3 Eylül 2015 Perşembe

Ermeni Tehciri Katliam Değildir Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK

Ermeni Tehciri Katliam Değildir
Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK
Yeni kurulan geçici hükümetin HDP’li AB Bakanı Ali Haydar Konca, Bakanlık koltuğuna oturduğu ilk gün basın mensuplarıyla bir araya gelmiş ve gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevaplamıştır. Konca, “Sözde Ermeni soykırımı konusunun Avrupa Birliği’nde gündeme gelmesi karşısında alacağı tavrın ne olacağı” sorusuna “Bir katliam yapıldığı çok açık ve nettir. Bunu herkes kabul ediyor. Esas itibariyle kabul etmeyen de yok. Asıl olan onun tanımlanması noktasındadır. Onu da partimizle tartışıp konuşup ve birlikte vereceğimiz karar doğrultusunda görüşümüzü netleştireceğiz.” demiştir.
Türkiye Cumhuriyeti AB Bakanı’nın bu sözlerine Başbakan Davutoğlu bilebildiğim kadarıyla (3 Eylül Perşembe, bu güne kadar) tepki göstermemiştir.
Sayın Bakan “Bunu Herkes Kabul Ediyor” derken acaba kimi ya da kimleri kastetmektedir? Ben kabul etmiyorum. 18 Nisan 2015 tarihinde Ankara’da düzenlenen ve benim de katıldığım Emperyalizm ve Ermeni Meselesi Sempozyumu’nda bir konuşma yapan Prof. Dr. Justin Mc Carthy de katılmamaktadır.
Osmanlı, Balkanlar ve Ortadoğu uzmanı, “Müslümanlar ve Azınlıklar:, Osmanlı Anadolu’nun Nüfusu ve İmparatorluğun Sonu”, “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği”, “Osmanlı Halkları Nüfusu ve İmparatorluğun Sonu” gibi kitapların yazarı Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Justin Mc Carthy 17 Nisan 2014 tarihinde AA’dan Tuğba Özgür Durmaz’a verdiği demeçte; konuyla ilk defa yıllar önce Anadolu’nun nüfusu, nüfusun Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki durumu ve Savaş‘tan sonra ne kadar kaldığı üzerine araştırma yaparken karşılaştığını belirterek tarihi gerçeklere karşı koyamadığı için soykırım konusuna eğildiğini şöyle açıklamıştır:
“Neticede ne kadar çok Türk’ün öldüğünü anladım. Bu kadar Türk nasıl öldü çünkü savaşta değillerdi. 2,5-3 milyon Müslüman savaşta ölmüştü, ben de bu konuyu çalışmalıyım diye düşündüm. Ermeniler üzerinde çalışmamın da aslında belirgin bir nedeni yok, aslında ilk çalıştığım Müslümanlardı ama daha sonra fark ettim ki bu kadar insan öldüğüne göre onları birileri öldürmüş olmalı diye düşündüm. Böylece Ermenilerin, Yunanların ve Yahudilerin üzerine de çalışmaya başladım. Ama aslında bu konuyu ben seçmedim, konu beni seçti. Hiçbir zaman Ermeniler üzerine yazmayı planlamamıştım ama oldu.”
Mc Charthy, Ermeniler bu kadar yıl geçmesine rağmen neden hala bu iddiaları sürdürdüklerine ilişkin ise, “Bunun nedeni çok basit. Çocuklara nefret etmeyi öğretirseniz, onlar nefretle büyür ve nefret ne olursa olsun büyümeye devam eder. Diğer bir diğer sebep de yurt dışındaki Ermeni milliyetçi gruplar bundan fayda sağlayacaklarına, para alacaklarına, Kars, Erzurum, Bitlis, Van’da toprak kazanacaklarına inanıyorlar. Bunlar yanlış ama yine de inanıyorlar” değerlendirmesinde bulunmuştur.
Mc Charthy, köklerinin Alman ve İrlandalı olmasına rağmen kendisini Amerikalı olarak tanımlaması gibi, Amerika’daki bazı Ermeni gruplarının da Ermenilerin böyle düşüneceği, kimliklerinin milliyetlerinin yok olacağı endişesini taşıdıklarını söyleyerek, “Bundan dolayı Ermeniler soykırım iddiasını kendilerini bir arada tutacak bir bağ olarak görüyorlar. ‘Ne acılar çektik’ demek böyle bir bağ ve kendilerini bu acı üzerinden tanımlıyorlar. Tabii daha başka pek çok neden var. Kendi hikayelerinden, propagandalarından başka bir şey duymadılar, bu yüzden de Türklerin kötü olduğunu düşünüyorlar çünkü aslında onlara hep onların kötü olduğu söylendi” demiştir.
Prof. Dr. Mc Charthy, Avrupa başta olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarındaki bazı ülkelerin Ermeni iddialarını neden desteklediğine ilişkin ise “Çünkü başka hiçbir şey duymadılar” açıklamasını yapmıştır.
Müslümanlara ve Türklere yönelik çok fazla önyargı bulunduğuna işaret eden Mc Charthy şunları söylemiştir:
“Bu önyargılar yüzünden Türkler diğer insanlardan daha fazla çalışmak zorunda. Hristiyanlar, Eğer bir Hristiyan gelir ve bir şey söylerse ona inanmaya, ama eğer bir Müslüman bir şey söylerse ona inanmamaya eğilimli olurlar. Aynı şey Müslümanlar için de geçerli. Müslümanlar da Müslümanlara Hıristiyanlardan daha çok inanırlar, insan doğası böyle. Türkler bu iddiaya karşı daha çok çalışmalıydı. Son 20 yıla kadar böyle olmadı ama artık Türkler gerçek hikayeyi anlatmaya başladı. Fakat bunun çok çabuk, kolay olacağını sanıyorlar halbuki bu diğer tarafta yüz yıldır sürüyor, epey zaman alacak.”
Mc Charthy, bu eğilime rağmen dünyada herkesin bu konuda Türklerin karşısında yer almadığını da vurgulayarak, İsviçre’deki bir konferansta 1915 olaylarıyla ilgili söyledikleri yüzünden suçlu bulunan Doğu Perinçek’in, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvurudan lehine karar çıktığını hatırlatmış, bunun “iyi bir değişim” olduğunu açıklamış ve 2015 yılı için şu gerçeği dile getirmiştir:
“Çok fazla baskı olacak. Türkler bununla başa çıkmak için hazır olmalı. Ama öyle hissediyorum ki 100’ncü yıl dönümünden sonra işler biraz daha sakinleşecek. Ne de olsa bu sonsuza kadar devam edemez, 100 yıl uzun bir zaman ve artık kimse hayatta değil. Sadece Ermenistan’daki değil, Fransa’da, İngiltere’de Amerika’da, dünyanın her yerindeki bütün Ermenileri alıp onların olduğunu iddia ettikleri 6 vilayete koysanız bile orada hala onların iki katı Müslüman yaşıyor olacak.”
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmiş, yüz binlerce Müslümanın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir. Devletin bunları durdurmak için aldığı önlemler istismar edilmiş ve Batılı ülkelerin vaatleriyle Ermeniler yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı devleti ile imzalanan Sevr (Sevres) Anlaşması ile (Md.88-93) Osmanlı Devleti Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıyacak, Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti. Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson 22 Kasım 1920’de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.
Günümüzde de aynı oyun sahneye konulmaya çalışılmaktadır. Fransa’da eski Cumhurbaşkanı Sarkozy ve onun gibi düşünen, Ermeni oylarından medet uman siyasetçiler, sözde soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar almakta, bunu inkar edenlere ise ceza getirmeye yönelik girişimlerde bulunmaktadır.
Nitekim Fransız Senatosu’na gelen ve kabul edilen sözde Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesine ilişkin yasa teklifi, Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkileri çok germiş, hatta kopma noktasına getirmiştir. Teklifi var gücüyle destekleyen Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, sözde Ermeni soykırımını bahane ederek Türkiye’nin AB yolunu Almanya Başbakanı Merkel ile birlikte tıkayan iki siyasetçiden biridir. Aslında Fransız Senatosu’nun sözde Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesi ile ilgili yasayı kabul etmesi bir akıl tutulmasıdır.
Hocalı’da Ermeni çeteleri tarihin en vahşi katliamlarından birini yapmış, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok Azeri’yi vahşice katletmiştir.
İnsanların kafa derilerini yüzmüş, sağ olarak ele geçirdiklerini işkenceye tabi tutmuş, testereler ile kol ve bacaklarını kesmiş, genç kızların kafa derilerini yüzmüş, babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşuna dizmiş, kesik kafaları sepetlere doldurmuş, 56 hamile kadının karnını yarmışlardır. Tüm bu gerçekleri görmek istemeyip sözde Ermeni soykırımını Türkiye’ye kabul ettirmek isteyenler, Ermeni isyanlarını konu alan ve Amerikalı yönetmen Philip M. Callaghan tarafından çekilen “Ermeni İsyanı 1894-1920” belgeselini izlemelidirler. (http://www.youtube.com/watch?v=zNCnSDjHGTg)
Ermeni diasporası 1915 tehcirini, Ermeni Davasını (Hai Tahd) desteklemek amacıyla kullanarak Türk düşmanlığı ve Türkiye’nin 1915’de Ermenilere soykırım yaptığını kabul ettirmeyi kendilerine kuruluş amacı olarak belirlemiş, bu amaç doğrultusunda 24 Nisan’ı sözde Ermeni soykırımı anma haftası olarak belirlemiştir.
Başta ABD ve Fransa’daki Ermeni diasporası tarafından sahiplenilen ve Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak bu tezden medet umanların da benimsediği bu yaklaşım, Yahudi Holocaust’ına (soykırım) benzer bir Ermeni Holocaust’ı üretmeye çalışmakta ve 1915 olayları üzerinden Türkiye’ye dönük tanıma, tazminat ve toprak gibi uzantıları olabilecek siyasi kazanımlar elde etmeyi hedeflemektedir.
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perincek de İsviçre’de 2005 Mart ayında katıldığı bir konferansta 1915 olaylarının soykırım olarak nitelendirilmesine karşı çıkmış, bu iddialar için “uluslararası yalan” ifadesini kullanmıştı. Yargılanan Perinçek, ırkçı ayrımcılıktan suçlu bulunmuştu. Mahkeme Perinçek’i 90 gün hapis karşılığında her gün için 100 Frank hesap edilerek 9 bin İsviçre Frangına mahkum etmiş ve cezayı 2 yıl tecil etmişti. Perinçek’e ayrıca 3 bin Frank para cezası verilmiş, ülkedeki Ermeni cemaatine sembolik olarak bin ve davayı açan Sarkis Şahinyan isimli Ermeni’ye de 10 bin Frank ödemesi istenmişti.
Mahkeme kararında; “Pek çok tarihçinin, Avrupa Parlamentosu’nun ve pek çok ülke Meclisinin Ermeni iddialarını kabul etmiş olmasını” gerekçe göstermişti. Perinçek bu karara İsviçre Federal Mahkemesine müracaat ederek itiraz etmişti. İsviçre Temyiz Mahkemesi de Perinçek’in başvurusunu, “Ermeni soykırımı, Yahudi soykırımı gibi tarihsel bir gerçektir” yorumu yaparak reddetmişti. Federal Mahkeme’nin kararı onaylamasıyla Ermeniler lehinde verilen karar kesinlik kazanmıştı. Bunun üzerine Perinçek AİHM’ne 2008 yılında başvurmuştu.
Perinçek, ”İsviçre’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü ile ilgili 10. maddesini ve yasa olmadan suçlama olamayacağına dair 7. maddeyi ihlal ettiğini” savunmuştu. AİHM 7 Aralık 2013’de açıklanan kararıyla Perinçek’i mahkum eden İsviçre’nin insan haklarını ihlal ettiğine karar vermişti.
Karar, 2’ye karşı 5 oyla alınmıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karar tehcir olayının 100’ncü yılında Türk tarafının elini güçlendirmişti. Ancak İsviçre kararı temyize götürmüştü. 28 Ocak 2015 tarihinde AİHM’de görülen ve 3 saat süren temyiz duruşmasının sonucunun açıklanması sonbahara bırakılmıştır. Doğu Perinçek AİHM’de yaptığı konuşmada, 1915 olaylarının bir zorla göç ettirme yani “tehcir” olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin Ermeni yurttaşlarını koruduğunu belirterek özetle şu savunmayı yapmıştır:
“Avrupa insanının özgürlüğü için buradayız. Avrupa insanının bilinci, 1915 olayları konusunda yasaklarla kuşatılmasın. İkinci Daire, Ermeni Patriği dahil, herkesin özgürce konuşmasına güven sağlayan bir karar vermiştir. Biz, 1915 olaylarının ”soykırım” tanımına uymadığını belirttik ve bu savımızı bilimsel usavurmayla öne sürdük. Görüşlerimiz tartışılabilir, ama bizim özgürlüğümüzü korumak, Avrupa hukukunun gereğidir. Soykırım hukuki bir tanımdır. Osmanlı devleti, Ermeni yurttaşlarımıza karşı uygulamalarda, Ermeni toplumunu toptan yok etme amacıyla hareket etmemiştir. Avrupa’da ve Türkiye’de barış ve kardeşliği koruyalım. Ermeni soykırımı iddiaları tabulaştırıldı ve Avrupa’da Türkleri aşağılamanın aracı haline getirildi. Türkler ve Müslümanlar, bugün Avrupa’nın kara derilileridir.”
Bu davada Ermenistan’ı savunanlar arasında Hollywood yıldızı George Clooney ile evlenen insan hakları avukatı Emel Remzi Alamuddin de yer almıştı.
Perinçek, öğleden sonra katılımcılar ile yapılan söyleşide CNN Türk’te yayınlanan röportajından sonra Ermeni gazeteci Astrik İgityan’a verdiği demece atıfta bulunmuştur. Kaçaznuni, Karinyan, Lalayan, Pirumyan gibi Ermeni devlet adamlarının ve tarihçilerin Kaynak Yayınları tarafından basılmış kitaplarını İgityan’a armağan ettiğini açıklamıştır.
Özellikle Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok” başlıklı kitabının Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, İsveçce ve İspanyolca basımlarını İgityan’a verdiğini söylemiştir.
Kaçaznuni’nin 1923 yılında Taşnaksütyun Partisi’nin Bükreş’te yapılan Kurultay’ına sunduğu rapordaki “Çarlık Rusya’sı, İngiltere ve Fransa, biz Ermenileri kandırdılar, ‘size denizden denize devlet vereceğiz’ dediler ve bizi silahlandırıp ateşe sürdüler. Türkler, savunma amacıyla hareket ettiler. Karşılıklı kırımlar oldu. Müslüman nüfusu katlettik. Taşnak Partisi dışında suçlu aranmamalıdır. Bu durumda Taşnak Partisi’nin yapacağı bir şey kalmamıştır. Parti kendisini dağıtmalıdır” tespitini gazeteciye aktardığını konuşmasında belirtmiştir.
Perinçek gazeteciye, “Kaçaznuni’nin raporu acaba Ermenistan’da yayınlandı mı, biliniyor mu?” sorusunu yöneltmiş ve “Kaçaznuni bizim Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devlet adamımız, çok saygın. Ama bu raporu bilinmiyor. Bizlere bunları öğretmediler” cevabını almıştır. AİHM büyük olasılıkla Ekim ayında kararının açıklayacaktır. Ben, Büyük Daire’nin İkinci Daire’nin kararını onaylayacağına inanmaktayım.
Fransa, Türkiye’yi tarihte yapılmayan sözde Ermeni soykırımı ile suçlayan yasa çıkaran dünyadaki ilk ülkedir. Ayrıca Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki seramik müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni soykırım anıtı açılmasına izin veren bir ülkedir.
Anıtın üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan 1.5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır.
Bu ifade Auschwitz-toplama kampının önünde de vardır. Bir farkla. “1.5 milyon Yahudi” “1.5 milyon Ermeni” olarak değiştirilmiştir.
Bu, uluslararası intihaldir.
Bu intihali görmezden gelen Türk kökenli Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir 24 Nisan 2015 tarihinde Almanya Federal Parlamentosu’ndaki görüşmelerde tıpkı Ermeni yalancıları gibi “Soykırımı işlemiş olan Jön Türkler, Sarıkamış’ta Türk askerini de kurban ettiler. Jön Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktılar. Dolayısıyla bunları savunmanın bir anlamı yok. Herkes kendine kimi örnek almak istiyorum diye sormalı” diyerek cahilliğini ortaya koymuştur.
Anıtın dikilmesine izin veren Fransa, başta Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şoförü Talip Yener (24 Ekim 1975), Oktar Cirit, Yılmaz Çolpan, (22 Aralık 1979), Reşat Moralı (4 Mart 1981), Tecelli Arı (4 Mart 1981) ve Cemal Özen’i (24 Eylül 1981) koruyamamış ve 7 Türk diplomatının ASALA tarafından şehit edilmesini görmezden gelmiştir.
Paris’in Sevr banliyösündeki müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: “Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.” Ermenistan, Türkiye’nin doğu sınırlarını tanımamakta ve Ağrı dağını kendi toprağı olarak görmektedir. Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te Kanada meydanına Komitas Sogomonyan adına bir sözde Ermeni kin anıtı dikilmesini de onaylamıştır.
Azerbaycan, Fransa’nın hiçbir yerinde Karabağ’da Ermeniler tarafından Hocalı’da yapılan soykırım ile ilgili bir anıt dikemez. Türkiye de, Fransa topraklarının hiçbir yerinde Gaziantep ve Kahraman Maraş’ta Ermeniler tarafından yapılan katliamlar için anıt açamaz.
Fransa, Paris Büyükelçiliğimizin bulunduğu Paris’in en küçük sokağına (148 m. uzunluk, 15 m. genişlik) Ankara (rue d’Ankara) adını verir ama Türkiye nedense Ankara’nın en güzel ve nezih caddelerinden Paris caddesinin adının Keçiören’de bir küçük caddeye verilmesi konusunu gündemine almaz.
Fransa, Ruanda ve Cezayir’deki gerçekleştirdiği soykırımlar ile yüzleşmediği halde devamlı Türkiye’ye tarihi ile yüzleşme önerisinde bulunmaktadır.
Türkiye tarihi ile yüzleşmekten kaçınan bir ülke değildir.
Türkiye bu sorunun çözümlenmesini tarihçilere bırakma görüşündedir. Bundan yan çizen ise Ermenistan ve Fransa’dır. ABD Başkanı Obama’nın 6 Nisan 2009’da TBMM’de yaptığı konuşmada “Ermenistan ile sorunlarınızı çözün” mesajının ardından dönemin Başbakanı Erdoğan 1915 olaylarının 99’ncu yıldönümü vesilesiyle hayatını kaybeden Ermenilerin torunlarına taziye dileklerini ileterek, Türkiye tarihinde resmi ağızdan ilk defa 1915 olaylarına ilişkin Ermenilere taziye mesajı yayınlayan Başbakan olmuştur:
“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır” sözleriyle başlayan mesaj, Başbakan Erdoğan adına Başbakanlık Basın Merkezi’nin internet sitesinde yazılı olarak yayınlanmıştır.
“Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla 20’inci yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir” denilen mesajda, 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesinin çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürü ve çağdaşlığın gereği olduğu vurgulanmıştır.
Başbakan Erdoğan mesajında Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğunun yadsınamayacağını belirterek “Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar” demiştir.
Ruanda, 1994 yılında yaklaşık 800 bin kişinin öldürüldüğü soykırımda Fransız yetkililerin de rolü bulunduğunu iddia etmiştir. Yaşanan katliamla ilgili bir rapor hazırlayan Ruanda Adalet Bakanlığı’nın gündeme getirdiği iddialar çarpıcıdır. Suçlanan kişiler arasında, 1996’da ölen Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarından François Mitterand, eski başbakanlardan Dominique de Villepin ile Edouard Balladur, Alain Juppe ve Hubert Vedrine de bulunmaktadır.
Fransa’yı soykırıma katılmakla suçlayan Ruanda Hükümeti, raporda 33 Fransız siyasi ve askeri yetkilinin adalet önüne çıkarılmalarını istemiştir. Fransa’nın soykırımdaki rolünü araştırmak için Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan bağımsız komisyon tarafından yayımlanan 500 sayfalık raporda, “Fransız desteğinin siyasi, askeri, diplomatik ve lojistik doğasının bulunduğu” ifade edilmiştir. Yönetmen Terry George’ın 2004 yapımı Otel Ruanda’yı seyretmemiş olanlar mutlaka bu filmi seyretmeliler ki, Fransa’nın Ruanda’da yaptıklarını anlayabilsinler.
Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame, 6 Ağustos 2008 tarihinde Fransa’nın Hutu rejimi ile bağı olduğuna ilişkin ellerinde güçlü kanıtlar olduğunu öne sürmüştür. Fransa Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Romain Nadal, “Bu rapor, Fransız siyasetçiler ve askeri yetkililere karşı kabulü mümkün olmayan suçlamalar içermektedir” demiştir. Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak 1998) Sarkozy, 2006’da Cezayir’e yaptığı bir ziyarette “Babalarının yanlışları için oğulların özür dilemesi beklenemez” sözleriyle Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarını tanımayacağını söylemişti. Fransa ayrıca Cezayir’de gerçekleştirdiği soykırımın hesabını henüz vermemiştir.
Batı dünyasında Türklere ve Müslümanlara Batı’nın bakış açısı olumsuzdur.
Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco, 12 Nisan 2015 tarihinde 1915 olaylarını anmak için Vatikan´ın Aziz Petrus Bazilikası´nda düzenlediği ayinde 20’nci yüzyılın ilk soykırımının “Ermeni toplumuna karşı yapıldığını” söyleyerek modern dünyada artık unutulmuş olan Haçlı zihniyetinin temsilcisi olduğunu kanıtlamıştır. Francesco, Papa olmadan önce Arjantin’de Ermeni diasporasına çok yakındı ve de onların etkisi altındaydı. Ayine Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, dünya Ermenileri ruhani lideri ve Ermeni Apostolik Kilisesi Katolikosu İkinci Karekin ve Kilikya Katolikosu Birinci Aram da katılmıştır.
Vatikan’da, 27 Eylül 2000 tarihinde dönemin Papası İkinci Jean Paul’ün Ermeni Baş patriği İkinci Karekin ile imzaladığı ortak bildiride de 1915 olaylarından soykırım olarak söz edilmişti. Papa Francesco bu ifadeye atıfta bulunmuştur. Francesco’dan önce Papalık koltuğunda oturan ve ilk dönemlerinde gerek Türkiye gerekse İslam alemiyle ilişkileri iyi olmayan Papa Benediktus ise soykırım ifadesini kullanmamıştı.
Papa Francesko Kapriel Serape Papazyan tarafından İngilizce kaleme alınmış olan Patriotism Perverted (Boston, Baker Press, 1934) adlı kitabını okumuş olsaydı, bu açıklamayı yapmazdı. Papazyan; Taşnakların Ermenileri nasıl Türkler ve Ruslara karşı kullanıp ölüme sürüklediklerini, nasıl “Kürt köylerini” yaktıklarını ve sorunu 1800’lerden başlayarak 1934’e kadar ayrıntıları ile anlatmaktadır.
1934 yılından sonra neler olduğu, Ermenilerin 10 bin kişilik taburla Nazi saflarında Yahudileri nasıl yok ettiği ve Türk diplomatlarına yapılan saldırılar da kitaba eklenmelidir.
Papa’nın açıklamasından kısa bir süre önce CHP, Kurtuluş Savaşını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni soykırımcı ilan eden Erdal Doğan’ın eşini kontenjandan İstanbul İkinci Bölge’den 1’nci sıra adayı yaparak “doğru” bir karar vermemiştir. Selina Özuzun Doğan adaylığının açıklanmasının ardından Agos gazetesine yaptığı açıklamada, adaylığının Ermeni soykırımının 100’ncü yılına gelmesinin simgesel bir anlamı olduğunu ve bunun CHP’ye olumlu yansımaları olacağını söylemiştir. Bir basın organı Selina Doğan’ın eşi Erdal Doğan’ın, hem CHP’yi hem de Mustafa Kemal Atatürk’ü soykırımcılıkla suçladığı ve bu amaçla Türkiye hakkında “kültürel soykırım” yaptığı gerekçesiyle Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) dilekçe verdiğini açıklamıştır.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yeni milletvekili adaylarını Hürriyet’e değerlendirirken, “Ermeni kökenli Selina Özuzun Doğan da var ki Ermeni kimliğinden öte bilgisi, birikimi ve eğitimiyle TBMM’de bize büyük katkı sağlayacak. Uzmanlık komisyonlarında faydalanacağız. Ayrıca dünyaya da önemli bir mesaj” demiş ve “Kim, nasıl anlam verirse versin. Bizim için bütün anlamlar geçerlidir” yorumunu yapmıştır.
Fakat CHP, 2008 Kurultayı’nda ortaya çıkan Parti Programı’na göre Ermeni soykırımı iddialarını tanımadığı gibi, bugüne kadar bu iddialarla mücadele eden bir siyasi partidir.
Papa’nın açıklamasını 13 Nisan’da bir televizyon yayınına katılarak yorumlayan Profesör Dr. Mensur Akgün’ün Türkiye’de “Ermeni anıtı dikilmesi” teklifi ise gülünçtür.
İngiliz Financial Times gazetesinin “Papa’nın 2’nci John Paul Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında öldürülen 1.5 milyon Ermeni için ‘soykırım’ ifadesini daha önce kullanmasına karşın Papa’nın bu konuşması özellikle Papa’nın geçen yılki dostça görünen Türkiye ziyaretinden sonra yetkililer tarafından sürprizle karşılandı” haberinde geçen 1.5 milyon Ermeni’nin soykırıma uğradığı ifadesi ise yukarıda da belirtildiği gibi bir yalandır.
Türklere ve Müslümanlara Batı’nın olumsuz bakış açısına ikinci örnek, Naziler ile Almanların aynı ırktan geldiklerini Batı dünyasının bir türlü kabul etmemesidir.
Yahudilere karşı Almanların soykırım yaptığını siz hiç duydunuz mu? Naziler soykırım yaptı deniyor. Ermenilere soykırım konusu gündeme geldiği zaman Türkler soykırım yaptı deniyor. Nazi döneminde Almanlar arasında Yahudi nefreti doruğa ulaşmıştır. Alman ırkından olan Nazilere göre Yahudiler yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ırklar olarak görülmüştür. Tıpkı şimdilerde Almanya’da Alman Neo Naziler tarafından öldürülen Türkler gibi.
Yahudi Soykırımı bir insanlık suçudur. Bu suçu işleyenler Nazi olarak adlandırılmaktadır ama onlar Almandır.
Alman ulusundan olan Nazilerin 6 milyon kişinin sistemli bir şekilde öldürüldükleri katliama Holokost da (Eski Yunanca Holókauston) denilmektedir. Yahudileri esir kamplarında fırınlarda yakan Naziler sanki uzaydan gelmiş insanlar gibi görülmektedir. Fransa Almanya’yı (Almanların yaşadığı ülke: Deutschland) soykırım yapmakla suçlamamaktadır. Bu nasıl bir çifte standarttır?
Adolf Hitler’in 1933 yılında başa geçmesiyle birlikte, Yahudilere yönelik baskı başlamıştır. Hitlerin NSDAP partisine ait Sturmabteilung örgütü ( SA), 1 Nisan 1933 tarihinde Alman halkını Yahudi dükkanlarına karşı boykota çağırmış, boykot Yahudi dükkanlarının yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. 15 Eylül 1935 tarihinde Nürnberg Yasaları çıkarılarak alt sınıf insanların ari ırktan olanlarla evlenmeleri yasaklanmıştır.
Aslında Adolf Hitler 1925 yılında yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabında Yahudi soykırımı yapacağını açıklamıştır.
1939 yılında Almanya’da bulunan bütün Yahudilerin toplanıp Polonya’da gettolara yerleştirilmeleri kararı verilmiştir. 20 Ocak 1942’de Adolf Eichmann tarafından yönetilen yüksek devlet memurlarının Yahudi sorununun nihai çözümünün organize edilmesinin ayrıntılarını konuştukları Wannsee Konferansı gerçekleşmiştir.
Bu protokole göre öldürülmeleri tasarlanan Avrupa Yahudilerinin sayısı 11 milyondur. 1941 yılından sonra Öldürme Fabrikaları kurulmuştur. Bunların en bilineni ve büyüğü Polonya’daki Auschwitz-Birkenau (1941) ölüm kampıdır.
Soykırım; ırk, milliyet, etnik ve din farklılıkları sebebiyle insan gruplarının yok edilmesidir. Bu suç bir hükümet tarafından veya onun rıza göstermesi ile işlenebilir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, dünyada soykırım suçunu önlemek ve cezalandırmak için 1948’de Soykırım Sözleşmesi’ni kabul etmiş ve Türkiye Sözleşme’ye 1950 yılında taraf olmuştur. Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir
Talat Paşa, 23 Mayıs 1915 tarihinde 4. Ordu Komutanlığına bir şifre göndererek, “Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermenilerin, Musul vilâyetinin Güney kısmı, Zor sancağı ve Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermenilerinse Suriye vilâyetinin Doğu kısmı ile Halep vilâyetinin Doğu ve Güneydoğusu’na sevk ve iskân edilmelerini” istemiştir.
Talat Paşa Ermeni tehcirini başlatmış ve 30 Mayıs günü konuya ilişkin bir geçici yasa çıkarılmasını sağlamıştır. Fakat Talat ve Enver Paşalar soykırım yapılmasını istememiştir.
Atatürk, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM Üçüncü Toplanma yılı açış konuşmasında şunları söylemiştir: “Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.”
Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Nazi partisini; insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak suçlarından yargılamıştır. Dünya barışına karşı işlenen suçlar tanımından ilk defa bu davada söz edilmiş ve yargılanan 24 kişi beraat ve 10 yıl hapis cezasından idam cezasına kadar değişen cezalar almış ve çoğu idam edilmiştir.
Talat Paşa ve Enver Paşa için verilmiş bir uluslararası mahkeme kararı yoktur.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’nda Osmanlı İmparatorluğu bazı suçlarla ilgili olarak yapılacak bir mahkemeye razı olmuştur. (Md. 226) Mahkemeyi oluşturmak galiplere bırakılıyor; istenen kişilerin yakalanıp mahkemeye teslimi taahhüt ediliyordu. Savaş sonunda işgal altındaki İstanbul’da kurulan Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi, Malta’ya götürülen sanıkları İngiliz Kraliyet savcısının kanıtları yetersiz bulması sonucunda salıvermiştir.
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması’nda 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm suçların affı için bir bildiri yer almıştır.
Fransa Anayasa Konseyi’nin sözde soykırımını inkar edenlere ceza verilmesi yasa teklifini iptal etmesiyle kopma noktasına gelen Türkiye Fransa ilişkileri daha sonra yumuşamıştır. Konsey, sözde Ermeni soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasını öngören yasanın iptali için yapılan başvuruyu kabul ederek Fransa’nın gerçekten bir hukuk devleti olduğunu ortaya koymuştur. (http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/francais/les-decisions/acces-par-date/decisions-depuis-1959/2012/2012-647-dc/decision-n-2012-647-dc-du-28-fevrier-2012.104949.html -http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/francais/les-decisions/acces-par-date/decisions-depuis-1959/2012/2012-647-dc/communique-de-presse.104950.html
Bu süreçte dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının reddini suç sayan yasanın Anayasa Konseyi tarafından iptal edilmesine ilişkin olarak, “Fransa Anayasa Konseyi, Fransa anayasasının evrensel insan hakları kavramına ve hepimizin savunduğu Avrupa değerlerine uygun bir karar vermiştir. Bu açıdan Anayasa Konseyi’ni tebrik ediyoruz” demiştir.
Fransız Le Monde gazetesinin parlamentoların bu tip karar almasına ilişkin yaptığı ankete katılanların yüzde 85,2’i, parlamentoların bu tip karar almalarına karşı oy kullanmışlardır.(http://www.lemonde.fr/a-la-une/sondage/2011/12/20/vous-meme-etes-vous-favorable-ou-pas-favorable-a-l-adoption-par-le-parlement-d-une-loi-condamnant-la-negation-du-genocide-armenien_1620917_3208.html)
Ankette aleyhte çıkan oylar, Anayasa Konseyi’nin iptal kararında etkili olmuştur. Ayrıca ayrımcılığa, nefrete ve şiddete teşvik, 29 Temmuz 1881 tarihli Fransa Basın Yasası’nın 24’ncü maddesinde de bir suç olarak tanımlanmaktadır.
Yasa’nın iptali, başta Sarkozy ve Boyer olmak üzere sözde yasaya oy verenleri, Ermeni diasporasını ve Fransa’da yasayı destekleyenleri üzmüştür. Türkiye’de ise tepkiler olumlu olmuştur.
Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç Soykırım Yasası’nın iptal kararını muhtemel bir krizin önlenmesi olarak değerlendirmiş ve “Anayasa Konseyi siyasi kaygılardan uzak doğru bir karar vermiştir. Bu karar, Fransa ile Türkiye arasında yaşanması muhtemel büyük bir krizi önlemiştir. Umarım, bu karar hukuk dışı girişimler için büyük bir ders olur” demiştir.
Dönemin Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış “Akıl, akılsızlığa galip geldi ve tarihi bir hatadan dönüldü” yorumunu yapmıştır.
CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan kararı, “Umarım bu karar, ülkemizde ifade özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan hükümete de bir örnek olur” değerlendirmesinde bulunmuştur. AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Dış İlişkiler Başkanı Ömer Çelik Fransa’ya yönelik yaptırımların duracağını açıklamıştır: “Anayasa Konseyi’nin kararı Türkiye’nin ikinci ve üçüncü yaptırıma geçmesini durduracak.”
Dışişleri Bakanlığı’nın değerlendirmesi ise şöyledir: “Yasanın Anayasa Komisyonu tarafından iptal edilmesini, Fransa’da ifade ve araştırma özgürlüğü, hukuk devleti ve uluslararası hukuk ilkeleriyle bağdaşan; tarihin siyasallaştırılmasına karşı duran bir adım olarak görüyoruz… Fransa’nın bundan böyle Türkiye ile Ermenistan arasında tarih konusundaki ihtilafın, adil ve bilimsel temelde ele alınması için yapıcı bir yaklaşım içinde olmasını; sorunu daha derinleştiren değil, çözümü destekleyen katkılar yapmasını ümit ediyoruz. Böyle bir yaklaşım, Türk-Fransız ilişkilerinin hak ettiği mecrada ve her alanda geliştirilmesine de katkı sağlayacaktır.”
Le Monde gazetesi (1 Mart 2012) Anayasa Konseyi’nin üstlendiği rolü yerine getirdiğini belirterek, yasanın ifade özgürlüğüne karşı olması sebebiyle iptal edilmesine dikkat çekmiş, yasanın Anayasa Konseyi’nce iptal edilmesiyle yanlış yoldan dönüldüğünü açıklamıştır.
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Kuruluşu (RSF), soykırım inkarını hapisle cezalandıran yasanın iptal edilmesini memnuniyetle karşıladıklarını açıklamış, ifade özgürlüğüne sahip çıkma sırasının Türkiye’de olduğunu belirmiştir: “Ancak girişim, Fransa’nın savunduğu demokratik değerlerin inanırlığına, insan hakları savunucularına ve Türkiye’deki Ermeni davasına bir kere zarar vermiş oldu. Tüm Fransa politik sınıfına sesleniyoruz; buna tekrar kalkışmayın. Son deneyim kesin olarak gösterdi ki, anma yasalarıyla resmi tarih oluşturmaktan vazgeçilmeli.”
RSF, soykırımların cezalandırılmasını öngören düzenleme henüz Fransa Meclisi’ne ve Senatosu’na gelmeden önce yasaya karşı çıkmış, son olarak da parlamenterlere gönderdiği mektuplarla onları Anayasa Konseyi’ne itiraz etmeye çağırmıştı. Bu olumlu değerlendirmelere bakıp rehavete kapılmamak gerektiği kanısındayım. Nitekim ABD Kongre üyesi Adam Schiff, Robert Dold ve diğer 59 üyesi Ermeni soykırımı konusundaki fikirlerini değiştirmesi için ABD Dışişleri Bakanı Clinton’a bir mektup göndermiş ve Clinton’ı, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu tarihsel ayıbı göz ardı etmesine teşvik edici olmakla suçlamışlardır.
Ayrıca Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA), İstanbul’daki Hocalı gösterilerinde ırkçılık ve şiddet körüklendiği savıyla dönemin ABD Büyükelçisi Ricciardone’ye Türkiye’yi kınama çağrısı yapmıştır. ANCA Müdürü Aram Hamparian, “Bunlar basit bir şekilde soykırım sonrası bir devletin şiddet yankıları değil ancak soykırım öncesi Türk toplumunun kararlı eylemleridir. Türk toplumu kızgın bir şekilde hayallerindeki düşmanlara saldırıyor ve bir sonraki hedeflerini artıyorlar. ABD Büyükelçisi Ricciardone’den derhal güçlü bir şekilde ve açıkça bu hükümetin şiddeti onaylamasını, teşvik etmesini kınamasını istiyoruz” demiştir.
Fransa ile yaşanan sözde soykırım gerginliği sürecinde Yaşar Kemal’in 18 Aralık 2011 tarihinde İstanbul’da kendisine sunulan Legion d’Honneur Grand Officier (büyük subay) nişanı alması doğru değildi. Bu nişan Yaşar Kemal’e onur kazandırmamıştır. Çünkü Yaşar Kemal Orhan Pamuk’tan çok daha başarılı bir yazar olmasına rağmen, Orhan Pamuk gibi Türk ulusunu soykırım yapmakla suçlamamıştır. http://webtv.hurriyet.com.tr/2/25807/0/1/yasar-kemal-e-fransa-dan-buyuk-subay-nisani.aspx linkini tıklayanlar, Yaşar Kemal’in ödül törenine katılanların memnuniyetini göreceklerdir. Acaba bu katılımcılar şimdi ne düşünüyorlar?
12 Ekim 2006 tarihinde Fransızların Ermeni soykırımını inkara ceza yasasını parlamentolarından geçirdikleri gün Ermeni soykırımını kabul eden Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verilmiştir.
Acaba bu bir tesadüf müdür yoksa bir merkezden yönetilen bir planın parçası mıdır? Orhan Pamuk, İsviçre’de yayınlanan günlük Tagesanzeiger gazetesinde 6 Şubat 2005 tarihinde yayınlanan röportajında “Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü. Neredeyse benim dışımda hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyor ve milliyetçiler bunun için benden nefret ediyorlar” dediği için mi Nobel almıştır?
Pamuk bu demecinin ardından ABD’de yayımlanan Time dergisinin 8 Mayıs 2006 tarihli sayısının “Time 100: Dünyamızı Biçimlendiren Kişiler” başlıklı kapak yazısında tanıtılan 100 kişiden biri olmuş, 2007 Mayıs’ında yapılan 60. Cannes Film Festivali’nde de jüri üyeliği yapmıştır.
Her nedense tüm bu başarılar 6 Şubat 2005 tarihinden sonra gelmiştir.
Yaşar Kemal bu ödülü almasaydı Fransa’ya çok önemli bir ders vermiş olacaktı. Güney Afrika’nın eski Devlet Başkanı Mandela 1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmişti.
Fakat 93 yaşındaki Mandela, ABD’nin Houston Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren bir Enstitü’nün 2010 Barış Ödülünü 27 Ocak 2011’de almıştır.
Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç Cumhurbaşkanı Chirac’ın kararıyla 17 Eylül 2004 tarihinde kendisine verilen Legion d’Honneur’ün en üst derecelerinden biri olan Commandeur Liyakat Nişanı’nı (Commandeur de la Legion d’Honneur) Fransa’ya geri göndermiştir. Teziç, 1. Napolyon döneminde başlayan ve dünyada çok az sayıda kişiye verilen bu nişanın Türkiye’deki tek sahibi idi. Eski bakanlardan Kamran İnan da verilen nişanı iade ederek iade mektubunda şunları yazmıştır: “Fransız Parlementosunun ve hükümetinin memleketime karşı aldığı düşmanca kararlardan sonra, daha önce Cumhurbaşkanınız Francois Mitterrand’ın bana verdiği Legion d’Hanneor nişanını muhafaza edemeyeceğimden ilişikte size iade ediyorum.”
1964 yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden Fransız düşünür Jean Paul Sartre “Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir” derken, Yaşar Kemal’in Fransa’dan ödül alması çok düşündürücüdür.
Oylanacak yasa teklifinden 4 gün önce Yaşar Kemal’e nişan verilmesi dikkat çekicidir. Türkiye’yi insanlık aleminin en adi suçu olan soykırımıyla suçlamak isteyen bir ülkeden nişan almak, bence en hafif ifadeyle bir vurdum duymazlıktır.
Bu konuda çok önemli bir hatırlatma yapmak isterim. Doktor Jivago kitabının yazarı Rus Boris Pasternak kendisine 1958 yılında verilen Nobel Edebiyat Ödülünü reddetmiştir. Çünkü kendisi rejim aleyhtarıdır.
Ödülün kendi yazarlığı için değil, ülkesini eleştirdiği için verildiğini anlayan bir birikime ve olgunluğa sahip bir kişilik olarak ödülü almamıştır.
Türkler de tıpkı Ermeniler gibi etkili ve kalabalık mitingler düzenleyerek ülke yöneticileri üzerinde siyasi baskı kurmalıdır. Bu mitingler bir merkezden koordine edilmeli, gerekli maddi ve organizasyon desteği bürokrasiye boğulmadan sağlanmalıdır. Gerekirse bu konuda yeni bir yapılanmaya gidilmelidir.
Marmara Grubu Vakfı, Hocalı soykırımının 20’nci yılında Ermenistan’ı Hocalı’da yaptığı soykırımdan ötürü kınamıştır. İstanbul’da Vakfın da desteklediği Türkiye’de bulunan Azerbaycan Türkleri ile yurdun birçok yerinden gelen vatandaş ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla “Ermeni iddialarına sessiz kalma” mitingi düzenlenerek Türk ve dünya kamuoylarının soykırıma dikkati çekilmiştir.
Fakat, Taksim’deki gösteride atılan “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz p…”, “Bugün Taksim, yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz”gibi Türkiye’ye ve Azerbaycan’a zarar verecek sloganlar atılmamalıdır.
Bu gibi aşırı ve ideolojik sloganlar haklı bir davada Türkiye ve Azerbaycan’ı haksız duruma düşürür. Uluslararası ilişkilerde his değil, akıl ve mantık ön planda tutulmalıdır. Nitekim Azerbaycan’ın Ankara Büyükelçisi Faik Bagirov’u bu ifadeler rahatsız etmiş, Büyükelçi “o pankart hiç iyi olmadı” demiştir.
Bu gibi konularda daha diplomatik davranmakta yarar vardır. Eski Dışişleri ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık 1968’lerde Paris Büyükelçisi’dir. Fransa’daki Ermenilerin kışkırtıp dayatması sonucu Marsilya’da yapılacak Ermeni soykırımı anıtına karşı çıkar. Anıtın açılış törenine Fransız hükümetinin resmen katılmamasını ister. Ancak anıtın açılışına Fransız bakanlardan birinin katıldığını görünce sabrı taşar ve Ankara’ya sorma gereğini dahi duymadan Paris’i terk edip Ankara’ya döner, gelişmelere karşı dik bir duruş sergiler.
Işık, bağırıp çağırmadan karşı tarafa anlamlı bir diplomatik ders vermiştir. Hemingway, “Cesaret, olaylar karşısında gösterilen zarafettir” derken çok haklıdır.
ABD’de Barack Obama Yönetimi 15 Ekim 2014 tarihinde 1915 yılındaki Ermeni tehcirini sembolize eden bir halının Beyaz Saray’da sergileneceğini açıklamıştır. Bu konudaki açıklama Başkan Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’in sözcüsü tarafından yapılmıştır. Sözcü Bernadette Meehan Gazir Halısı’nın (Armenian Orphan Rug– Ghazir Rug) 18-23 Kasım tarihlerinde Beyaz Saray’ın ziyaretçilere açık bölümünde sergileneceği duyurmuştur.
Meehan halıyla ilgili açıklamasında şöyle demiştir: “Aynı zamanda ‘Ermeni Yetimi Halısı’ olarak bilinen halı, Amerikan halkı tarafından yerlerinden edilen Ermeni yetimler için sağlanan insani yardımın tanınması amacıyla 1925’te Başkan Coolidge’e sunulmuştu. Cennet Bahçesi’nin tasvir eden, 4 milyon ilmek içeren halının tamamlanması 18 ay sürdü. 3.5 x 5.8 metre boyutlarındaki halı çok iyi durumda. Halı, Başkan Coolidge’in 1929’da görev süresi sona erince, kendisinin kişisel eşyası olarak ayrılmış ancak 1982’de ailesinin bir hediyesi olarak Beyaz Saray’a dönmüştü. Halı, o zamandan beri sadece iki kere teşhir edildi ve Ermeni halkıyla ABD’nin yakın ilişkisinin bir hatırası oldu.”
Türkiye’nin halının Beyaz Saray’da sergilenmemesi konusundaki girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ermenilerin talepleri ABD yönetimi tarafından geri çevrilmiş, halının sergilenmesini Obama yönetimi siyasi açıdan riskli bulmuştu. Sergi, 18 Kasım’da ziyaretçilere açılmış, bu vesileyle Ermeni diasporası 1.5 milyon Ermeni’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafından soykırıma uğratıldığı yalanını gündeme getirmiştir. (Turkey’s mass murder of over 1.5 million Armenians and other Christians during World War I. http://armenianweekly.com/2014/11/18/orphan-rug/)
Öncelikle belirtilmesi gerekir ki o dönemde Türkiye Cumhuriyeti yoktur.
1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanan Ermenilere yönelik bir soykırım söz konusu değildir.
Osmanlı Devleti, 1915 yılında ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle Hitlerin Yahudilere yaptığı gibi bir katliam yapmamış, Hitler’in Yahudileri fırınlarda yaktığı gibi Ermenileri yok etmemiş, devlet politikası haline gelmiş eylemlerde bulunmamıştır.
Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ 9 Nisan 2015 tarihinde soykırım sözcüğü yerine bu kelimenin Ermenicede karşılığı olan “medz yeghern” (büyük felaket) sözcüklerini telaffuz etmemesi konusunda ABD Başkanı Barack Obama’ya bir mektup yazmıştır. Obama da zaten soykırım kelimesi yerine “medz yeghern” demiştir.
Dönemin Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır’ın, “Ancak Papa Francis’in yaptığı açıklama tarihi bir husumet olarak dünya tarihine geçecek yanlış bir açıklamadır. Gerçekten tamamen itilaflı olan, tarihi hiçbir belgeye dayanmayan, kabul edilmesi mümkün olmayan böyle bir açıklamayı Türkiye yok farz edecektir” açıklaması yerindedir ama açıklamanın “yok” (keenlemyekün) sayılması mümkün değildir.
Çünkü yokluk, idare hukuku kavramıdır. Hukuka aykırı olarak nitelendirilebilecek bir idari işlemin iptaline gerek olmadan “yok” sayılmasıdır. Oysa uluslararası hukukta böyle bir kavram yoktur.
ABD’deki Pew Araştırma Merkezi Din ve Kamu Yaşamı Forumu’nun “2010 Dünyanın En Önemli Dini Gruplarının Büyüklüğü ve Coğrafi Dağılımı” adlı raporuna göre dünyada 2,2 milyar Hıristiyan (yüzde 32), 1,6 milyar Müslüman (yüzde 23) vardır.
Dünya genelinde Hıristiyan nüfusun yarıya yakınını oluşturan Katoliklerin sayısı yaklaşık 1,1 milyar civarındadır. Latin Amerika Katolik nüfusun yüzde 40’ından fazlasını barındırmaktadır. Yüzde 41,3’ü Katolik olan Güney Amerika’da 483 milyon Katolik vardır. Avrupa’da 277, Afrika’da 177, Asya’da 137, Kuzey Amerika’da 85 ve Okyanusya’da 9 milyon Katolik yaşamaktadır.
Dünyada en fazla Katolik’in bulunduğu 10 ülkenin 4’ü Latin Amerika’dadır. Brezilya, yaklaşık 140 milyon nüfusuyla dünyada Katoliklerin en kalabalık olduğu ülkedir. Papa’nın ülkesi Arjantin’de nüfusun yüzde 75’ten fazlası Katolik’tir. Avrupa’da en fazla Katolik yaklaşık 57 milyon kişi ile İtalya’da bulunurken, Afrika’da başı yaklaşık 36 milyon ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti çekmektedir.
Papa Katolik dünyasının başı olduğuna göre tüm Katolik ülkeler sözde Ermeni soykırımını tanırsa, biz kafamızı “deve kuşu gibi” kuma gömüp bu kararları yok mu sayacağız?
Ayrıca Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın resmi internet sayfasından yaptığı kısa açıklamadaki, ”Ermenistan için Papa’nın açıklamaları şans ve ümit verici” açıklamasını da unutmamak gerekir. NTV’de 13 Nisan 2015 tarihindeki Papa’nın açıklamalarını yorumlayan yorumcular; Ermenilerin yaptığı Hocalı soykırımından, Holokost’tan, Ruanda ve Bosna soykırımlarından, 18 Mayıs 1944 tarihinde Kırım Türklerinin Stalin tarafından bir gecede trenlere binilerek vatanlarından sürgüne gönderilmelerinden ve 150 bin Kırım Türkünün yollarda öldüğünden nedense söz etmemişlerdir.
HDP de TBMM’nin AP’nun kararını eleştiren kararına katılmamıştır. Bu durumda HDP nasıl Türkiye partisi olacaktır?
Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer alan ve birinci Mecliste milletvekili olan Ahmet Rüstem Bey, sözde Ermeni soykırımı suçlamalarına karşı 1918’de Bern’de Fransızca olarak yayınladığı La Guerre Mondiale et la Question Turco- Armenienne (Dünya Savaşı ve Türk Ermeni Sorunu) adlı kitabının önsözünde şu tespitte bulunmuştur: “Ermeni sorununda dünya kamuoyuna karşı Türkiye’yi savunmayı amaçlayan bu kitabı yazarken , her şeyden önce doğduğum, pek çok iyiliğini ve nimetlerini gördüğüm bu ülkeye bağlılık duygularını sürdürmeyi düşündüm.”
Bugün “Canım Batılılar öyle söylüyorsa öyledir, demek ki Ermeni soykırımı yapmışız kabul edelim, ne var bunda özür dileyelim olsun bitsin” diyen başta Nobel Edebiyat ödüllü yazar Ferit Orhan Pamuk olmak üzere bazı Türk aydınlarının, ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un (Gün Uzar Yüzyıl Olur, 1980) ifadesiyle “mankurtların” sayısının hızla çoğaldığını gördükçe, Türkleri aşağılayanları düelloya davet edecek kadar gözü pek bir Türk sever olan Polonya kökenli Ahmet Rüstem Bey’i acaba kaçımız biliyor?
Bence, bilen sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Sözde soykırım iddiaları Türkiye’nin dış politikasını sürekli baskı altında tutmakta, Türkiye’ye yönelik psikolojik baskı yapılması için bazı ülkelere fırsatlar vermekte ve Türkiye’nin AB üyeliği önünde bir engel oluşturmaktadır.
Nitekim Ermeni diasporasının iddiaları 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de Türkiye’nin önüne çok büyük bir engel olarak çıkmıştır. Avrupa Birliği Ermeni sorunu konusunda Türkiye’ye iki dayatmada bulunmuş ve Türkiye’nin AB’ye girmesi için Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını tanıması ve Türkiye’nin Ermenistan’la sınır kapısını açmasını istemiştir.
Karabağ konusunda uzlaşmaz bir politika izleyen ve Hocalı’da gerçek anlamda soykırım yapan Ermenistan’a atıf bile yapılmamıştır. Türkiye-Ermenistan yakınlaşması aşağıdaki hukuki düzenlemeler yapılarak ortadan kaldırılmadığı, söylemler düzeltilmediği ve sözde Ermeni soykırımı yalanı gündemden düşmediği sürece Türkiye’nin AB üyesi olması mümkün değildir.
• Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin 23 Ağustos 1990 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’nin 12’nci maddesinde“Ermenistan Cumhuriyeti, 1915 Osmanlı Türkiye’si ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen soykırımın uluslararası alanda kabulünün sağlanması yönündeki çabaları destekleyecektir” denilmektedir.
• Ermenistan Parlamentosu, 23 Eylül 1991 tarihinde aldığı bağımsızlık kararında “Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’ne sadık kalacağını” açıklamış ve taahhüt etmiştir.
• 1995 yılında kabul edilen Ermeni Anayasası’nda “Ermenistan’ın Bağımsızlık Bildirisi’ndeki ulusal hedeflere bağlı kalacağı” bir anayasa hükmü olmuştur. Soykırım yalanının uluslararası alanda tanınmasının Ermenistan’ın dış politika hedefi olduğu belirtilmiştir.
• Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü Kurultayına katılan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, “Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” demiştir.
• Ermenistan’daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili yer almıştır.
• Ermenistan Milli Marşı’nda ”topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” yazılıdır.
• Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır.
• Sarkisyan İngiliz yazar Thomas De Waal’a, “Hocalı’dan önce Azeriler bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu- stereotipi- ( zeka geriliği) kırmayı başardık” demiştir.

1933’de Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların yazarı Yahudi kökenli Stefan Zweig’ın “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur” sözü günümüzde Ermeniler için geçerliliğini koruduğu sürece, sözde Ermeni soykırımı gündemden düşmeyecektir.

21 Temmuz 2015 Salı

SIFIR NOKTASI [Can EROĞLU & Yalçın KOÇAK]

SIFIR MERİDYENİ LONDRA’DAN DEĞİL İSTANBUL’DAN GEÇİYOR
Bugün bütün dünya ile birlikte biz de saatlerimizi sıfır meridyeninin geçtiğine inanılan İngiltere’deki Greenwich’e göre ayarlıyoruz. Ama henüz 130 yıl öncesine kadar sıfır meridyeni İstanbul’dan geçiyor ve hem zamanın hem de dünyanın merkezi İstanbul sayılıyordu. Bu gerçeği Osmanlı arşivlerinden çıkardığı haritalarla ispatlayan astronom Yakup Emre, “Arşivlerimizdeki belgeler tarihi yeniden yazdırır” diyor.
Sadece Osmanlı İmparatorluğu’na değil Roma ve Bizans İmparatorluklarına da başkentlik yapmış olan İstanbul, daha 130 yıl öncesine kadar dünyanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Sıfır meridyeninin geçtiği İstanbul, aynı zamanda dünyanın Doğu ve Batı diye ikiye ayrılan merkeziydi de. Doğu ve Batı Roma tanımları bile İstanbul merkeze alınarak söylenebiliyordu. Haritalar buna göre yapılır, saatler İstanbul’a göre ayarlanırdı. Genç araştırmacı astronom Yakup Emre’nin ilk kez bir makalesiyle gündeme getirdiği konu üzerine geçtiğimiz hafta Aydın Üniversitesi’nde düzenlenen Sıfır Meridyen Çalıştayı, 130 yıl önce İngilizler tarafından çalınan milyon taşını ve sıfır noktası unvanını Greenwich’ten geri almak için harekete geçti. Çalıştay sonunda açıklama yapan Prof. Dr. Saim Yeprem, konunun daha geniş tartışılabilmesi için önümüzdeki yıl uluslararası bir meridyen kongresi düzenleyeceklerini açıkladı.
DÜNYANIN MERKEZİYDİ
Çalıştayın oturum başkanlığını yapan İlber Ortaylı’ya göre Doğu Roma İmparatorluğu döneminde dünyanın merkezi olarak Yerebatan Sarnıcı’nın önündeki ‘milyon taşı’ bütün dünyanın başlangıç ve merkez noktası olarak kabul ediliyordu. Ta ki 1800’lü yılların sonuna kadar… Ortaylı’ya göre Greenwich’in sıfır noktası olarak kabul edilmesi, Britanya İmparatorluğu’nun tezahürü olarak anlaşılmış. Bizde başlayan tartışmanın izinden giderek, dünyanın merkezi olan ‘milyon taşı’nın ve Ayasofya’nın hilalinden geçtiğine inanılan sıfır boylamının hikâyesi ‘aslında neydi’ diye sorduk. Sıfır meridyenini ilk kez gündeme getiren Yakup Emre’nin yanı sıra Siyaset Bilimci Yalçın Koçak, Araştırmacı Yazar Celal Tahir ve Tarihçi Yazar Orhan Sakin’le İstanbul’u dünyanın merkezi yapan hususları ve meridyen tartışmasının arka planını konuştuk.
4. YÜZYILDA YERLEŞTİRİLDİ
Aslında hikâyenin sonu hepimiz için çok tanıdık. Biz hikâyenin başına odaklanalım. Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından bugünkü Sultanahmet Meydanı’na 4. yüzyılda yerleştirildiği düşünülen –ki bugün hala orada duran- Milyon Taşı, İstanbul’u dünyanın merkezi olarak konumlandırmıştı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de şehir bu merkeziliğini korumuştur. Milyon Taşı (sıfır taşı) dünyayı Doğu ve Batı diye ikiye ayırırken, Coğrafya biliminde kullanılan boylamların ilki olan Sıfır Boylam da Ayasofya’nın hilalinden geçiyor diye kabul edilmişti. Zaman da buna göre belirlenmiş ve uzun yıllar pek çok ülke saatlerini İstanbul’a göre ayarlamışlardı. Ta ki 1884 yılına kadar.
HERŞEY ONA GÖRE AYARLANIYOR
1884 yılında Washington’da Uluslararası Meridyen Kongresi adıyla bir toplantı düzenlenir. Yirmi dört ülkeden temsilcilerin katıldığı toplantıda Osmanlı’yı Ahmet Rüstem Efendi temsil eder. Osmanlı’nın ‘şerhli evet’iyle başlangıç meridyeni Greenwich’e taşınır. Tabi onunla birlikte zaman ve konumun belirlenmesi de. Zamanla tüm dünya Greenwich’i başlangıç meridyeni ve saati olarak kabul eder. Osmanlı, kendi sistemiyle birlikte ikili bir sistem devam ettirir. Cumhuriyet sonrası Takvim, saat ve ölçülerle ilgili yapılan kanunda Türkiye’de Greenwich’e göre ayarlar kendisini. Bunun ne önemi var diyenler için şunları bazı başlıklarını saymak yeterli olacaktır: Haritalar buna göre çiziliyor, saatler buna göre ayarlanıyor, yön tayini buna göre yapılıyor. Bugün hava ve deniz trafiğinin yanı sıra tüm dünya borsalarının açılış kapanış saatleri bile buna göre ayarlanıyor.
Arşivlerimizdeki belgeler tarihi yeniden yazdırır
Anlamak için en baştan başlayalım, meridyen ne demek, sıfır meridyen ne demek? 
Meridyen diğer adıyla tûl zaman hesaplarının, konum tespitinin yapılabilmesi için dünya üzerine çizdiğimiz hayali çizgilerdir. Bu çizgiler toplamda 360 adettir. Doğu Batı diye ayırılabilmesi için bir (0) meridyen icap etmektedir. Bu (0) meridyen Dünya’nın herhangi bir yerinden geçirilebilir.
Peki, bu sıfır meridyeni dünyanın tam olarak neresinden geçiyor? 
Milattan sonra 2. yüzyılda yaşamış astronominin temel taşlarından İskenderiyeli Yunan astronom ve coğrafyacı Batlamyus El Macesti kitabında Kanarya Adalarını esas almıştır. Buranın alınmasının sebebinin, görebildikleri son kara parçasının Kanarya Adaları olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Kanarya Adaları günümüzde İspanya’ya bağlı özerk bir topluluktur. O zamanlar uluslararası bir saat sistemi olmadığından her millet bilimsel çalışmalarında, haritalarında başkentlerini mebde-i tûl (baş meridyen) kabul ediyorlardı. Osmanlı Devleti İstanbul’u, İngiltereliler Greenwich’i, Fransalılar Paris’i esas almıştır.
Bizde ilk ne zaman uygulanıyor? 
Müslüman astronomi âlimlerin temel taşlarından Timur Devleti’nin Hükümdarı Semerkant rasathanesinin kurucusu Uluğ Bey, Kamçatka’nın doğusundan geçen meridyeni başlangıç olarak esas almış. Günümüzde Rusya’nın en doğusunda, Japonya’nın kuzeyinde yer alan Kamçatka, aynı zamanda dünyanın da en doğusunda bulunuyor. Burası, Greenwich’e göre gün oluştuğunda ilk sabah vaktinin zuhur ettiği yer olarak da bilinmektedir. Osmanlı’da ise astronomi Fatih Sultan Mehmed Han’ın davetiyle Uluğ Bey’in öğrencisi Ali Kuşçu ile başlamaktadır.
Sıfır meridyeninin İstanbul üzerinden geçtiğini gösteren bir Osmanlı haritası buldunuz yakın zaman önce. Bununla ilgili başka bilgi, belge ve haritalardan söz edebiliyor muyuz?
Osmanlı vesikalarında arşivlerinde coğrafyacıların bununla alakalı birçok haritası mevcuttur. İstanbul Kütüphaneleri ve Osmanlı Arşivi malzemesi zengin mekânlardır. Buralar detaylı bir şekilde incelenmedi. Yedikıta dergisi olarak İstanbul’u gösteren haritayı ilk biz yayınladık. Bizim bulduğumuz İkinci Abdülhamid Han devrinde, şehzadelere Coğrafya dersi veren Mehmed Eşref Bey’in Coğrafya-i Umumi Atlası kitabındaki haritadır.
NAMAZ İSTANBUL’A GÖRE KILINIYORDU
Başlangıç meridyeninin İstanbul olarak belirlenmesinin anlamı nedir? Bu bize ne sağlıyor? 
Osmanlı için halifeliğin bir nişanıdır. Bu yüzden Osmanlı’nın hâkim olduğu toprakları gösteren haritalarda baş meridyen olan Ayasofya Camii’nin kubbesinden geçen meridyene “Arz-ı Halife” veya “Arz-ı İstanbul” deniliyordu. Çünkü Halife-i Mü’minin İstanbul’dadır. Hâlen İstanbul’u esas alarak namazlarını kılan ülkeler mevcut. Mesela Afganistan’da bayram namazı vaktini İstanbul esas alarak kılıyorlar. Sebeb ise Halife-i Mü’minin ile aynı anda bayram namazını eda edelim düşüncesidir.
Greeenwich esas alındıktan sonra artık bütün hesaplar oraya göre yapılıyor. Dünya’nın düzenini saatini programını İngilizler ayarlıyor. Borsaların açılıp kapanması uçakların kalkış saatleri hep Greenwich’e göre ayarlanıyor.
ZAMANIMIZI BOZDULAR
Mehmet Eşref Bey’in hazırladığı coğrafya kitaplarında farklı yerlerden sıfır meridyenini geçiren haritalar olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar ne anlama geliyor?
Evet, Mehmed Eşref Bey hazırladığı Coğrafya-i Umumi Atlası kitabının mukaddime kısmında şöyle ifade ediyor. Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarda Dersaadet’i (İstanbul’u) esas aldığını, Dünya haritalarında ise Paris veya Greenwich’i esas aldığını söylüyor. Mehmed Eşref Bey İkinci Abdülhamid Han devrinde Şehzadelere Coğrafya dersleri veren birisi. Washington’daki kongreden sonra dahi Greenwich’i kabul etmeyip Osmanlı’nın hâkim olduğu haritalarda hep İstanbul’u Ayasofya’nın kubbesini arz-ı halife dedikleri yeri kabul etmiştir.
1884’teki o kongreden sonra Osmanlı saat sistemindeki işleyiş nasıl oldu?
Osmanlı’da zaman kavramı şu şekildeydi; Gün başlangıcını akşam namazından itibaren başlatıyorlardı. Yani güneş battıktan sonra saatlerini 12.00 yapıyorlardı. Buna ezâni saat alaturka saat de denilmektedir. Kongreden sonra Osmanlı’da çift saat sistemi kullanıldı. Bunlardan birisi vasati saat bir diğer adıyla alafranga saat dediğimiz Greenwich esas alınarak kullanılan saattir. Bu ezâni saat uygulaması 1932 yılında çıkan Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik Kanunu’na kadar devam etmiştir. Ülke genelinde de tamamen Greenwich esas alınan saat sistemi kullanılmıştır.
Yalçın Koçak – İstanbul Aydın Üniversitesi: Mekke’deki saat kulesi, İstanbul’a karşı bir hamle
Sadece tarihi bir meseleyi konuşmuyoruz, tehlikesi hala süren bir şeyi konuşuyoruz. Bunun üzerine gitmemiz gerekir. Biliyorsunuz Mekke yönetimi yaptıkları saat kulesiyle Mekke merkezli bir zaman uygulaması başlatmak istiyorlar. Biz İstanbul’un merkeziliğini unutunca İstanbul’un sıfır meridyeni Greenwich’e taşındı. Peki, İstanbul’un bir de zamanda sıfırı vardı, bunu da engellemeleri lazım. Mekke’deki saat kulesi bu yüzden ortaya çıkıyor. Ayasofya’nın hilalinin zaman misyonu, Mekke’de yapılmış olan Kraliyet Saat Kulesi’ne taşınmak isteniyor. İstanbul merkezli bir zaman uygulaması olmasın diye uydurulmuş bir şey bu. El Cezire saatini Kraliyet Saat Kulesi’ne bağladı bile. Çünkü İstanbul merkezli bir saat kurulmasın diye Mekke’nin dini bağlamını da istismar ederek bunu yapıyorlar.
İNGİLİZLER MİLYON TAŞI’NI ÇALDILAR
İngilizler 1886’da Yerebatan Sarnıcı’nın girişi kapısı kısmındaki Milyon Taşı’nın yarısını kesip Greenwich’e götürdüler. Bu bir kültür meselesidir. Belki sıfır meridyeni yeniden İstanbul’dan başlatamayız ama mesele gelecek nesillerimizin işin doğrusunu öğrenmeleridir.
Celal Tahir – Araştırmacı Yazar: Gün neden gece 12’de başlıyor sormalıyız
Zamanı ve mekânı tanımladığınız vakit, artık her şeyi tanımlayabilecek duruma geliyorsunuz. Burada iki şeye dikkat etmemiz lazım, mekân yeniden tanımlanırken İstanbul devre dışı bırakılıyor, Washington’da alınan kararla Londra merkez oluyor. Aynı yerde zamanın referans noktası da yeniden tanımlanıyor. Bunlarla ilgilenmiyoruz. Cumhuriyet’ten sonra takvim ve saat ölçülerinin değiştirilmesiyle biz bu yeni küresel değişikliklere intibak etmiş olduk. Meseleyi dar bir siyasal bağlamın dışında daha derin olarak kavramak zorundayız. Burada mesele zamanın yeniden tanımlanmasıdır. Bizim bazı soruları sormamız lazım. Milyon taşı neden İngiltere’ye götürüldü? Sıfır boylam niye oradan geçiyor? Zaman neden yeniden tanımlandı, yeni gün neden gece yarısı on ikide başlıyor? Bizim eski kültürümüzde böyle değildi, Tevrat’ta da böyle değildi, Hint geleneğinde de böyle değildir. Bizde gün, geceyle başlar. Perşembe bittiğinde Cuma’nın gecesi başlar. Kural budur. Bu soruyu cevaplayalım.
Orhan Sakin – Tarihçi Yazar: Amerikan ve İngiliz oyunu
19. yüzyılın sonlarına doğru ulaşım ve iletişim araçlarının gelişmesinin, zamanı daha önemli hale getirdiği bilinen bir husustur. Ulaşım ve iletişimin süratlenmesi, zamanı mahalli olmaktan da çıkarmış, globalleştirmişti. Nitekim 1860’lardan itibaren başlangıç meridyeni ve meridyen ölçümleri konusunda çalışmaların yoğunluk kazandığı, ulusal ve uluslararası toplantıların arttığı görülmektedir. Bu dönem aynı zamanda Batı’nın dünyanın üzerinde hâkimiyet ve üstünlük yarışına girdiği bir dönemdir. 1884 yılında Washington’da yapılan konferansta İngiliz tezinin kabul edilmesi, “Güneş batmayan imparatorluk” olarak da adlandırılan İngiltere’nin küresel gücüyle bağlantılı olduğu inkâr edilemez.
[13 MAR 2015 // CAN EROĞLU, (Yalçın KOÇAK & SIFIR NOKTASI)]

25 Haziran 2015 Perşembe

EFSANE TÜRK'LER: Yusuf Hüseyin BABEKOĞLU, Mustafa ÖMER, Ali ORMANLI

MEDAR-I İFTİHARIMIZ, 
“MİLLİ KAHRAMAN” O’NLAR
BULGARİSTAN CUMHURBAŞKANLIĞI TARAFINDAN DÜZENLENEN DEVLET TÖRENİ İLE
ÜÇ TÜRK’E “ONURLU YURTTAŞLIK GÖREVİ” DEVLET NİŞANI VERDİ
Üç Türk’e "Onurlu Yurttaşlık Görevi" devlet nişanı:
Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev, Bulgaristan'da 1989 yılında yıkılan komünizm rejimine karşı direnişin öncülüğünü yapan üç Türk’e "ONURLU YURTTAŞLIK GÖREVİ" devlet nişanı verdi.
Hükümetin teklifi üzerine Cumhurbaşkanlığı köşkünde düzenlenen törende Mustafa Ömer, Yusuf Hüseyin Babekoğlu ve Ali Ormanlı'ya verilen nişanlar sırasında ülkede 45 yıl süren komünizm diktatörlüğünün vahşetleri bir kez daha hüzünle hatırlandı. Cumhurbaşkanı Plevneliev, 10 Kasım 1989 tarihindeki diktatörlüğün çöküşünün, 26 yıl önce Türk ve Müslümanların direnişi ile başlayan, "Mayıs Olayları" olarak bilinen hareketle başladığını ifade etti.

Plevneliev, eski rejimin zorla isimlerini değiştirmeye, dinini yasaklamaya çalıştığı bir dönemde Bağımsız İnsan Hakları Koruma Derneği ve Demokratik İnsan Hakları Ligi gibi Türklerin kurduğu örgütlerin cesur bir mücadele verdiklerinin altını çizdi. Hiç bir totaliter idare halkın ruhu ve iradesinden daha güçlü olmadığını belirten Plevneliev sözlerini şöyle sürdürdü: "Eğer bugün eski totaliter rejim ile ilgili gerçekleri açık olarak konuşabiliyorsak, bunu baş eğilmeden adaletsizlikle mücadele veren o Bulgaristan vatandaşlarının gösterdiği cesaretleri sayesinde yapabiliyoruz. Demokrasimiz varlığı, önemli ölçüde bugün saygıyla ödüllendirdiğimiz bu kişilerin totaliter eziyet mekanizmalarına karşı mücadelesine borçludur. Mayıs olaylarına katılan o 30 bin kişilik hareket demokrasinin gelmesini sağladı" dedi.
- Cehennemi yaşadık
Bulgaristan'da 1988 yılında kurulan Demokratik İnsan Hakları Ligi'nin Başkanı Mustafa Ömer, tören sonrası AA muhabirine yaptığı açıklamada kendisi ve ailesinin maruz kaldığı eziyetleri anlattı: "Adlarımızın zorla değiştirilmesi bir cehennemin dibiydi" diyen Ömer, kurdukları örgütün komünizme karşı direnişi başlatan en büyük teşkilatlardan biri olduğunu söyledi. Memleketi olan Güneydoğu Bulgaristan'daki Koşukavak (Krumovgrad) kentinde 5, ülke genelinde ise 50'ye yakın kişinin öldürüldüğü direniş olaylarında bir çok insanın sürgün edildiği, dövülerek sakat bırakıldığını anlattı.
Ömer sözlerini şöyle sürdürdü: "Komünistlerin siyasi polisleri beni öldürmeye çalıştılar. Başaramayınca dönemin parası ile 200 bin leva rüşvet teklif ederek satın almaya çalıştılar. Ancak hareketimizin adı Batıda duyulmuştu, dışarıdan destek alıyorduk. Yargılamak istediler, ben de yabancı basını getiririm dedim. Sonunda beni yurt dışına kovdular. Türkiye'ye oradan da Paris'e gittim. Mücadeleme devam ettim." Ömer, Ligin Başkanı olarak her türlü bölücülük ve terör eylemlere hayır diyerek, Hür AvrupaRadyosu'ndan devletin kendi halkını yabancılaştırmasına karşı çıkarak hak ve özgürlük için mücadele verdi. Rejim değişikliği sonrası Koşukavak'ın demokratik seçilmiş il Belediye başkanı olan Ömer, ardından emekliliğe ayrılıp politikayı da bıraktığını söyledi.
- Üçüncü nesil Belene mahkûmu:

Yusuf Hüseyin
BABEKOĞLU
Cumhurbaşkanı Plevneliev'in elinden nişanını alan Yusuf Hüseyin Babekoğlu da dedesi ve babasından sonra ülkenin kuzeyindeki Belene Toplama Kampı'nda hapis yatmış olan "ÜÇÜNCÜ NESİL MAHKUM" olduğunu belirtti. Halen Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Öğretim Görevlisi olan Yusuf Hüseyin Babekoğlu ise ülkenin Doğusundaki Varna bölgesinde, 1988 yılında kurulan Bağımsız İnsan Hakları Koruma Derneği'nin Başkan yardımcısı olarak görev yaptığı gerekçesiyle önce okuduğu üniversiteden atıldı, ardından sürgün edildi. "Bizim muhalefetimiz, aslında Bulgaristan'ın insan hakları için mücadele veren en radikal muhalefetiydi" diyen Babekoğlu, "Er veya geç gerçekler ortaya çıkar, hak yerini bulur" ifadesini kullandı. Dedesinin bir süre Belene'de mahkum olduktan sonra babasının da oraya yollandığını anlatan Babekoğlu, "1985 sonrası bir yıl babamdan haber alamamıştık. Yaşayıp yaşamadığın bile bilmiyorduk" diye konuştu.
Bulgaristan'daki Mayıs Olayları'nın zemini yaratan bir direniş ağı oluşturan Babekoğlu, yurt dışına kaçmaya çalışırken yakalanarak, Belene kampına yollanmış. Eski rejim, iradesini kıramayacağını görünce kendisini sınır dışı ederek Avusturya'ya göndermiş.
Babekoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: "Biz asla terörist olmadık. Sivil, medeni bir savaşım yaptık. Bulgaristan'da Türklerden kaynaklanan bir bölücülük hareketinin olabileceğine inanmıyorum. İstediğimiz tek şey olduğumuz gibi, rahat bir yaşam sürdürebilmekti."
Bulgaristan'daki o dönemle ilgili hala bir çok gerçeğin halktan saklandığını paylaşan Babekoğlu, "Umutluyum. Türk ve Müslümanlar eninde sonunda haklarını elde edecek. Bazı çevreler mani olmasına rağmen bu haklarına tam olarak kavuşacaklar" dedi.
Bulgaristan hükümeti tarafından ödüle laik görülen Demokratik İnsan Hakları Ligi'nin Başkan Yardımcısı Ali Ormanlı özel nedenlerden ötürü törene katılamadı.
- Todor Jivkov dönemi
Bulgaristan'ın devrik diktatörü Todor Jivkov'un komünist rejiminin 1985 yılında Türk ve Müslümanlara karşı giriştiği asimilasyon kampanyası sonucu ülkede özüne ve dinine sadık kalan çok sayıda insan mahkum edilmiş ya da sürgüne yollanmıştı. Rejimin yıkılmasına neden olan azınlığın iradesini kıramayan komünistler iktidardan düşmeden önce 450 bin kişiyi Türkiye'ye göçe zorlamıştı. (10 Haziran 2015 Çarşamba)
ELEŞTİRİ, YORUM VE KATKILAR:
1 YORUM: 
Adsız dedi ki...
1984-5 yılları gerçekleşen kalkınmalar kendiliğinden olduğunu zannedersiniz birileri zaten o kalkınmaları üstlenmiş "biz yaptık" tarihe kendilerini gerçek gaziler olarak geçirmeye çalışıyorlar. Kendilerini gazi bilenler ve her gösterilerde ön planda duranlar her platformlarda ileri geri konuşanlar 1983-4-5 hatta daha eskilere bile dayanan sessiz kalırlarken, sürgün edilen yerlerde susarken birleri Bulgaristan'da ikamet eden Türk bölgelerini sessiz sade bir şekilde dolaştılar ve BG Türkünü Bulgar'ın o korkunç planını anlattılar ve ulusal çapta bir gösteri hazırlıkları yapmışlardı…
Bu ne anlama gelir bilir misin: kedinin bıyığının altından fare geçirmek. İşte o sessiz kahramanlar bunu yaptılar BG Türkünü her bölgeye hücre evleri kurarak toplu bir direnişe hazırladılar.
Bu gün bazılar hayatta değiller bazıları da sessiz Allahtan başka kimsenin takdirini beklemeden sade bir hayat yaşamaktalar. Şaşırmayın araştırın "Bılgarsko natcıonalno osvobodıtelno dvıjenıe" "Demokratıçna liga" yıllar sonra ortaya çıktı. Bu tür örgütler 1983-4-5 yılları vazifesini yapıp ceza evlerine girenlerin kurdukları örgütlerin devamıdır.
O yiğit çocukları hiç bir zaman ön plana çıkarmazlar eğer çıkarırlarsa her şeyden önce BG yaşayan Türk çocukları anadili eğitimi okullarda zorunlu olması için konuşmalar yapacaklar ve arkası çorap söküğü gibi gelecek olduğundan dolayı BG hala çalışan eski DS derin devleti kendilerine zorluk çıkarmayacak birilerini 1984 gazisi ilan edip olayı kapatmak istiyorlar.
O üç arkadaşı tebrik eder hayırlı olsun. Kimseler tarihi isteseler de değiştiremez.

12 Haziran 2015 Cuma

Prof. Dr. ATA ATUN (KKTC) AB'ye Ne Kadar Güvenilir?..

 AB'ye Ne Kadar Güvenilir...
(Ortodoks değiliz, bizi kendinden kabul etmiyor da ondan!...)‏
Prof. Dr. ATA ATUN
Avrupa Birliği’nin ne kadar tarafsız olduğunu veya da bir başka tanımlamayla tarafsız olabilmeye ne kadar yaklaşabildiğini son yayınlanan Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye raporunda açık ve net olarak görmek mümkün.
Avrupa Birliği nerede tarafsızmış, nasıl tarafsızmış, kim demiş, neden söylemiş pek de anlamış da değilim, nerede yazdığını da hiç bulamadım. Zaten Avrupa Birliği’ne inanmamak için onlarca, yüzlerce neden var ortada. Yakın tarihte kim ve hangi tıynette olduklarının tümünü bulmak mümkün.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusuna bakışı at gözlüğü ile. Gözleri sadece Rumların istediklerini görüyor ve kulakları da sadece Rumların söylediklerini duyuyor.
Türkiye’den Kıbrıs’tan askerini çekmeye başlamasını ve kapalı bölge Maraş'ı da BM'ye iade etmesi isteniyor Avrupa Parlamentosu’nun bu yüzkarası raporunda. 1974’den öncesinde aklı neredeydi, gözleri neredeydi Avrupa Birliği’nin bizler soykırıma uğrarken. O dönemde ağzını açıp tek kelime söylemeyen AB, şimdi olaylar tersine dönünce Rumları desteklemeye, her ortamda da konuşmaya başladı.
Eğer Avrupa Birliği Kıbrıs konusunda adilane bir çözüm istiyor idiyse, bu raporda Rumlara masaya oturması ve Türkleri ”eşit ortak” olarak kabul ederek müzakerelere başlaması çağrısı yapardı, Maraş’ın iadesini isteyeceğine.
Al tarafsızlık iddialarını çal başına demek gerekiyor aslında Avrupa Birliği’ne. Yüzyıllardır Türklerin, Avrupa Birliğinden yemediği kazık kalmadı. Biz garantörüz diye diye Girit hem elimizden uçtu gitti, hem de Girit’te yaşayan Türk kalmadı. Canlarını kurtarmak için bütün varlıklarını arkalarında bırakarak, halk tabiri ile cascavlak kaçtılar, kaçamayanlar ise katledildiler. Osmanlı devleti Avrupalılara güvenmenin bedelini, Girit adasını kaybetmekle ödedi. Öldürülen kardeşlerimiz, topraklarını ve varlıklarını bırakıp kaçan yurttaşlarımız da hediyesi oldu bu güvenin.
Avrupa Parlamentosu bu son kararı ile Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Müzakerelerinde açık ve net olarak Kıbrıs Rum tarafını desteklediğini ortaya koydu. Tarafsız olmadıkları nedeni ile de müzakerelerde yer almamaları, rol almamaları ve arabuluculuk yapmamaları gerekmektedir eğer kendilerini adil insanlar olarak görüyorlarsa.
Rumların yatıp kalkıp dua ettikleri gibi de Avrupa Birliği’nin, kurulması bazılarının rüyalarını süslediği “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”nin garantörü olması ve Türkiye’nin garantörlüğünün de kaldırılması söz konusu bile değildir.
Başkaları unutmuş olabilir ama Avrupalıların gözlerini kırpmadan gerçekleştirdikleri katliamları ben unutmadım. Fransa’nın II. Dünya savaşını kazanmak için Cezayir halkına bağımsızlık vaat ederek yanlarında savaşmalarını sağladıktan sonra savaş bitince verdikleri sözü tutmalarını isteyen on binlerce Cezayirliyi gözlerini kırpmadan öldürmelerini unutmuş değilim. Belçika’nın, Kongo’da yaptığı katliamı ve Patrice Lumumba’yı ormanda kalleşçe öldürmelerini de unutmadım. Aynılarının gelecekte bizim de başımıza gelmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.
Avrupa Birliği’ne ve Avrupalılara güvenmek için Kıbrıs Türkçesi ile “Softoroz” (herşeye inanan aptal)  olmak gerekiyor.       
Ata ATUN

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine duyurulur!.. Bilmiyorlarsa bilsinler ve gereğini mertçe, TÜRK gibi yapsınlar...

Avukat Gülseren Aytaş: Ermenistan 1921 Kars Antlaşması ile iddia ve taleplerinden resmi olarak vazgeçti
Türkiye'ye karşı uluslararası bir “TANINMA, TOPRAK VE TAZMİNAT” kampanyasına dönüşen 1915 tehciri ile ilgili; Hakikatte yok hükmünde, yalan, iftira ve hayal mahsulü soykırım iddiaları, aslında 93 yıl önce Kars anlaşması ile çöktü! Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ya bunun farkında, idrakinde değil; Ya da bir şekilde gündeme taşımak istemiyor!.. Ancak, Türk Hukukçular, Ermenistan'ın Kars anlaşması ile bütün iddia ve taleplerinden vazgeçtiğini hatırlattı. Uzmanlar, sınır tespit antlaşması olan Kars Antlaşması'nın tek taraflı olarak feshedilemeyeceğine dikkat çekti.
Uluslararası güçler 1915 tehcirini sürekli gündemde tutuyor. Ancak 1921 yılında imzalanan ve 93 yıldır yürürlükte olan Kars Antlaşması, Ermeni meselesini hukuken çözdü.
Ermenistan; Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan ile imzaladığı Antlaşması ile 1915 sevk ve iskânı nedeniyle ileri sürdüğü iddia ve taleplerden vazgeçti.
Avukat Gülseren Aytaş, Sevr anlaşması ile uluslararası boyut kazanan süreçte, Ermenistan'ın iddia ve taleplerinden Kars Antlaşması ile vazgeçtiğini hatırlattı.
Ermenistan'ın 1921 Kars Antlaşmasını yok sayması ise hukuken mümkün değil. Uluslararası hukuk kurallarına göre, sınır tespit eden antlaşmalar; imzalayan tüm ülkeler bir araya gelip yeni bir anlaşmaya varana kadar geçerliliğini koruyor. (Ankara:29 Nisan 2015 Çarşamba 14:28)


25 Şubat 2015 Çarşamba

İç Güvenlik ve Güvenilirlik!.. Vatandaşın canı, malı, şeref ve haysiyeti ile memleketin tapusu, istiklâl (özgürlük) ve istikbali ne kadar güvende?..

İç Güvenlik Paranoyası ve Pusudaki İhanet
            Önce ‘iç güvenlik’ nedir ona bakalım. Sonra, sözde muhalefetin Mecliste kıyametler kopardığı “gündemdeki” paketi inceler, irdeler ve değerlendiririz. Dahası, bu paket, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Devletin iyi, onurlu, sorumlu, namuslu insan ve dürüst vatandaşlarının ‘iç güvenlik ihtiyacının’ ne kadarını karşılamaktadır. Teklif sahiplerine bilhassa bunu sormak gerekir. Zira, kutsal kitaplar, ahlâki öğeler, örf, adet, muteber töreler ve yerleşik gelenekler ile medeni dünya emsalleri yönünden günümüzde, alenen “suç teşkil ettiği halde”; Onursuzluk, sorumsuzluk, terörle-tedhişle iştirak, yardım-yataklık ve işbirliği gibi insanlık dışı nedenlerle müsamaha edilen, görmezlikten gelinen rezillik, aşağılık kepazelik ve her biri toplumsal barışı tehdit ve temelden tahribe yönelik suç unsurlarını sorgulamak lazım!.
Buna göre:
İç Güvenlik (kamu düzeni ve güvenliği) nedir ve ne değildir?..
            İç güvenlik kapsamına öncelikle: Can güvenliği; Irz/namus, onurlu yaşam, şan, şeref ve haysiyet güvenliği; Mal, mülk ve tapu güvenliği; Gıda güvenliği ve Güvenilirliği; Hizmet, kalite, iş, istihdam ve şeffaf-dürüst rekabet güvenliği; Sağlık, sigorta, Hastane, Doktor ve ilâç güvenliği.; Seyahat hürriyeti, araç-trafik, bakım-kontrol ve yol güvenliği; Yatırım, kur, değer istikrarı ve tasarruf güvenliği; Gelecek (istikbal), eğitim, istiklâl, özgürlük ve tam bağımsızlık güvenliği; Tabiat, tarihi doku/ekolojik denge/doğal hayat ve çevre Güvenliği; İnanç özgürlüğü ve Lâiklik güvenliği; Kamu yönetimi, hakkaniyet, eşitlik, adalet, hukuk, siyaset ve demokrasi güvenliği; Özellikle “hükümet ve devlet kurumları ile erklerin millet adına, bağımsız, tarafsız ve disiplinle denetimi” açısından, yönetimin saydamlık ve Güvenilirliği!..
            Buradaki “güvenlik” ve “güvenilirlik” betimlemelerine lütfen çok dikkat edin.
            Zira devlet izafi bir kavram olup; Esasta, devlet demek, bizatihi hükümet demektir.
            Örneğin: En fazla bir lira olması gereken akaryakıt fiyatının % 400 nispetinde fahiş ve pahalıya satılması; Dünyanın ekseri ülkelerinde stabil ve bir kısmında düşmekte olan dolar’ın, realite, evrensel parite, akıl ve mantık dışı yükselişi; 20 Milyona yakın nüfusun, asgari ücretle çalışan aile reisi tarafından, çok büyük ıstırap, açlık, yokluk, yoksulluk, mahrumiyet ve çileler içinde yaşama mücadelesi vermesi; Buna paralel olarak maaş, aylık gelir, yaşam standardı ve ücretler arasındaki uçurumun “en korkunç, adaletsiz ve haksız biçimde” açılması; Emeklilerin adaletsiz-haksız, norm ve standart birliği ilkelerine aykırı; Dahası, yaklaşık % 98’inin açlık ve yoksulluk sınırı altında, kalanın da vicdanları karartacak derecede orantısız, yüksek ve haddi, hududu aşan safhada maaş alıyor olması; Defalarca söz verildiği halde (özellikle 2000 yılı ve sonrası) emekli maaşlarında, eşitlik, adalet ve hukuk ilkelerine uygun düzeltme yapılmaması, buna mukabil çeşitli vesilelerle memur-işçi maaş ve ücretlerinde ayarlama/düzenleme yoluna gidilmesi; Periyodik maaş zamlarının SEYYANEN yapılması usul, ahlâk, anayasa ve insanlık gereği zorunlu iken, tam aksine haksız, adaletsiz ve ahlâksız YÜZDELİ ZAM’da direnilmesi!.
            Bunların tamamı birer İÇ GÜVENLİ SORUNU. Dahası var.
            Yerinde, üretici elinde Portakal 6-7 kuruş; Domates 15-20 kuruş; Patates 20-25 kuruş iken, hâttâ öldüm fiyatına bile alıcı bulamaz, üreticiler komisyoncu elinde oyuncak olurken; Aynı ürünlerin tüketiciye asgari 10 veya 20 katına, yani: % 100 ilâ % bin fazlasına satılması;
Ham petrol, akaryakıt ve doğalgaz fiyatları % 80’lere varan düşüş kaydettiği halde; En başta elektrik, toplu taşım, ulaşım ve esasta “akaryakıta bağlı olarak” fiyatları sürekli arttırılmış olan ürün ve hizmet bedelleri niçin aynı oranlarda düşürülmemektedir.
Bu zaaf, aç gözlülük, adaletsizlik haksızlık ve yolsuzluğun sebebi nedir?   
Bakınız!.. Milletçe boğuştuğumuz yığınla İÇ GÜVENLİK sorunu var.
Lâkin pakette bunlara yer yok. Bu pakette alternatif çare ve çözüm yok.
Önerilen yasa’da Adalet ve hukuk üretimi yok! Pakette adaletten eser yok.          
            Daha açık bir anlatımla: Adına devlet denilen, belirli sınırları, bayrağı, toprağı, ordusu, polisi, kurum, kuruluşları, meclisi, başkenti, anayasası, yasaları olan sosyal, toplumsal yapıda; Irz, can, mal ve yaşam güvenliği var mı? İnsan unsuru, yani bireyler (fert) işletmeler, kurum ve kuruluşlar arası ilişkiler, eşitlik ilkesine uygun ve adil mi? Üretim-tüketim, gıda ve zorunlu ihtiyaç maddeleri insan sağlığı norm ve standartları ile objektif kriterlere uygun mu? İnsanlar diledikleri gibi inanıyor ve inandıkları gibi yaşayabiliyorlar mı? İş, meslek, seçilmiş, atanmış ve sair sosyal sınıflar arasında makul gelir, eşit koşullarda “sürdürülebilir” imtiyazsız yaşam var mı? Zenginler/fakirler ile atanmış ve seçilmişler arasında devasa ayrıcalık, dokunulmazlık ve uçurumlar gözlenmekte midir?..  
            İnsan neslini kurutmaya yönelik GDO’nun kökü kurutuldu mu?
            Zorunlu gıda ve hayati ihtiyaç maddelerine imalâtta yüklenen kanserojen katkılar; gizli zehirler, zehirli ilâçlar, öldürücü tat’lar.; En iğrencinden katkı maddeleri; Virüs, kir-mikrop ve hastalık taşıyan renklendiriciler; Zararlı boyalar, hormonlar; İnsanlık dışı varlık, hain yaratık ve domuz iti sürülerinin, resmi denetim gevşekliğinden yararlanarak yaptıkları hile, sahtecilik ve nitelikli sahtekârlıkların yol açtığı felâketler, hastalıklar, sakatlıklar ve ölümler!..    
En önemlisi, utanılası yüz karası da: Danışıklı döğüş ve anlaşmalı it dalaşıdır.
* Devlette rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk düzeyi nedir?..
* Rüşvet/iltimas, hırsızlık/haksızlık ve yolsuzluk erbabı domuz sürüsü nerede?
* Devletin malını, tüyü bitmemiş yetimin hakkını çalan domuzlar ne âlemdedir?
Cumhuriyet ve demokrasinin en temel insan hakkı olan imkân ve fırsat eşitliği var mı?
            Eğer bu göstergelerden biri dahi negatif (olumsuz) ise, o devlette hükümet yok yahut var da aciz, kalitesiz, yetersiz ve başarısız; Milletin Muhalefet görevi verdikleri ise inançsız, ilkesiz, onursuz, işbirlikçi, haymatloslardan müteşekkil, lânetli teşekküllerden ibaret demektir. Dahası var. Olumsuzluk had safhada ise hükümet edenler millî değil, milletlerarası emperyal koalisyonlar, beynelmilel mafya, organize suç örgütü-çete veya oligarkların uzantısı, işbirlikçi payandası bağlamında telâkki olunabilir!..
            GENEL OLARAK “İÇ GÜVENLİK” NEDİR?..
            İç güvenlik; Kamusal alanda düzen, disiplin ve istikrar; Dünyada itibar; İnsan hakları, adalet ve barış gibi ağır sorumluluğu mucip kavramlar telâffuz edildiğinde; Öncelikle, evvelâ hükümet ve muhalefette yulardaki insani, İslâmi, evrensel ve hukuki kriterler aranır. En öz’lü anlatım, tanım ve açıklama biçimi “Cumhuriyet” olan, Adalet ahlâkı ve eşitliğe dayalı Ebed-müddet devlet.; Şûra bağlamında onurlu/sorumlu, mutlak adalet ve hukukla kaim kavi, güçlü-kuvvetli, bozulmaz, sağlam ve sarsılmaz “Demokrasi”, nihayet: “Benim dinim bana, senin dinin sana” emri gereği “lâiklik” ilkesinin huzur, barış ve güvenle yaşanabildiği bir ülkede iç güvenlik sorunu olmaz. İşte bu ülkelere Güvenlikli “demokratik hukuk devleti” denilir.
Gerişi çete teşekkülleridir.
Basit örneklemede: İsrail, Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan, İran, Irak vb.
Özgün örneklemede: Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Çin ve Rusya…. 
Bu anlam ve bağlamda Demokratik hukuk devletlerinde suç işlemek yasaktır.
            Taammüden (bilerek ve isteyerek, tasarlayarak) insan öldürenler mutlaka öldürülür.
Hırsızlık, yolsuzluk, sorumsuzluk, hile, fitne-fesat, görevi ihmal ve suiistimal gibi kin, kir ve insanlık düşmanlığını muhtevi nedenlerle ölüme sebebiyet bir “idam” nedenidir. Başta Tevrat, Zebur ve İncil olmak üzere Kuran-ı Kerim’in müteaddit ayeti olan “öldüreni öldürün” emri her ne pahasına olursa olsun, mutlaka uygulanmak zorundadır. Görüşülmekte olan torba yasa tasarısında böyle medeni ihtiyaç ve insani zorunluluklara yer verilmediği görülmektedir.  
Dolayısıyla “İnsan hakları, adalet, hukuk ve demokrasinin varlığı” iddia edilen ülkede; Mesai saatleri dışında ve/veya “gün ışımasından önce ve hava karardıktan sonra” kesinlikle ve asla eylem yapılamaz. Gün içinde (bireysel eylemler hariç olma üzere) bilumum eylem, yasal gösteri, hukuk ve ahlâka uygun yürüyüşler, belirli bir süre önceden izin almaya tabii ve kurala bağlı olmak zorundadır. Aksi takdirde anarşi/terör-tedhiş ve bozguncularla baş edilemez.
Açık hava toplantıları, gösteri yürüyüşü ve eylemlerde patlayıcı, parlayıcı ve çevreyi kirleten, tahrip eden silâhlar, araç, malzeme ve aletler kullanılamaz. Devletin ve halkın malına zarar vermek, bireysel hakları ihlâl etmek ve kamu güvenliğini tehlikeye atmak, çevreyi tahrip en ağır suçlardan olmak gerekir. Kamu veya özel mülke zarar verenler mutlaka şahsen veya “tertip komitesi, dernek, vakıf, sendika ya da sivil toplum kuruluşu” olarak, suç tazminatı ya da hasar bedelini tazmin; Maddi ve manevi tazminat nakdi ödeninceye kadar hapiste tutulmak zorundadır. Aksi takdirde başta yerel esnaf, bireyler ve kamusal çevre olmak üzere; yasalar, ahlâk ve özellikle hukuk dışı “anarşi, terör, tedhiş ve kamu düzeni karşıtı zorba” mütecavizler tarafından verilen zarar, hasar, tahrip, taciz, gasp, irtikap ve saldırılar sonucu meydana gelen zarar.; Faillerine telâfi ve tazmin ettirilemediği takdirde yargı, hükümet, adalet ve hukuk şaibe ve töhmet altında kalır. Bu takdirde hükümet, resmi uzantı ve bağlantıları yok hükmüne düşer.     
İÇ GÜVENLİK PARANOYASI
Sözde muhalefet namına birilerinin kıyametleri kopardığı ve Meclisi birbirine kattığı tasarıda bu husus, sadece 1. bölümde ve 2 madde halinde “pek muğlâk” olarak bahis konusu edilmektedir. Oysa dönem ile evrensel hukukun mutlak gereği olan uyuşturucu yasağının her düzeyde ‘satış ve kullanımı imkânsız kılacak’ derecede yasak ve aşılamaz katılıkta (mutlaka olması gereken) kesin tedbirler alınması söz konusu değildir.    
Daha önceki Antalya, Mardin, İzmir ve Aydın örneği vahşi tecavüz, alçakça, hunharca cinayetlere karşı idam cezası dâhil; Adaletli-faziletli önlem, haklı/mağdur ve müştekiden yana insani öneriler de yok! Oysa namusu ilga, ırza tasallut, tecavüz ve buna bağlı canice, vahşice vakıalarda halkın doğal olarak linç etme hakkı vardır. Gerektiğinde güven vermeyen yönetime direnme, kötülüğü kökten önleme ve kalıcı huzur adına linç eylemi doğal bir hak olarak kabul ve tescil edilmelidir. Ancak idam cezasının yeniden ihdası bu hakkın kullanımını önleyebilir. Katil’in yaşama hakkını savunanlar ise, primitif varlık, apaçık mutasyona uğramış manyaklar olarak kabul, telâkki ve vicdanen tescil edilerek toplumdan dışlanmalıdır…
DİRENME VE LİNÇ HAKKI
En son Mersin/Tarsus cinayetinde olduğu gibi; Vahşet, alçaklık, şiddet, kir ve şeamet karşısında “kısas’a kısas” öngörmeyen ve “muadili ceza vermeyen” mevcut uygulamaya karşı doğal cezalandırma, idareye karşı direnme, linç hakkını kullanması vukuu itibarıyla gerçek ve suçu sabit olmak kaydıyla mümkün olabilmelidir. Kaldı ki, medyada çok dillendirilen “kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayet”lerin yanı sıra; Bazı kadın görünümlü canavarlarca uygulanan erkeğe yönelik şiddet! Baskı, gasp-irtikap, hırsızlık, fiili taciz, darp-dayak, eziyet, zulüm, terk, işkence, çocuk kaçırma, evlât ve akrabayı ayartma, sahtekârlık olaylarınınsa: “İnsan’a yönelik şiddet, zulüm, taciz ve tecavüz” başlığı altında yasalaştırılması gerekir.
Var mı “İç Güvenlik Paketi”nde böyle bir şey? Yok. Öyleyse bu tam bir paranoya!..
            DANIŞIKLI DÖĞÜŞ, BLÖF VE ANLAŞMALI İT DALAŞI
            Üzerinde danışıklı dövüş ve it dalaşı yapıldığı izlenimini veren tasarıda bu hususların varlığı ve ağırlığı ne kadar? Hiç! Peki, bunca kavga ve şeamet nedeni olarak gösterilen malum tasarıda ne var? Muhalefetin iddialarına göre: Siyasetin silahlandırılması, maske ve molotof yasağının yanı sıra; ‘Jandarma ve Sahil Güvenlik Teşkilâtını iktidara bağlamak., Ayrışmanın, kutuplaşmanın tırmandığı ortamda belli bir siyasi anlayış silaha sahipken, muhalefetin silahsız olması faşizmin temel koşuludur., İktidarın siyasi sicil ve ideolojisini dikkate alındığında, bu yasa iyi niyetle kullanılmayacağı aşikâr” denilerek, tutarsız iddialar sürüp gitmekte...
            Evet! Jandarma ve sahil güvenliğin eskiden olduğu gibi Genelkurmay’a bağlı kalması millet için bir güvencedir. Hiç değilse tarafsız olduğu düşünülür. Jandarmanın, siyasetten emir alır hale getirilmesi hususu; Öteden beri, gerek MC siyasetçileri, gerek Amerikan yöneticileri ve gerekse, memleket içindeki temsilcilerince hep söylenegelmiştir.
Diğer taraftan; Bölücü örgüt yandaşları yakıyor, yıkıyor, saldırıyor, asker polis şehit ediyor. Cumhurbaşkanı, başbakan ve yetkililer: "çözüm süreci aynen devam edecek" diyor. Sorumlular: ‘biz de eylemler duruncaya kadar çözüm sürecini askıya alıyoruz’ diyemiyorlar! Bu, teröristleri cesaretlendiren menfur tavizler, çok iğrenç ve utanç verici bir acziyet değil de nedir?.. Tıpkı, bütün dünyada dolar düşer, petrol ucuzlarken; Ülkemizde dolar’ın yükseltilip, zorunlu gıda, ihtiyaç ve hayati hizmet fiyatlarında yapılan artışlar gibi! Yazıklar olsun!...
DIŞ GÜVENLİK TEHDİDİ VE EVRENSEL TEHLİKELER
Neredeyse elli yıldır Türkiye’de sahnelenen oyun ve oyalama taktiklerinin gerçekte tamamı güdümleme, kamuflaj, dış baskıları örtme, öteleme ve gizleme, harici bedhahlar ile dâhili bedhah iştiraki ve işbirliğini maskeleme çabalarından ibaret. Bunu 12 Eylül öncesi Sağ-Sol, Alevi-Sünni, Cemaat-Tarikat gibi, gerçek İslâm’da hiçbir karşılığı olmayan fitne, fesat ve tefrika girişimlerinin tek merkezden yönetildiği gerçeği ile kanıtlamak mümkündür.
Çok başarılı ve “MİLLİ BİR MÜDAHALE” olan 12 Eylül’den sonra, bu harici hain ve düşman unsurlar, malum ve meş’um terör-tedhiş örgütü ile eşkıya’nın elebaşı, bebek katili üzerinde yoğunlaşmışlar; Kültürel, Biyolojik, Psikolojik ve Narkotik “asimetrik” savaşlarını.; Ermeni asıllı, ASALA orijinli, Taşnak, Hınçak, Megalo İdea, Etniki Eterya ve Yunan Pontus destekli dönme-devşirme, koza-kripto, ajan provokatör ve profesyonel lejyonerler (kiralık katil, potansiyel cani ve cinnet unsurları) eliyle yürütmeye başlamışlardır.          
Bu menfur bir projedir.
Gazi Mustafa Kemal AtaTürk’ün işaret ettiği “dâhili ve harici bedhahlar” ile “nesebi gayrisahih, damarlarında Asil Türk Kanı akmayan, ikiyüzlü, insanlaşmamış, medenileşmemiş ve özellikle Türkleşmemiş” ihanet şebekeleri tarafından;
Huzur ikliminin kalesi, evrensel adalet, küresel barış ve medeniyetin banisi Aziz Türk Milleti’nin şahsında İnsanlık, İslâm ve medeniyet âlemine karşı yürütülen hain, vahim, iğrenç, aşağılık ve yıkıcı bir materyalizm/emperyalizm, güncel kölelik, vampirlik, esaret ve sömürü projesidir. Çok hayret verici ve çok şaşılacak bir hakikattir ki; Bu menfur projenin içinde hiç bir kadim Yahudi, samimi Hıristiyan veya mümin Müslüman yok. 1962’den beri Hıristiyan ve Musevilerin “Kutsal Kitap” şemsiyesinde ittifak ederek birleşmelerinden sonra.; Üç kutuplu (Müslümanlar, Hıristiyan ve Yahudiler ile Emperyalistler) hale gelen dünyada, tamamı İblisin emrine girmiş, bütün semavi dinlere tam bir azgınlıkla baş kaldırmış; Tıpkı 5000 yıl önceki sapıkların yaptığı gibi baal’e gönül vermiş, kendi evlâtlarını, kızgın ateşe atmaktan, çılgınca zevk alan sapkın bir güruh. İşte Türkiye’nin, bütün semavi Din’lerin, İnsanlık âlemi ve barışçı dünyanın amansız, insafsız ve merhametsiz düşmanıdır bu emperyalist ve materyalistler!...     
ŞEYTAN ÜÇGENİ 
Emperyalizme kayıtsız/şartsız teslim olmayan ülke ve milletlerin tepesinde sallanan Demokles’in Kılıcı, İblis’in asası ve Vampirlerin salya dişlileri başta Birleşik Amerika olmak üzere, Birleşik Krallık ve Birleşik Rusya olup, önde gelen uşakları işgalci Çin’dir. Tamamının melhus bedeni irin, kin ve kan’la yoğrularak yutulmuş “ESİR” insan topluluklarından oluşur.
İç güvenlik tehdidi olarak zuhur eden pek çok unsurun aslisi dış mihraklara dayalıdır.
Aslında hepimiz ve herkes çok iyi biliyor ki;
            Müslüman ergen kız ve kadınlarının farz, vacip ve sünnet baskısı altında "tesettür"e büründürülüp "ucubeler" gibi görünmeye zorlanmaları;
            Sözde Müslüman, öz’de müşrik, gayrimüslim, cahil, sapkın ve azgın, kâfir güdümlü "anarşist ve terörist" selefi, örgütler kurdurularak vahşi ve zararlı eylemlere zorlanması;
            Taliban, El Kaide ve İŞİD benzeri primitif, provakatif ve mutasyonel uygulama ve ajitasyonlarla Müslüman ülkelerin istikrarsızlaştırılması; Başta İslâm’ın emri olan Lâiklik, Cumhuriyet, Hukuk Devleti ve Demokrasi modellerinin hayata geçmesinin önlenmesi;
            Müslüman ülkelerin yönetimini güdümlemek, halkı ve ülke değerlerini rahatlıkla sömürmek üzere icazetli siyasi partiler, legal-illegal örgütler, mason-misyoner odakları ile esas faaliyet konuları sabotaj, NBC ve casusluk olan kartel ve tröstler; Başta ABD olmak üzere özellikle Batı dünyasının emperyalist politikalarının işbirlikçiler eliyle uygulatılmasıdır.
            Bu menfur çete devletleri ile devlet görünümlü vampir/kene örgütleri tarafından tespit edilen hedefler ve kurban olarak belirlenen masum, mazlum ve müsemma kitleler üzerinden tiksinti verici bir "islamofobi" oluşturmak ve insanları Müslümanlara karşı topyekün bir imha hareketine şartlandırmak için hazırlanan binlerce yıllık projelerin ürünüdür.
            Bu savaş kan, ateş ve gözyaşı getirecek. Bu bir cinnet halidir, derhal vazgeçilmelidir!
Mustafa Nevruz SINACI = Gerçek Demokrat