskın bir hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya adeta bir post-modern feodalizm şeklinde uygulanır... Sosyalist ya da komünist ideolojiyi savunan birisi Kürt kelimesini kullandığı rahatlıkta Türk kavramını rahat kullanamaz. Savundukları sol ideolojinin temel öğesi olan Türk işçileri, Türk köylüleri, Türk emekçileri olsa bile…
**
Peki, uluslar arası literatürde “sosyalist” ya da “komünist” terimleri kullanılırken nasıl ifade ediliyor? Örneğin Sovyetler Birliğinde; "Sovyetler Birliği Sosyalisti / Komünisti" mi deniliyor?
Hayır; "Rus Sosyalistleri, Rus Komünistleri" deniliyor…
Örnek-2; Batı Avrupa ülkelerinden her hangi birini alalım; “Almanya Sosyalisti / Komünisti “ ya da "Fransa Sosyalisti / Komünisti" mı deniyor?
Hayır; "Alman sosyalisti / komünisti” ya da “Fransız sosyalisti / komünisti" denilmektedir.
Bu ülkelerde ideolojik bağlamda dahi olsa milletin adına vurgu yapılmaktadır. Rusya ya da Batı Avrupa ülkelerindeki bu “sol” etiketli kesimler kendi milliyetlerini, milli kimliklerini kullanmakta “cimri” davranmıyorlar da bizdeki “sol” yakalıklar neden “Türk” kelimesinden kaçındıklarını anlamakta zorlanıyor insan…
"Türk sosyalisti, Türk komünisti" kavramını rahatlıkla kullanamıyorlarŞayet kullanacak olsalar hemen “ipotekçi Kürtçüler” tarafından "şovenist”, “ırkçı” olarak damgalanırlar.
Ama kendileri “Kürtçü” ırkçılık yapmalarından geri asla durmazlar… İşin ilginç yanı ise millici olan insanları “ırkçılıkla” suçlayarak kendi gafları “Kürtçülük” ırkçılığını gizlediklerini sanırlar… Öyle ya her şeyi “terörle” çözeceklerini sandıkları gibi “söylem kandırmacısı” ile de devam etmek istiyorlar…
Sonuç olarak; ister “sol” ister “mabet” referanslı kalemşorları, köşe kapıcıları, medya patronları olsun bu “Kürtçü” ırkçılık hegemonya oltasına takılmaktadırlar; ister bilerek ister bilmeyerek…
Türk Milleti de böylece baskı altına alınarak sindirilmeye çalışılmakta; sürekli kışkırtma, sürekli hakaret içerikli söylemlerle Milletin sabır sınırları zorlanmaktadır...
Çare mi?
Milli devlet anlayışına dönüştür…
19.1.2011

18 Ocak 2011 Salı

Haluk TARCAN; "İŞTE KIBRIS, MİLLİ DAVA VE 'YAVRU VATAN' GERÇEĞİ"

 
"ALAŞYA (Batı merkezli dünya tarihine göre göre) KIBRIS'ın, bilinmeyen, daha çok da bilinmek istenmeyen tarihi... Okuyunuz, okutunuz ve lütfen dağıtınız. Saygılarla, Halûk Tarcan"
Başbakan (KIBRIS konusunda Merkel'e) ne demişti?..
İşte "KIBRIS" Gerçeği
            Türkler,i geçimsizlikle suçlayan sn.Angela Merkel’e Başbakanımız “ tarihi öğrensin” demişti…sayın Schröder de, Merkel’in “Tarih öğrenmesine gerek yok” diye cevap vermişti...
Tarihi öğrenmelerine her ikisinin de ihtiyacı vardır…Hem de nasıl, Tüm batılılarla birlikte?.
Tarihe, Önce insanlık açısından bakalım: Tüm Hristiyan dünyası, Noel bayramıyla sabahlara kadara eğlenirlerken Makarios’çular, fırsattan istifade, Türkleri yok etmek için – geleneksel çabaları çerçevesinde katliama giriştiler ve önce 3 çocuğu evlerinin banyo odasına kadar kovalayıp, banyo küvetinde katlettiler. Sonra da, kuzey Kıbrıs’da Türk katliamına devam ettiler ve de Katliamlara karşı çok hassas olan (?) Batıdan, alkışlar sessiz olduğu için, hiç ses çıkmadı.
Jeoloji’ye bakalım : 
Kıbrıs adası, Anadolu’nun, İskenderun körfezinden kopmuş olan bir parçasıdır, Anadolu’ya 60km. Yunanistan’a , 600km. uzaklıktadır.
Adanın tarihi adı -Merkel-Schröder ikilisi, bunu çok iyi bilmeliler- ALAŞ/ya’dır.  
Bu ad, Kazak, Kırgız, Tatarca’da ülke, ulus anlamını verir; Teleutlarda, büyücünün tılsımlı sözüdür.  
Orta Asya Türk tarihinde bir ALAŞ HAN vardır, (6/12) y.yıllar arasında ALTI ALAŞ devletini kurmuştur; Bunun öteki adı DEŞT- KIPÇAK’tır: Urartu- iskit Konfederasyonu. (K.Mirşan)… 
Kazaklar 1917’ihtilâlinden sonra ALAŞ ORDA devletini kurmuşlar. Sovyetler 1919’da bu devlete son vermişlerdir. (Hasan Oraltay, ALAŞ,Türkistan Türklerinin Millî İstiklâl parolası Türkeli y. 1973) 
Kıbrıs’ın ilk adı ALAŞ’YA , ALAŞ ülkesi demektir; 
Bu adı, "1956 Gallimard baskılı, İncil Cilt I’in, incien Testament (Ahd-i atık)'in 31’nci sahifesinde okuruz.  
Kıbrıs’a, ALAŞYA adını verenler, adaya İ.Ö.1400’de ayak basmışlardır. (H.Oraltay).  
Yunan tarihçileri adanın tarihî sahiplerı olduklarını iddia etmek için,Yunan öncesinde adaya ilk ayak basanların   İ.Ö. 56 tarihinde MiNOEN’ler olduğunu hasır altı ederler (G.Ville, Petit Larousse 1996) 
Tarihte adaya ilk ayak basanlar, Yunanlı arkeolog, Lefkoşa müzesi müdürü P. Dikaos’un bilimsel araştırmalarına göre: İ.Ö.6.000’de Anadolu’dan gelenlerdir.(P. Demargne, Naissance de l’Art Grec,Gallimard, 1964 Paris). P. Demarge devam eder : Kıbrıs der, Kökenini, Orta Asya’dan (yani Türkistan’dan) alan Anadolu Kültürünün devamı olduğunu gösterir.  
Araştımacı Halûk Berkmen Paris’ten gönderdiği mektupta E. Doblhoffer’in Voices of Stons adlı kitabın 231’inci sahifesinde “Kıbrıs dilinin ne Yunan’ca, e ne Semitik ve ne de Mısırca olduğu (yani olmadığı) anlaşılmıştır diye yazar… Kıbrıs alfabesinin Yunanca olduğu iddiasına rağmen, bu alfabeyle hiç bir Yunanca metin çözülememiştir.  Ayni kitabın 236’ncı sahifesinde verilen Kıbrıs alfabesinde harf zannedilen şekiller, damgadırlar ve bunlardan 25’i doğrudan Ön-Türkçedirler.  
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler Kıbrıs’ın köken kültürünün Ön-Türk olduğunu ispatlamaktadırlar. 
İş bununla da kalmıyor :  
Yunanlılar, Afrodit’in Yunan Mitolojisine ait olduğuna tüm dünyayı inandırmışlar ve kendine özgü bir kültürle tarihi ayak basamamış olan Batı, kökenini Yunan kültüründe bulduğu için Afrodit’in Yunanlı olduğunu, GÖZ GÖRE GÖRE kabul etmiştir.  
İşin bilimsel yönü şudur:Aşk tanrıçası, Afrodit değil, KIBRISLI AMATHİOS’tur. 
Bu adın Yunanca anlamı verilememektedir… Her ne kadar çok sayıda yakıştırmalar ileri sürülüyorsa da, Ortada AM+ATA+OS vardır. İki harften oluşan ilk hece, SEVGİ demektir. Lâtince ve İtalyanca’da AMARE; sevmek, AMORE aşk kelimelerin kökünü oluşturur ; Etrüskler tarafından İtalya’ya götürülmüşlerdir. 
ATA, anlamını söylemenin gereği yok…OS ise YÜCE demektir. 
Sonuçta ortaya, YÜCE SEVGİ ATASI çıkar.. 
Yunancaya uydurmak için ATA’nın son (A) sı kaldırılmış yerine (Hİ) konmuştur. 
Demek ki, Büyük Fransız araştırmacı Pierre Demargne ve Lefkoşa Müze müdürü Dikaios’un Anadolu ve Orta Asya kökenden söz etmesi doğrudur.  
Şimdilik bu kadar diyeceğiz ; Daha, üzerinde durulacak olan RUM kavramı ve HRİSTİYAN ORTODOKS kültürü vardır.  
Sayın Angela Merkel ve sayın Schröder’i hayâl kırıklığına uğrattığım için nezaketen özür dilerim.. 
Aslında, YETER ARTIK, Batı merkezli Türk tarihini yutmuyoruz demek isterim…
Türk ülkelerini yeterince kana buladınız… 
Kıbrıs alfabesindeki 25 Ön-Türkçe damgadır.  
Halûk Tarcan Bilimsel araştırmacı(CNRS-Paris)  
Mecidiyeköy 13/01/2011

Prof. Dr. Muazzez İlmiye ÇIĞ

Prof. Dr. Muazzez İlmiye ÇIĞ
12 HAZİRAN 2011 "Parlâmenter" SEÇİMLERİNDE NE YAPMALI?...
Vatanın bu günkü durumuna içi yanıp düzeltmek isteyen Partilere bakıyorum  durmadan yeni partiler ortaya çıkıyor. 
Seçim yapıldığında, halkımız hangisine oyunu vereceğini şaşıracak, oylar yine AKP ye gidecektir. Çünkü  onun maddi ve manevi bakımdan arkası çok kuvvetli .
Ben bir siyaset insanı olmadım. 
Bu demek değidir ki, siyasetten uzak kaldım. Devrimimizi başından bu güne kadar izleyen, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu  düşünen bir insanım. Gençlerimiz  ve halkımız kuran kursları ve İmam hatiplerle   dinli dinsiz, türbanlı türbansız diye ayrıldı. Töre cinayetleri aldı yürüdü.   Korkunç bir şekilde iç savaşa doğru gidiyoruz. Dışarıdakiler de bunu dört gözle bekliyor ve olması için ellerinden geleni esirgemiyorlar. İçimizdeki hainler de onlardan aşağı değil. Bunları görmemek için artık kör olmak gerek. 
Peki ne yapalım?  
Herkes bunu soruyor. 
Ben de sordum ve soruyorum hep. 
Sonunda  kendime göre bir çözüm yolu buldum:
"Kanımca şimdi ayni siyasal düzeyde olan, yani ülkenin laik, bağımsız ve Atatürk’ün ön gördüğü bir ülke olmasını candan isteyen partiler birleşmeli.  Başkanlardan bir milli konsey teşkil edilmeli. 
Hiç biri ben baş olacağım hevesine düşmemeli. Bu konseyin üstünde  onu denetleyen  Sayın Necdet Sezer veya Sabih Kanadoğlu gibi dürüstlüğü ile tanınmış birisi  olmalı. 
Konsey üyeleri daha başından mal varlıklarını açıklamalı. 
Açık bir program hazırlanmalı. Konsey üyeleri arasında yapılacak işler bölünmeli ve sıkı bir işbirliği arasında çalışılmalı. Borçlar nasıl ödenecek, varlıklarımız nasıl değerlendirilecek, milli eğitimimiz nasıl düzenlenecek, açıklanmalı. Demokrasiye karşı yapılan kanunlar düzeltilmeli. 
En önemlisi Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi din adamlarımızdan dinimizin doğru anlaşılması için yaralanılmalı. 
Halkımız İmam Hatiplerde ne yazık ki, cahil yetiştirilen din eğitmenlerinin elinde dinle ilgili olmayan yalan yanlış bilgilerle eğitiliyor. 
Bütün bunları göz önüne alacak, böyle bir partinin veya kuruluşun seçimi kazanacağından kuşkum yok. 
Seçim kazanılıp bir devre Atatürk’ün önerdiği ve ülkemizin şartlarına göre devlet rayına oturtturulduktan sonra ikinci veya üçüncü devrede isteyen partisini alıp kendi başına siyasetini yürütebilir. 
Bunlar hangi partiler olabilir? 
Laikliği pek anlamayan ve çeşitli yolsuzluklarla kirlenmiş partiler olamaz. . Yeni kurulan ve ya yalanla, hırsızlıkla kirlenmemiş ve ayni çizgideki partiler olmalı. İşçi Partisinin böyle bir kuruluşa katılacağını zannediyorum. Hak ve Eşitlik Partisi, Tuncay Özkan’ın, Mümtaz Soysal’ın partileri ile CHP olmalı, CHP Ben yalnız gireceğim seçime derse kazanmasına olanak olmadığını anlaması gerek. 
Abdullatif Şener’in kurduğu parti de buna katılabilir. 
Çünkü o gerçek imanlı dürüst bir kimse olarak görünüyor. 
Bu partilerin bunu kabul edip etmeyeceklerini bilmiyorum. Herkes, ben ondan üstünüm, derse olamaz.  Ama Kurtuluş savaşı zihniyetiyle vatanımızın bugün buna ihtiyacı var, düşüncesiyle kalkışılırsa  olur." 
Saygılarımla.   
Prof. Dr. (Türkolog) Muazzez İlmiye Çığ   
15.12 2010

17 Ocak 2011 Pazartesi

Profesör Dr. Ata Atun, KKTC

Ankara Mahkemesinin Kararı, Mülkiyet Konusundaki Zemini Değiştirecek 
Yurdagül Beyoğlu, Haberdar gazetesi, KKTC, 17 Ocak 2011
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Mira Ksenidis – Arestis isimli Rum’un, babasından kendisine miras kaldığı iddiasıyla yaptığı başvuruyu 885 bin Euro tazminata bağladığı Maraş’taki mülkün, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce “Abdullah Paşa Vakfı’na aittir” kararının çıkmasının mülkiyetin zeminini değiştireceği belirtildi.
Profesör Dr. Ata Atun,  
Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin, Arestis’in talep ettiği Maraş’taki mülkün Abdullah Paşa Vakfı’na ait olduğu ve davayı açan 23 kişiyi de “Abdullah Paşa Vakfı Evladı” olarak tescil etmesi kararını değerlendirdi. Konuyla ilgili olarak 2006 yılında Abdullah Paşa’nın varisleri ile İstanbul’da görüştüğünü anlatan Atun, o günden mahkeme kararına kadar olan süreci aktardı.
KİRA MAKBUZLARI VAR
“2003-2005 yılları arasında, Annan Planı görüşmeleri olurken ART’de program yapıyordum. O programda “Filan vakfın varislerini arıyorum” diye çağrı yapmıştım. Aradan 1 yıl geçmeden bana döndüler. 2006 yılında İstanbul’da Abdullah Paşa Vakfı’nın varisleri ile görüştüm. Soyağaçlarını çıkardılar, Maraş’taki Abdullah Paşa Vakfı’ndan 1932 yılına kadar aldıkları kira makbuzlarını gösterdiler. 20-25 kişilerdi” diyen Atun, emin olduktan sonra Ankara’ya giderek Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Apakan’la görüştüğünü kaydetti.
MAĞUSA MAHKEMESİ’NDE DE AYNI KARAR ÇIKMIŞTI
Müsteşarla görüşmesinin ardından avukat Aslı Eren’le konuştuklarını anlatan Ata Atun sözlerini şöyle sürdürdü: “Aslı Hanım’la Vakıf konusunu görüştük. Sonra Kıbrıs’a geldim. Kıbrıs’tan Aslı Hanım’a Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakfı’nın Gazimağusa Mahkemesi’ne açtıkları 271/2000 ve 272/2000 numaralı tespit davalarını gönderdim. Abdullah Paşa Vakfı’nın davası 27 Aralık’ta, Lala Mustafa Paşa Vakfı’nın davası ise 28 Ocak 2002’de bitmişti. Her iki mahkeme kararında da söz konusu taşınmazların bu iki vakfa ait olduğu kararı çıktı.
Bunları varislerin soy kütüğüyle birlikte Aslı Hanım’a gönderdim. Bunların ardından Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açıldı. 2009 yılında dava devam ederken Avukat Aslı Hanım, dosyanın bir kopyasını bana gönderdi. Buradaki vakıflara da başvuru yapıldı”.
TAPULAR 80 ÇUVAL İÇİNDE, MARAŞ’TA BİR OTELDE BULUNDU
2009 seçimlerinin ardından, Osmanlıca diline vakıf 5 kişilik uzman ekibin 1872’den 1974’e kadar olan tüm tapu kayıtlarını taradıklarını belirten Atun, Mağusa’nın tapu kayıtlarının Mağusa’daki dairede, Osmanlı’dan kalma tüm koçanların ise 2002 yılında, 80 çuvalın içinde, Maraş’taki bir otelin bodrum katında bulunduğunu kaydetti.
ARESTİS’İN KOÇANI ÇUVALDAN ÇIKTI
Atun, Arestis’in koçanının da oradaki çuval içinden çıktığını, Arestis’in mahkemeye koçan sunamaması üzerine Rum İçişleri Bakanlığı’na giderek “bu mülkün sahibidir” diye bir kağıt aldığını söyledi. “AİHM koçan talep edecek. Dava sonuçlanana kadar Türkiye tazminatı ödemeyecek” diyen Atun, Arestis’in tapusunda yazanları açıkladı.
VAKIF MALI BİR GECEDE ARESTİS’LERİN OLMUŞ!
Tapu belgesinde, konu mülkün 15 Eylül 1913 yılında, Abdullah Paşa Vakfı tarafından Arestis’in dedesine verilmiş gibi gösterildiğini, bunun mümkün olmadığını kaydeden Atun, gerekçeleri şöyle açıkladı: “O dönemde İngiliz hükümeti, vakıf mallarının 10 yıl kullanan kişilere tapulaştırılacağı yönünde emirname çıkardı. Fakat bu emirnamenin içine mülhak malları konmadı. Bunu şöyle açıklayalım: 3 türlü vakıf malı var. Aile vakfı, icareteyn ve mülhak. Tapulaştırılacak olanlar aile vakfı ve icareteyn olanlardı. Mülhak değildi. Mülhak, ‘Allahın malı’ demek. Bu nedenle hiçbir fani satamıyor. Bu, uluslararası kural. Sadece Osmanlı’da değil, tüm Avrupa’da böyle. Arestis’in koçanında ‘mülhak’ yazısını göreceksiniz. O yüzden bu mülkün Arestis’lere verilmesi mümkün değil”.
CTP HÜKÜMETİ ‘RUMLARI ÜZMEYELİM, UNUT BUNLARI’ DEDİ
Konuyu, belge ve koçanlarla birlikte CTP hükümetinden bir yetkiliye götürdüğünü anlatan Atun, kendisine, “Rumları üzmeyelim, müzakereleri zora sokmayalım, unut bunları” dendiğini, dönemin Vakıflar İdaresi Genel Müdürü olan hanımın kendisine yanıt bile vermediğini, o yüzden tüm çalışmaların 2009 yılına kadar donduğunu vurguladı.
KIBRIS’IN YÜZDE 30’UNDAN FAZLASI VAKIF MALI
Profesör Atun, 2009 seçimlerinin ardından konuyu yeniden ele aldıklarını anımsatarak şöyle dedi:
“Sonra Osmanlıca’yı anadili gibi bilen bir ekip geldi. Tüm tapuları taradılar. Kıbrıs’ın yüzde 30’undan fazlası vakıf malı çıktı. Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa vakıflarının arazilerinin büyüklüğü 80 bin dönüm. Maraş’tan başlıyor, Pile, İngiliz üsleri derken Larnaka’ya kadar gidiyor. Kıbrıs’ın sahip olduğu iki milyon dönüm arazinin yaklaşık 20’de biri Abdullah Paşa Vakfı’na ait”.
TÜM DENGELER DEĞİŞECEK
Kıbrıs’ta Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakfı’nın haricinde 150’ye yakın vakıf daha bulunduğunu anımsatan Atun, Kıbrıs’taki kullanılabilir alanın yüzde dört buçuğunun vakıf malı olduğunu vurgulayarak, Ankara’dan çıkan kararın tüm dengeleri değiştireceğini sözlerine ekledi.
Yurdagül Beyoğlu,Haberdar Gazetesi
KKTC, 17 Ocak 2011

3 Ocak 2011 Pazartesi

Prof. Dr. Akif Çukurçayır




ERDEM ÖĞRETEN 
BİR DELİ’NİN (!) HİKÂYESİ
Prof. Dr. Akif Çukurçayır (*)
Prof. Dr. Akif  ÇUKURÇAYIR
Bazen normal olan anormalleşir. 
Herşey anormalleşince, normal diye bir şey kalmaz... İstisnalar kaideyi (kuralı) bozmaz deriz... 
Bir de bakarız ki, istisnalar yaşam biçimi olmuş, artık kuralı kaideyi kimse hatırlamaz olmuş...
Hukuk güya vardır. Ama hukuk o kadar farklı yollardan ihlal edilir ki kalbura döner... Ama yine de birileri çıkıp der ki, “hak var, hukuk var...” Hukuk, günümüzde en iyi manipüle edilen alanlardan birisi... Baksanıza, herkesin hakimi, savcısı ayrı neredeyse... “Benim hâkimim, benim mahkemem” sözlerini sık sık okuyoruz basından...
Neyse, bugün başka bir hikâye anlatacağım... Başlığa “Bir Deli’nin (!) Hikâyesi” dediysem de, anlatacağım kişi deli falan değil... Fakat biraz öyle tanınıyor...
Birkaç yıl önce, telefonla beni aradı bir kitabımı alıp halka dağıttığını falan söyledi... Yani böyle bir konuşmaya “şok” olmazsınızda ne yaparsınız... Herkesin kitaptan kaçtığı bir çağda, adamın biri yüzlerce kitap alıp dağıtıyor... Başka yazarların kitaplarını da bana hediye etti.. E, tabi bu harekete bakıp adama deli dersiniz... Halka niye kitap dağıtasın be adam?
Bahsettiğim kişi, Bodrum Turgutreis’de yaşıyor... Adı, Galip Baran… Yetmişli yaşlarda... Herkese göre O bir deli... Emekli olunca kendini toplumsal işlere adamış (!)... Ama dedim ya çoğuna göre o bir deli...
Yaptığı işlerden bazı örnekler anlatayım... Deli olup olmadığına siz karar verin...
Kendini “bilinçolog” diye tanımlıyor.
Hatta kendini “Bilinç Üniversitesi Rektörü” diye tanımlıyor.
Şu kavramların güzelliğine bakınız… “Bencillik yerine, sencilliği içselleştirmeliyiz!” diyor.
Mesela, bütün yazarlara, sanatçılara, Cumhurbaşkanına, Başbakana, Meclis Başkanına, Genelkurmay Başkanına... Aklınıza hangi kurum ve yetkili gelirse, o kurum ve kişiye mektuplar yazıyor... Bu mektuplarda, toplumsal sorunlara, haksızlıklara, adalet arayışlarına yer veriyor ve bunları da yayınlıyor...
Mesela, “kırmızı ışıkta dur!” kampanyaları düzenliyor... Birçok şehirde yanına aldığı gençlerle halkın dikkatini çekmeye çalışıyor... Trafik kurallarına uymanın önemli bir uygarlık göstergesi olduğunu anlatmaya çalışıyor...
Mesela, yerlere “izmarit” ve diğer çöplerin atılmaması için kampanyalar düzenliyor... Bunların çoğu yerel ve ulusal basında defalarca yer aldı...
Toplumsal ve siyasal sorunlarımızın temelinde insani zaaflarımızın olduğunu herkese ve heryere duyurmaya çalışıyor... O’na göre bütün sorunların kaynağında “bencillik” var... Herkes, hoyratça kendi rahatı için başkalarını ve toplumu feda edebiliyor... 
O halde çözüm nedir?
GALİP BARAN
Çözüm, günümüzde artık neredeyse hiç yaşamayan ve çoğuna göre “antikalaşmış” özverili olma... 
Kendisinin ifadesine göre, 
Sorun bencillik, çözüm sencillik
... Eskilerin kullandığı kelimeyle “diğergamlık...” Kendinden önce başkasını ve toplumun yararını düşünmek... Artık bu düşünce ve duygular, “antika...” Eskiciler çarşısında ya 
bulunur ya bulunmaz... O yüzden de, böyle insanlar deli...
Bırakın özverili ve diğergam olmayı, insanların en kutsal duygularını kullanarak, insanların varını-yoğunu elinden alan, kanını emen haşeratla dolu etrafımız... Oysa, diğergamlıkta, bu toplumun neredeyse “kutsalları” arasında idi...
Bir de, yaşadığı kentte bir “Belediye Takip Merkezi” kurduğunu söylüyordu... Belediyenin kararlarını, etkinliklerini ve yanlışlarını izleyip halka duyuruyordu... Elbette belediyeler böylelerini sevmez... Ama o kadar harika bir fikir ki, keşke her kentte bir “Belediye Takip Merkezi” kurulsa... Halkın ve devletin kaynaklarını, holdinglere, şirketlere ve bilumum akrabaya “peşkeş” çekenlere göz açtırılmasa... Nerdeeeee....
Bahsettiğim bu deli (!) diyojen gibi... Delice aydınlatma hummasına tutulmuş ve bir delice şey daha yapmış... Okuyunca belki çok güleceksiniz ama, bana göre olması gerekeni yapmış... Kendince sanal bir “Bilinç Üniversitesi” kurmuş ve kendini onun rektörü ilan etmiş...
Bana göre toplumdaki anormalliklere, bilinçsizliklere ve aptallıklara verilecek en güzel tepki... Biraz Hoca Nasreddin tepkisi gibi... Adı bile muhteşem, “Bilinç Üniversitesi.” Zaten bazı düşünürler, bu çağı “aptallıklar çağı” olarak tanımlamıyor mu? Adeta uyuşturulmuş bilinçlerle varlığın ve yokluğun farkında olmayan, hayatını sorgulama mecali kalmamış zavallılardan oluşan bir topluma verilecek en iyi uyarı: Bilinç Üniversitesi... En fazla neyin eksiği yaşanıyor, canım memleketimizde? Elbette, “bilinç!”
Bu adam, evet deliliğe çok yakın... Ama, acaba yaptıkları ve söyledikleri kaybettiğimiz, unuttuğumuz, üzerine asit döküp yok ettiğimiz, bizi biz yapan değerlerimiz olmasın...
Çalmak, çırpmak, kayırmak, rantiye ve şantiye kurmak akıllılık da, toplumu bilinçlendirme çabaları delilik mi?
Kim bilir, belki öyledir!
Kim deli, kim akıllı?
(*) Prof. Dr. M. Akif Çukurçayır/Yurttaşsız Demokrasi/Çizgi Kitabevi
Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR
Selçuk Üniversitesi, KONYA
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE zaman: 07:20 0 yorum
BAKINIZ LÜTFEN ::: www.bilinc-universitesi.blogspot.com