21 Kasım 2012 Çarşamba

13 000 YILLIK TÜRK YURDU ANADOLU

ANKARA’NIN TAŞI VE
13 000 YILLIK TÜRK YURDU 
ANADOLU
HALÛK TARCAN
Atam, sen,
Biz Türkler Orta Asya’daki ki büyük bir içdenizin kenarında doğduk o bizim Anayurdumuzdur,.
Sonra o denizin kurumasıyla dünyanın dört bucağına dağıldık dedin…
Senin kuşağın Türk tarihini böyle öğrendi…
Bunu sen bulmuştun…
Araştırsınlar diye Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ni kurdun. Ama 10 Kasım 1938, dokuzu altı geçe, O denizi kuruttular, dünyayı Türk yaptı dediler…
Sana inanmadılar…
Batı’ya Türk Tarihini öğrensinler diye gönderdiklerin sana ihanet ettiler…
Türkçe bilmeyenlerin yazdıklarına biat ettiler, üstüne tüy kondurmadılar.
Fakat bir Uygurlu çıktı, orada beş içdeniz vardı dedi ve saydı:
Uçuğıltır köl, Om-Oğ, Obıl uçı, Uçuğuy köl, Oğ-Ur…
İnanamadılar
Sen,
Orta Asya, Anavatan,
Anadolu, ikinci vatan,
Girit, üçüncü vatandır dedin…
Dinlemediler bile!..
Batılı bunu kabul etmez, Batı doğru söyler, söylediği doğrudur…
Bize, Batı’nın “okey”i gerektir dediler!..
Uygurlu, Orta Asya’da kaya resimleri, yazı var, atalarımız yazıyı buldu dedi…
VE yazıları okudu…
Alay ettiler…
Ama tersini ispat edemediler…
Çünkü Türkçe bilmiyorlardı!.
Anadolu’da kaya resmi, Yazı var dedi…
Bunlar M.Ö. on üç bini (13.000) gösteriyor,
Atalarımız Doğu Anadolu’ya bu tarihte ayakbastı dedi…
Yazıları okudu… 
Sinirlendiler, hayaldir bu…
Biz, Anadolu’ya 1071’de geldik Batı öyle söylüyor, dediler
Okunamayan Girit yazısını okudu…
Atalarımız yazmışlardı dedi, ayni adam, senin gerçeği keşfetmiş olduğunu ispat etti… Hiç renk vermediler.
Derken, Ankara’nın Güdül Salihli köylüsünden Cemil Söylemezoğlu haykırdı... Heyyyy…
Güdüllüler uyanan…
Biz Anadolu’da beş bin yıldan beri varız… 
Bunu servet Somuncuoğlu duydu, ekip kurdu, gittiler, gördüler
Kaya resimleri ve yazıları keşfettiler…
Tam beş bin Kaya resmi ve yazı…
Ama, Atalarımızın Türkçelerini bilmediklerinden okuyamadılar…
Okuyana – Batılı olmadığı için – başvurmadılar. Bir Göktürk yazısı tutturmuşlar gidiyorlar…
Harfler Orhun’daki yazıların ayni imiş…
Orhun öncesini bilmediklerinden orada kaldılar….
Daha çok bekleyecekler…
Çünkü, Damgaları,  harf sandılar…
A,B diye okudular, AT, ÖK diye okuyacaklarına…
Orhun’dan önce, Açıktaş, Uluğ-kem, Işub-Oq, Uw-On Etrüsk, İskit, yazılarının Varlığına sırtarını dönmüşler…
En son yazı, Orhun’a takılıp kalmışlar, Onu ilk sanıyorlar…
Zaten, Batı dillerini çok iyi biliyorlar, ama, Kırgızca, Yakut, Uygurca , kısacası Orta Asya Türkçeleri onların yabancı dilleri gibi…
Fakat,
Sezar’ın Hakkını Sezar’ a verelim...
Nihayet; Türk Tarihinin yeniden yazılması gerektiğini kabul ettiler..
Yıl 2011…
Biz bunu 1988’de söylemiştik.
Atam, sen ne diyordun,
Biz Anadolu’da en aşağı beşbin yıl önce varız..
Yıl 1930 idi.
Bunu arasınlar diye Türk Tarih Tetkik Cem’iyeti kurulmuştu…
Ama o cemiyet, Türk Tarih Kurumu, Sana inanmadı….
Türkçe bilmeyen , nalıncı keseri Batılının kalem aldığı Tarihi kabul etti…
Batı kalemi, Türk Tarihini değil, Batı çıkarları tarihini yazdı..Sevr’e yol gösterdi,
Binyetmişbiri, kabul ettirdi.
Sen ne diyordun,
Behemahâl (zaman kaybetmeden) Türk tarihi yazılmalıdır..
Biz beş bin yıldır Anadolu’dayız…
10 kasım saat dokuzu altı geçe sözünü dinlemez oldular…
Kemikleştiler
Atam, artık rahat uyu…
Söylediklerin doğru çıktı…
Hem de daha fazlasıyla…
Beşbin değil, onüçbinden beri Anadolu’dayız…
Dediğin gibi, Anayurttan dünyanın dört bucağına gittiler, Yazıları ve yazıların içeriğini Ata kültürünü öğrettiler, Dip kültürü oluşturdular…
Artık, Ok yaydan çıkmıştır…”Türk Gerçeği” ortadadır.
Ruhun Şad olsun ATAM…
Ebedî uykunu artık  rahat uyu…
Türk’lüğünü inkâr edenler seni rahat bırakırlarsa?..
Halûk Tarcan,, 10 Kasım 2012
***
Not. Kaya resmi ve yazıt, Sermet Somuncuoğlu’nun izniyle, son çıkan “Damgaları Göçü” , Ankara, Güdül kaya resimleri adlı kitabından alınmıştır…
(AC YAPI’nın bir kültür hizmetidir)
***
Teşekkürler, çok iyi tertiplemişsiniz, Ama, bana değil, dağları, taşları, mağaraları , bakırları, demirleri,camları, derileri yazıtlarıyla dolduran…Biz, tarihten önce vardık  Tarihten sonra da varız diyen Ön- Atalarımıza  teşekkür edin…Onları, tanıyın, tanıtın , yayın artık başını eğik olmasın, kendinize güvenin, çalışın , öğünün…
H.T. [HALÛK TARCAN, 22 Kasım 2012, Perşembe] 
***

Original Message --From: lale gurman
Sent: Friday, November 23, 2012 5:05 PM // Subject: 
SAYIN HALÛK TARCAN'DAN OKURLARINA..
ÖZEL....
***
Sayın okurlarıma 2012’de 4 cilt olarak basılmış ve satışa arz edilmiş kitaplarımı tanıtırım… 
Saygılarla… Haluk Tarcan
Ön-Türk Kültürü..
Türk Kültürü ve TürkTarihi doğduğu yerde, Orta Asya’da ve Doğduğu Dilde, Türkçe ‘de aranır ve araştırılır.
Resmî Tarih Batılılar tarafından, Batılı çıkarlarına göre ve genelde tercüme yoluyla araştırılmış ve yazılmıştır; eksiktir, yanlıdır ve kökenden mahrumdur.
Tarihimizin yeniden yazılması gereğini 1980’de ileri sürmüştük. Bu fikir 2012’de kabul gördü.
Ön-Türk Kültürü çalışmalarımızın ırk, kan ve kafatasçılıkla ilgisi yoktur; O, kafatasının dışıyla değil, içindeki beynin içeriğindeki elle tutulmaz, gözle görülmez olan kültürü; Ön-Ata kültürünü inceler.

Kitap 1: Saymalıtaş, Evrensel Uygarlıkların Çatısı: Milyon yıldaki Qara-Tau kültüründen
(-14binde) Ön-Türk Kültürü’nün doğuşu, TEKERLEĞİN icadı, geyik, at, köpeğin evcilleştirilmesi…tekerlekli sabanla ziraat,  ruhlar âlemi, Kaya resimleri, damgalar, yazının  burada–olası- icadı,  mezar/tapınaklar, Ön-Türk yazı ve kültürününAvrupa’dan, Kanada ve Amerika’ya yayılışı…Orta Asya kişisi nereden geldi?,  Ön-Türk Devletleri,  Doğu Asya, Çin, Kore, Japonya, Baktriyan, Uşunguy, Quşhan  devletleri, Kaybolmuş Kıtâ UM(Mu), Atlantis, Piramitler, Mumyalar...

Kitap 2: Dünya Tarihini Değiştiren Ön-Türk Kültürü . Qara-Tau kültürü (milyon yıl), Gök, Güneş, Ateş kültleri, tek Tanrı kavramı, YAZI’nın icadı,  Hıristiyanlığın doğuşu,  Türkçe ilk dil, oququ-pultlar, Hint-Avrupa dilleri teorisinin iflâsı, İlk devletler,  Bir- Oy Bïl, At-Oy Bïl, Türük Bïl, göçler vb…

Kitap 3: Anadolu’nun Esas Sahipleri Ön-Türkler : Anadolu’ya -13bindeyazı sahibi olarak Doğu’dan, 6binde ise Trakya üzerinden giriş, tüm Anadolu’yu kaplayan kaya resimleri ve yazıtlar, Ahtamar adası,  Trabzon, Uw-On’lar, İlk Ön-Türk devleti “Oy-Urum Atın”, Bizans, Astan-Bolıq, Troya, Limni, Likya, Zümran(İzmir), Batı Anadolu, Beyce Sultan, Midas,  Beldibi, Side, Kıbrıs, Urartular, Hurlar, İskitler, Hattiler, Hititler, Maitanni’ler, vb... Ön-Türkçe’nin  etki alanı, okunamamış (hâlen okunmuştur) olan Girit yazıtları, Göbekli Tepe heyecanı...

Kitap 4:  Kökenindeki Ön-Türk Kültürünü Bilmeyen Batı: QARA- TAU Kültürü, Tanrı’ya aşma, göçmen/ göçebe ayırımı, vb… Fransa, Portekiz mağaraları,Fenike yazısının kökeni, Qamunlar ( İtalyan Alpleri), İsviçre, Avusturya, Etrüskler,  “Lâtin alfabesi Etrüsk alfabesidir”, Roma’nın kuruluşu, seçim,Demokrasi, egemenlik ulusundur,
Yuğ-sen/ Roma hukuku, pusulanın icadı, Greko Romen güreş, doktorluk, Roma’nın Etrüsksüzleştirilmesi, Glozel (Oduq Ël), Basqlar, İskandinavya, Makedonya, Ök-Ërikler (Grekler), Pelaçlar, İngiltere, İrlanda, bitirirken, Batıya acıyınız… 
Kitaplar 4 cilt hâlindedir: 4 ciltlik  takım olarak ya da tek, tek ciltlerhâlinde istenebilir..
Sadece tarafımdan dağıtılmaktadır, kitapçılarda bulunmaz, adres ve telefonum aşağıdadır.
TEL: 0212 356 30 11      

14 Kasım 2012 Çarşamba

KUTLU ALTAY KOCAOVA

3 MAYIS 1944 – 18 MAYIS 1944
PLANLI BİR ZULÜM
KUTLU ALTAY KOCAOVA
"Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan mes’elesi olduğu kadar bir vicdân ve kültür me’selesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikâmette çalışacağız."
1942 – Başbakan Şükrü Saracoğlu
1942 yılında döneminde başbakanı Şükrü Saracoğlu, bu sözleri söylediğinde, dünyâ, 2. Dünyâ Savaşı’nı yaşıyor, Alman orduları, Türkiye sınırına dayanıyor ve başta Avrupa’da olmak üzere bütün dünyâda kan, gövdeyi götürüyordu.
Türkiye, savaşın şartlarında savaş dışı kalmakla berâber, bu savaş dışılık, tam bir tarafsızlık değildir. Zîrâ Almanya’nın üstün olduğu günlerde, Türkiye’de ciddî bir Alman taraftarlığı vardı. Bunda artık klasikleşmiş İngiliz ve Rus düşmanlığının etkisi olduğu kadar, hükûmet yanlısı basının da payı büyüktü.
Ancak 1942-1943 kışında Almanların, Sovyetler Birliği karşısında, Stalingrad’da uğradıkları ünlü yenilgi ve peşinden gelen Sovyet karşı saldırısı, dünyâdaki durumu olduğu gibi Türkiye’deki durumu da etkilemişti. Daha birkaç ay öncesine kadar Alman taraftârı olan birçok gazete, şimdi tam tersi istîkâmette yerini almıştı.
1944 yılının başlarında ise artık, kesinleşen Sovyet-Amerikan gâlibiyeti, Türkiye’nin üzerine de olduğu gibi çökmüş ve Türkiye, bir tercih yapmak zorunda kalmıştı. Bir iki yıl öncesindeki gibi savaşa girmeden Almanya’yı destekleyen bir tutum mu, yoksa Sovyet-Amerikan birliğini destekleyen bir tutum mu?
Mayıs 1944’de yaşanan olaylar, Türkiye’nin o günlerdeki tercihini, dünyâya îlân etmişti. Bir yanda Türkiye’deki Türkçü-Turâncıların devletten tasfiyesi, etkisizleştirilmesi ve halk nazarında îtibarsızlaştırılması amacıyla gerçekleştirilen ve “3 Mayıs 1944”le özdeşleşen “Irkçılık-Turâncılık dâvâsı”; öte yanda da 18 Mayıs 1944’de Sovyetler Birliği’nin diktatör ve eli kanlı lideri Stalin’in emriyle ata yurt Kırım’dan sürülen yaklaşık 194 000 Türk. 
Bunun dışında Kasım 1943’de sürgün edilen, yaklaşık 75 000 Karaçay Türkü; 
Aralık 1943’de 130 000 Moğol Kalmuk; 
Mart 1944’de 25 000 Balkar Türkü ve Kasım 1944’de 89 000 Ahıska Türkü. 
Yânî 1943-1944 yıllarında sürgün edilen 500 binin üzerinde Türk.
Bir yanda 500 binden fazla sayıda sürgün edilen Türk; bir yanda sindirilmeye, ezilmeye ve etkisizleştirilmeye çalışılan Türkçüler ve bir yandan da sana sığınan kardeşini Sovyet Ruslara teslîm ederek, öldürülmelerine sebep olan ve Türk askerlerinin önünde, Ruslar tarafından öldürülen 146 Âzerbaycan Türkü.
* * *
Yaşananlar açıkça gösteriyor ki, 2. Dünyâ Savaşı’nı Sovyet-Amerikan bloğunun kazanacağının bellî olması üzerine Türkiye, bir karar vermiştir. Bu karar ise Türkiye’nin dışındaki Türklerin yok edilmesi pahasına, sessiz kalmak.
Atsız ve arkadaşlarının yargılandığı 3 Mayıs 1944 yargılamaları ile 18 Mayıs 1944’de gerçekleşen Kırım Sürgünü arasında, sâdece 15 gün olması, aslâ tesâdüf olamaz. Bu durum, bize açıkça göstermektedir ki, Kırım Sürgünü’nde Türkiye’nin ve dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile hükûmetinin haberi ve izni vardır. Hattâ bu ikili bir oyundur. Bu oyunun SSCB ayağında, Kırım Türklerine sürgün ve soykırım uygulanmış; Türkiye ayağında ise buna karşı sesini yükseltebilecek tek güç olan Türkçüler, ezilmeye çalışılmıştır.
İsmet İnönü ve hükûmeti, dış Türkleri fedâ ederek, onların kanı pahasına Sovyetlerle bu kirli oyuna girmiş ve yüzbinlerce Türk’ün kanını, eline bulaştırmıştır. Aslında bu konuda, en güzel söz, Âzerbaycan Türklüğünün yetiştirdiği, büyük şâir Almas Yıldırım’a âiddir.
*
“Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.”
*
1942 yılında Türkçülüğünü haykıran başbakan Şükrü Saracoğlu, iki yıl sonra Türkler öldürülürken susuyordu. Kırım’da, Kafkasya’da, Türkistan’da, İdil-Ural’da yüzbinlerce Türk’ün kanı akarken, susuyordu. Ancak en kötüsü, bu sessizlik, çaresizlikten kaynaklanan bir sessizlik değil; planlı, bilinçli bir oyundan kaynaklanan bir sessizlikti.
http://www.kutlualtay.net/planlibirzulum.htm

5 Kasım 2012 Pazartesi

Atilla Kart, Konya Milletvekili,


“İLERİ DEMOKRASİ” 
DİKTATÖRLÜĞÜ!..
Atilla Kart, Konya Milletvekili
             “Tevil etmeye gerek görmeden ifade ediyoruz; Türkiye’de bir Diktatör var. Türkiye’de Diktatörlük rejiminin nihai dinamikleri hayata geçirilmek isteniliyor. Diktatörlüğün tüm tezahürleri Türkiye’de yaşanıyor. Tarihte yaşanan diktatörlük süreçleri Türkiye’de yaşanıyor.
             Toplum; inançlar, etnik yapılar, tarihi değerler, Cumhuriyet değerleri,  sosyal ve ekonomik gruplar üzerinden ayrıştırılıyor.  Nefret söylemi Diktatör eliyle tırmandırılıyor….
            Yaşadığımız rejimde; Siyasilerin, Muhaliflerin özel hayatları yasa dışı yollarla izleniyor, görüntüleniyor. Bu görüntüler İktidar tarafından şantaj ve tehdit aracı olarak kullanılıyor. Fail ve sorumlular bulunamıyor. Başbakan Yardımcısına suikast iddiasıyla Kozmik Odalara giriliyor. Devletin stratejik sırları deşifre ediliyor.  Ancak suikastın sorumluları bir türlü bulunamıyor. Kamuoyu gelişmelerden her nedense bilgilendirilmiyor.
Gizli sürdürülen adli soruşturmalar Hükümet’in gayri resmi organı niteliğindeki basın organlarına Kolluk tarafından servis ediliyor, Şüpheliler itibarsızlaştırılıyor, infaz ediliyor; ancak servisi yapan mekanizmalar tespit edilemiyor.
            ÖSYM odaklı; KPSS, Yargıçlık Sınavları, TUS, Komiser Yardımcılığı Sınav Soruları servis ediliyor, ancak failler bir türlü ortaya çıkarılamıyor. Yargı da karartma ortamına iştirak ediyor; Konya’da kömür ve gıda yardımlarının dağıtıldığı bilgileri içeren Sosyal Yardımlaşma Vakfı Defteri kayboluyor, failler her nasılsa tespit edilemiyor, Savcılıklar takipsizlik kararı veriyor. Enerji Bakanlığı bağlantılı olarak 1 Milyar Dolar seviyesinde kömür yolsuzluğu yapıldığına dair Hazine Raporları esas alınarak Savcılığa suç duyurusu yapılıyor. Savcılıkta dosya 3 yıldır sümenaltı ediliyor faillere ulaşılmıyor. Gece yarısı Torba Kanun uygulamasıyla bu yolsuzluğun araştırılması engelleniyor. İktidara mensup Milletvekillerinin yolsuzluk fezlekeleri kayboluyor, ortadan kaldırılıyor, bu işlemleri yapan Savcı bir türlü bulunamıyor.
Basın üzerinde oto sansür kurumsal hale geliyor, oto sansürün yeni yöntemleri gelişiyor, muhalif gazetecilerin karşısına Hükümet Komiseri niteliğinde zaptiyeler yerleştiriliyor. Muhalif olmanın sembolü karikatür sanatı, İktidar sözcülüğünün temsilciliğine dönüşüyor… Karikatür sanatı nitelik değiştiriyor.
Bu rejimde: Uludere faciasının, Suriye’de düşen uçağın, 29 Ekim kutlamalarına ilişkin istihbaratın nereden geldiği bir türlü öğrenilemiyor. Devlet eliyle karartma uygulanıyor. Deniz Yıldırım ismindeki bir Gazeteci hakkında Yargıç ve Savcı dışında birileri “tutukluluğun devamına” şeklinde yazılı not düşüyor, Deniz Yıldırım tahliye edilmiyor. Bu notu düşen, bu kararı veren illegal merci bir türlü ortaya çıkartılamıyor. Bir milletvekili veya bakan hakkında 2004 yılında İsviçre’den valiz dolusu döviz getirdiği iddiaları basında yer alıyor, ancak olay tahkik edilemiyor. Yazıdaki iddialar tekzip dahi edilemiyor…
            Bu rejimde; Başbakan hakkında İsviçre’de 8 ayrı banka hesabının olduğu iddiaları dile getiriliyor. Ancak, Başbakan ilgili ülkeden aksine bir belge alma girişiminde bulunmuyor. Kamuoyu da bunları konuşamıyor, konuşamaz hale geliyor. Suudi Arabistan Kralının, Başbakan ve Cumhurbaşkanına verdiği hediyelerin tutarı ve akıbeti bir türlü öğrenilemiyor.
Bu rejimde; Yargı’da Hakkı Manav’lar yaratılıyor. Mahrumiyet bölgelerinde 1 ay görev yapan Savcı’lar, Yargıç’lar Adalet Bakanlığı bünyesine alınıyor. Şehit düşen Doğu Beyazıt ve Ovacık Savcı’larına Koruma verilmiyor. Hükümet ile yakın ilişkileri olduğu bilinen Danıştay başkanı, suç örgütü üyeleri ile 3 kez ve ayrıca özel araçta görüntüleniyor. Ancak, hakkında yargı prosedürleri işletilmiyor ve Danıştay kurum olarak zan altında bırakılıyor. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın emek ve tasarrufları üzerinden yolsuzluk yapan Deniz Feneri sanıkları Hükümet eliyle korunuyor. Alman Yargı Organlarının tespit ve hükümlerine göre “100 Yılın Soygunu Olan” bu yolsuzluğu soruşturan Savcı’lar görevden alınabiliyor. Yolsuzluk yapanları korumak için Hükümet Üyeleri’nin “Köstebeklik” yaptığını gösteren bulgular ortaya çıkıyor. Adalet ve İçişleri Bakanı soruşturmaya müdahale ediyor, delilleri karartıyor…” devamı var: (Yorumsuz Olması Gerekti) !…
“Bu rejimde ‘Ağaoğulları’ yaratılıyor. Ağaoğulları kavramını, Kamu yönetimindeki hukuksuzluk ve haksızlıkları ifade anlamında kullanıyoruz. Bu yolla Kamu alanları, orman alanları talan ediliyor. Ancak, unutulmamalıdır ki, Ağaoğulları sonuçta Diktatör’lerin elinde patlar, toplum ağır bedeller öder. Diktatör, açlık grevinin 50. Gününde olan insanları taciz ediyor, buna tenezzül; İnsaf ve vicdanla bağdaşmayacak şekilde ölüm sınırındaki insanları rencide ediyor. Diktatör, ülkenin Cumhurbaşkanı’nı hedef alarak , “Benim Valim’e nasıl talimat verirsin….” diyerek aslında faşizan zihniyetini itiraf ediyor. “Ben Devletim” diyor. Demokrasiden, insan haklarından, Devletin sorumluluğundan nasibini almadığını bir anlamda itiraf ediyor, tescil ettiriyor. Vali’nin, Cumhurbaşkanını ve Devleti temsilen görev yaptığını kabullenemiyor. Devletin Vali’lerini, Parti’nin Vali’leri ve kendisinin çalışanı zannediyor.
İşte bu ülkede faşizan süreç yaşanırken, Siyasi İktidar bir taraftan da,  Darbeleri Araştırma Komisyonu adı altında “Sanal bir gösteriyi” sergiliyor. Bu gerçekler daha da çoğaltılabilir. Bir belgenin İngilizce fotokopisini ilişikte sunuyorum. Tercümesini yaptırdık. ABD Ankara Büyükelçiliğinin düzenlemiş olduğu 24 Kasım 2008 tarihli bu belgeye göre;
Türkiye Cumhuriyeti Emniyet Genel Müdürlüğü, Silivri ve bağlı davalarla ilgili olarak ABD Elçiliğine raporlama yapıyor, brifingler veriyor. Yaptıkları açıklama ve değerlendirmelerde, soruşturma ve yargılamalar sonucunda, şüphelilerin mahkûmiyetinden emin olduklarını dile getiriyor, ayrıntıları anlatıyorlar. Emniyet birimleri yargılama yapıyor, hüküm kuruyorlar…
            Mezkûr belgeye göre; Başbakan’ın, Silivri soruşturması ve bağlı dosyalarla ilgili olarak davayı yürütenlerle haftalık toplantılar yaptığı ifade ve tespit ediliyor. Ortaya çıkan tablonun özeti şudur: Başbakan, Silivri ve bağlı olaylarla ilgili soruşturma dosyalarının doğrudan içindedir. Kolluk gücü, Siyasi iktidarın emir ve talimatları doğrultusunda görev yapmakta; Bu çalışmalarda, ABD mercilerinin izni ve icazeti alınmakta, bilgilendirmeler yapılmaktadır. Bu tablo, aslında şaşılacak ya da yadırganacak bir tablo değildir. AKP’nin Türkiye’yi getirdiği dramatik ve kaçınılmaz sonuçtur. Esasen; bir ülkede Diktatörlük varsa, Diktatörlük rejimi kurumsal hale gelmiş ise, Diktatör kaçınılmaz olarak yurt dışı dinamiklerle ilişkiye girer. Bu ilişki türü ve niteliği konjonktüre göre, Okyanus ötesi de, berisi de olabilir.
            Bir ülke; siyasi ve ekonomik anlamda nasıl sömürgeleştirilir, nasıl ayrıştırılır?
Bu tarihi süreçten söz ediyoruz. Bu süreç öyle bir süreçtir ki, sürecin sonunda; Yargı mekanizmaları kritik davalarda delilleri araştıramazlar, delillerden korkar hale gelirler. Zira deliller araştırıldığında Yargı mekanizmasının illegal yapılanma içinde olduğu ortaya çıkar. Türkiye’de Mahkemeler, gerçeklerin ortaya çıkmasından korkmaktadır. Bunun en bariz ve acımasız örneği Balyoz Yargılamasında ortaya çıkmıştır. Böyle bir tabloda, adalet, hukuk ve toplumsal barışın tesisinden söz edilemez. Böyle bir sürecin devamında kaçınılmaz olarak intikam ve husumet tohumları yeşerecektir. Bir toplum işte böyle ayrışır, böyle ayrıştırılır.
Değerli Basın Mensupları;
Diktatör’ler; kişisel ve siyasi hırsları uğruna ve ayrıca Devlet yönetiminde yaratmış oldukları yolsuzlukları ve hukuksuzlukları kamufle etmek amacıyla, İç ve Dış Savaş dahil, Türkiye’yi her maceraya sürüklemekten kaçınmayacaklardır. Bu kaygımızı halkımızın dikkat, takdir ve sorumluluğuna tevdi ediyoruz.
Narsist bir özgüvenin; Kifayetsiz ve muhteris bir yönetim anlayışının;
Marazileşen bir kibrin yol açtığı ve açacağı kabirlerden söz ediyoruz…
Elbette umudumuzu ve kararlılığımızı kaybetmiyoruz; Halkımız 29 Ekim tarihinde Cumhuriyet’in kurulduğu Ulus Meydanından haykırmış, bu oyuna izin vermeyeceğini, demokratik yollardan hesabını soracağını, dile getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları arasında “Ötekiyi” yaratmadan hep birlikte Haramilerin Saltanatına son verecek, yeniden Bağımsız Türkiye’yi inşa edeceğiz…” 

Atilla Kart, Konya Milletvekili, 
02.11.2012 tarihli Ankara Basın Toplantısı; 
Tam metin..