8 Kasım 2017 Çarşamba

Tartışma: "ORTADA GÖLGE KABİNE YOKSA, Muhalefet Namına Bir Unsur YOK Demektir" İktidar ve Hükümet Dışında GÖLGE KABİNE Kurmaya Muktedir Olmayan "SİYASİ PARTİ" Adlı Teşekküller Siyaset Simsarı, Soytarı ve Yok Hükmündedir

ÜNİTER DEVLET SİSTEMİNDE GERÇEK MUHALEFET VE “GÖLGE KABİNE” UYGULAMASI
ZAFER ÖZDEMİR 
(11 Aralık 2013)
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset ve Uluslararası İlişkiler
Demokratik yönetim sistemlerinde, seçimler sonucunda en yüksek oyu alan parti veya partiler hükümeti kurarak iktidar olurlar. İktidara göre daha az oy olan parti veya partilerde muhalefet kurumunu oluştururlar. Yine parlamenter sistemlerde yasamanın dolayısıyla, muhalefetin hükümeti denetlemesi anayasal bir haktır. Ancak etkin bir muhalefetin ölçütü yalnız anayasal hakkı kullanarak siyasi arenada yer almak değildir.
Çünkü muhalefet yapılırken tek başına kullanılan anayasal hak iktidarın alternatifi olmak ve bir sonraki seçimleri kazanmak için yeterli değildir. İşte çalışma tam bu noktada önem kazanmaktadır. Çalışma iktidarın alternatifi olabilmek ve sıradaki seçimleri kazanabilmek için klasik muhalefet anlayışından sıyrılarak “Gölge Kabine” uygulamalarının önemini analiz etmektedir.
Sonuç olarak çalışmanın etkin muhalefet olabilmenin ölçütü olarak “Gölge Kabine” anlayışının muhalefetin takip etmesi gereken yöntemlere katkı sunabileceği düşünülmüştür. Çalışma bu bağlamda muhalefetin tanımını, çeşitlerini, Gölge Kabinenin önemini, görevlerini ve Türkiye ile İngiltere üzerindeki yansımalarını irdelemektedir.
MUHALEFETİN TANIMI VE MUHALEFET ÇEŞİTLERİ
Muhalefet kelime kökü olarak bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık anlamlarını taşımaktadır. Arapça menşeli bir terimdir. Kavramı biraz daha açtığımızda karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu ve demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler tümceleriyle karşılaşıyoruz. (Tdk güncel Türkçe sözlük)
Bu tanımlamalar ışığında siyasal muhalefet kavramına bakacak olursak; Durç tarafından şöyle tanımlanmıştır.  “ Muhalefet; karşısındaki kuruma, yapıya mekanik olarak sahip çıkarak uygulama biçim ve düşüncelerine tepki göstermektir. “ (Durç, 2010, s.63). İktidarın halk merkezli bir kaynak olduğunu söyleyen Durç bu nedenle devleti yönetmeye talip olan iktidar partilerinin de muhalefet partilerinin de kaynakları aynıdır. O halde “devlet gemisini yürütenler, karşılarında kendi hareketlerini tenkit eden, kendi felsefesini beğenmeyen ve kendilerinin yerine iktidara geçtikleri takdirde daha isabetli bir program tatbik edeceklerini ileri süren siyasi teşekküllere hürmet etmelidirler.” (Durç, 2010, s.63). 
Durç’un son tanımında muhalefetin yapıcı tarafı karşımıza çıkmaktadır. Muhalefet bu yapıcı politikalarla bir taraftan iktidarı ikaz edecek, diğer taraftan ise; iktidara oy vermiş seçmenlerin oylarına talip olduğunu ifade edecektir. Bu bağlamda toplumsal sorunlara alternatif çözümler geliştirerek iktidara hazır olduğunu gösterecektir. (Arslan, 2009.). Ancak demokrasinin sözde değil özde benimsenmiş bir yönetim biçimi olduğunu ortaya koymak demokratik cumhuriyetlerde oldukça önemlidir. Bu elzem durumu İpek şöyle ifade ediyor. “Bütün yönetimlerde iktidar oluyor ama, muhalefet sadece demokrasilerde bulunmaktadır. Muhalefeti çok iyi koruyup kollamamız lazım” (İpek, 2011). Ülke vatandaşlarının çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerinde tam manada temsil edilebilmelerinin göstergesi güçlü bir muhalefet makamından geçmektedir. Turgut “Siyasal muhalefet demokrasinin onsuz olmaz unsurudur.” Söyleminde bu yapısal durumun altını çizmektedir. (Turgut, 2011).
Bu açıklamalar ışığında muhalefet çeşitlerini irdelemeye çalışalım. Bu denetleme politikalarını şöyle sıralayabiliriz; a-) Katı Rekabetçi Muhalefet, b-) İşbirliğine Dayalı Muhalefet ve c-) Rekabetçi ve İşbirliğine Dayalı Muhalefet.
A. KATI REKABETÇİ MUHALEFET
Katı rekabetçi politikaların temeli, hükümete ve iktidar partisine kesin tavır takınmak anlamında tutum ve davranışlara dayanmaktadır. Bu politikaların uygulamasında siyasi yönetim sistemi benimsenmektedir. Politikaların genel çizgisi hükümete her hangi bir konuda düzeltme yapma güdüsünü ortaya koymadan yürütülmektedir. Bir sonraki seçimi kazanabilmenin hırsıyla gerek mecliste gerekse de meclis dışında iktidar ile mücadele etmek ana politika olarak kabul edilmektedir. (Arslan, 2009). Yapıcı politikalardan uzak olan katı rekabetçi muhalefet anlayışı aynı zamanda meclisin etkinliğinin ve aktif çalışmasının önüne geçmektedir. Meclisin sadece kürsüden seçmenlere seslenilen ve alternatif politikalar geliştirmeden karşıt durumların dile getirildiği bir çatı olarak ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.
Yapısal nitelikte hedefi bulunmayan muhalefet partisinin bütün mücadelesi iktidarı ele geçirmeye yöneliktir. Bu mücadele kapsamında muhalefet partisinin belirgin bir politikayı gerçekleştirme arzusu yoksa, bu minvalde iktidarın politikasını değiştirmede söz konusu olmayacağından iktidara karşı yalnızca muhalefet etmek için muhalefet yapmış olur. (Kirman, 2006). Katı rekabetçi muhalefet politikalarının sonucunda muhalefet partisi anayasanın kendisine vermiş olduğu hükümeti kontrol etme görevini de tam olarak yerine getiremeyecektir. Muhalefetin bu ihmali iktidarın denetlenmesini ve ülkenin daha iyi yönetilmesini de engellenmiş olacaktır. (Arslan, 2009).
B. İŞBİRLİĞİNE DAYALI MUHALEFET
İşbirliğine dayalı muhalefet anlayışı, katı rekabetçi muhalefet politikalarının tam aksine bir sonraki seçimi kazanmaya odaklanmak yerine, tamamen kendi parti politikaları doğrultusunda, iktidarı etkileme ve yönlendirmeye yönelik yürütülmektedir. Bu politikaların amacı hükümeti meclis çalışma alt komisyonlarında ikna ederek uzlaşmaya zorlamak ve parti programlarının bir kısmını iktidara kabul ettirerek uygulanmasını sağlamaktır. (Arslan, 2009).
Ayrıca bu uygulamanın iktidar ile muhalefet arasında karşılıklı rol çalma sahnelerini doğurması sebebiyle, demokratik yönetim sistemlerinde seçmen tarafından muhalefetin var olma sebebinin sorgulanmasına sebebiyet vermektedir. Uygulamanın bir başka etkisi ise; seçmenler nezdinde iktidar politikalarının doğru olduğu izlenimini doğurmasıdır. Bu izlenim neticesinde seçmenlerin bir sonraki seçimlerde alternatifsiz bir ortamda tekrar iktidar partisine doğru yönlenmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Yine işbirliğine dayalı muhalefet anlayışında da katı rekabetçi muhalefet politikalarında olduğu gibi muhalefet anayasal hakkını sınırlı oranda gerçekleştirmiş olacaktır. (Arslan, 2009).
C. REKABET VE İŞBİRLİĞİNE DAYALI MUHALEFET
Diğer iki muhalefet anlayışının karma bir şekilde yer aldığı rekabetçi ve işbirliğine dayalı muhalefet politikaları mevcut siyasal rejimde ve sosyo-ekonomik düzende ister radikal olsun ya da olmasın sonuç itibariyle bir değişikliği amaç edinen muhalefet tarzıdır. Batı demokrasilerinde, içinde bulunulan mevcut düzeni kabul edip, kısmi reformlar aracılığıyla yurttaşların yaşam düzeylerinin yükseltilmesini savunan sosyal demokrat partiler bu muhalefet anlayışını benimsemektedirler. (Kirman, 2006). Bu karma politikalarda diğer iki anlayışta vurgulanan muhalefetin bir sonraki seçimlerde iddialı olabilmesi için yapılan uygulamaların tam tersine orta bir yol izleyerek seçmenlerin nezdinde onların güvenini kazanarak ikna etmesi gerekmektedir. Yine muhalefet bu orta yolu izlerken bir yandan iktidarı yapıcı politikalarla uyaracak, diğer taraftan ise; ülke sorunlarına alternatif çözümler üreterek iktidara hazır olduğunu gösterecektir. Bu noktada diğer iki anlayışta sınırlı oranda gerçekleştirilen anayasal hak bu karma modelde daha ikna edici bir şekilde yerine getirilmiş olacaktır. (Arslan, 2009). Bu rekabetçi ve işbirliğine dayalı muhalefet anlayışı sonucunda artık muhalefet seçmen nezdinde izlenen ve hayata geçirmek istediği bu karma politikaları hangi kadrolarla gerçekleştireceği takip edilen bir  parti konumunda olacaktır. İşte bu kapsamda muhalefetin, çalışmamızın ana omurgasını oluşturan Gölge Kabine uygulamasını başlatması gerekmektedir.
ETKİN BİR MUHALEFET OLABİLMENİN ÖLÇÜTÜ; GÖLGE KABİNE
Gölge Kabine, parlamenter yönetim sistemlerinde seçimlerde oy kaybına uğrayarak muhalefet konumuna düşen partilerin, anayasal görevleri olan hükümeti denetlemek için başvurdukları yöntemlerden biridir.
Gölge Kabine uygulaması özellikle demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bir gelenek haline gelmiştir. (Kayalar, 2002). Kayalar Gölge Kabinenin tanımını şöyle yapmaktadır. “Bazı Batılı ülkelerin siyasi hayatında, iktidara en yakın talip olan kuvvetli bir muhalefet partisi, hükümeti daha iyi ve ayrıntılı denetleyebilmek amacıyla kendi içinde bir nevi hükümet gibi her bakanlığın işlerini yakından izleyen elemanlardan oluşan bir çalışma grubu kurar ki buna genellikle “Gölge Kabine” denir. Böylece, bir yandan muhalefet denetimi yapılırken, bir yandan da iktidara gelinmesi halinde lazım olacak hükümet elemanları hazırlanmış olur.” (Kayalar, 2002).
İngiltere’de parti sistemi iki partiden oluşur. Çoğunluğu kazanan parti hükümeti kurar, akabinde diğer parti veya partiler muhalefeti oluşturur. Muhalefetin elinde iktidar partisinin hazırlamış olduğu hükümet programına karşılık hazırlanmış bir program bulunmaktadır. Muhalefet iktidarın politikalarına alternatif olarak hazırlamış olduğu bu program sayesinde hiçbir zaman zayıflamaz ve “Majestelerinin Muhalefeti” ismini alır. Bu vasfından dolayı muhalefet partisi başkanı ayrı bir maaş alır ve kurmuş olduğu gölge kabineye başkanlık eder. (Mutlu, 2005).
Kayaların gölge kabine tanımının bir başka yönü iktidara hazırlıktır. Diğer bir deyişle muhalefet konumundayken gölge kabine üyesi olanlar, iktidar olunması halinde bakanlıklara atanırlar. Bu tezin bir örneği; 1995 yılında İngiltere’de Tony Blair!in muhalefet lideri iken oluşturduğu gölge kabinenin, bazı üyelerinin 1997 yılında iktidara gelince hükümet kabinesinde yer alması şeklinde görülmüştür. Uygulamaya ilişkin örnek Tablo 1’de verilmiştir. (Kayalar, 2002).
TABLO: 1
Gölge kabinenin dolayısıyla muhalefetin öncelikli görevleri şöyle sıralanabilir; a-) hükümeti kontrol etmek, b-) hükümeti yönlendirmeye çalışmak, c-) geniş toplum kesimleriyle ilişkileri geliştirmek, d-) edinilen deneyimlerle parti programındaki eksiklikleri gidermek, e-) seçimleri kazanma olasılığı durumunda hükümeti her an üstlenmeye hazır halde beklemek. (Arslan, 2009).  Şimdi de bu görevleri sırasıyla analiz etmeye çalışalım.
1. HÜKÜMETİ DENETLEMEK
Muhalefet bir taraftan hükümetin siyasi icraatlarını gölge kabine uygulaması ile takip ederken, diğer yandan iktidarın yasama ve yürütme üzerinde baskın olması sebebiyle elinde toplanmış olan siyasal gücü otoriter bir sistem lehine kötüye kullanmaması için teyakkuz halinde olması gerekmektedir. Bu sebeple muhalefet önemli bir denetim ve frenleme işlevine sahiptir. (Yıldız, 2013).
Yürütme organı, hiyerarşik otorite bakımından kamu yönetiminin tepesinde yer alması nedeniyle, denetim mekanizmasının işlemesi bakımından en uygun konumdadır. (Eryılmaz, 2012). Muhalefet hükümeti denetleme görevini anayasa gereği; yazılı ve sözlü soru önergeleriyle, meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve meclis soruşturması yollarıyla gerçekleştirebilmektedir. (Eryılmaz, 2010). Bunlara ilave olarak yasama organının dolayısıyla muhalefet kurumunun bir diğer denetim aracı ulusal bütçelerin yapılması ve onaylanması sırasındaki yasama faaliyetleridir.
Muhalefet bu denetim araçlarından derlediği bilgileri gölge kabinesine bağlı çeşitli çalışma alt gruplarına sevk ederek analiz etmeli ve bu bilgiler kapsamında iktidarın hükümet programına karşılık alternatif politikalar belirleyebilmelidir. Hazırlanan raporlar parti teşkilatlarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Daha sonra bu kesimlerin geri dönüşleri dikkate alınarak raporlara nihai halleri verilmelidir. Muhalefet bu raporları zamanı geldiğinde, meclisteki platformlarda dile getirerek yazılı ve görsel medyada paylaşmış olacaktır. Bu paylaşım sonucunda hükümet üzerinden kamuoyu baskısı oluşturabilecektir. Kurulan kamuoyu baskısı sayesinde hükümet kanun taslaklarını farklı bir şekilde hazırlamayı düşünmüş olsa bile yeniden şekillendirmeye zorlanmış olacaktır. (Arslan, 2009).
2. HÜKÜMETİ YÖNLENDİRMEYE ÇALIŞMAK
Muhalefet sahip olduğu oy tabanına ait seçmenlerinin ve kendisini iktidara taşıyacak olan oy alamadığı diğer yurttaşların, çıkarlarını, taleplerini yerine getirip onların haklarını savunabilmek için imkanlar ölçüsünde ve alternatif politikaları doğrultusunda hükümeti etkilemeye ve yönlendirmeye çalışmalıdır.
Muhalefet bu etkileme ve yönlendirme çalışmalarını yürütürken, inandırıcı olmalı ve argümanlarını hukuki zeminlere oturtmalıdır. Kullanacağı üslupta popülist yaklaşımlardan kaçınarak, ikna edici bir iletişimi benimsemelidir. Bu çerçevede meclis kürsüsünden yönelteceği eleştirileri, seçmenleri başta olmak üzere, STK ve diğer toplum kesimlerinin düşüncelerine tercüman olmalıdır. (Arslan, 2009).
Tabiî ki bu üslup uzun soluklu ve özveri gerektirecek çalışmalar gerektirmektedir. Zira bu tarz bir çalışmayı ancak profesyonel çalışan bir gölge kabine gerçekleştirebilir. Yürütülen bu tarz muhalefet anlayışı seçmenlerin beğeni ve takdirini kazanmış olacağından seçmene yatırım yapılmış olmaktadır. (Arslan, 2009)
3. GENİŞ TOPLUM KESİMLERİYLE İLİŞKİLERİ GELİŞTİRMEK
Muhalefet iktidarın alternatifi pozisyonuna konumlanabilmek için; yürümüş olduğu yeniden yapılanma yolunda, think – tang kuruluşlarından, ticari kuruluşlara, dini örgütlenmelerden, eğitim ve kültürel çalışmalara kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarıyla sağlıklı bir iletişim ağı oluşturarak farklı seçmen kitlelerine ulaşabilmelidir.
Bahsi geçen çalışmaların amacı, muhatap olunan kesimler ile parti arasındaki ilişkileri geliştirmek ve güvenlerini kazanabilmektir. Dolayısıyla bu bağlamda geniş toplum kesimlerinin desteğinin sağlanması durumunda, tarafların hükümet üzerinde baskı oluşturması ve muhalefet ile ortak hareket etmesi sağlanabilecektir. Böylece muhalefetin katılımcı demokrasiye olan katkısı kaçınılmaz olacaktır. (Arslan, 2009)
Ancak muhalefet bu kesimlerle çalışmalarını yürütürken ön yargılardan uzak bir şekilde, örgütlerin hedef kitlelerinin hassasiyetlerini dikkate almak suretiyle iletişimine devam etmelidir. Çünkü bu kurum ve kuruluşların var olma sebebi hedef kitlelerinin menfaat ve çıkarlarını koruyup gözetebildiği ölçüde anlam kazanmaktadır.
Muhalefet bu süreçte hassas bir yaklaşımı benimseyerek, mensuplarının kazanımları için hükümetin yanında yer alıp, ortak çalışmalar yapmak zorunda kalan, hatta bu sebeple muhalefetten uzak durmak zorunda kalan bu kesimlerin içinde bulundukları durumu yadırgamamalıdır.  Kısacası bu kesimlerin hükümete yakın duruşları doğal kabul edilmeli ve bu koşullar dikkate alınarak bu kesimlerle ilişkiler geliştirilmelidir. (Arslan, 2009).
4. HÜKÜMETİ ÜSTLENMEYİ HAZIR BEKLEMEK
Demokratik yönetim sistemlerinde, yapılan seçimlerin ardından meclis aritmetiğinde en çok sandalyeye sahip parti veya partilere seçmenler tarafından hükümeti kurma yani ülkeyi yönetme görevi verildiği kabul edilir. Buna nazaran iktidardan daha az bir oranda sandalyeye sahip olan muhalefet partisine ise; iktidar nezdinde yürütmeyi denetleme görevi verilir. Ancak muhalefet partisi mecliste bulunma sebebini yalnızca anayasal bir hak olan denetleme görevine indirgememelidir.
Muhalefet partisinin iktidarın icraatlarına karşı alternatif politikalar üretip her şartta hükümet olabilme sorumluluğuna sahip bir konumda hazır olarak beklemesi ülkenin siyasi belirsizliklere sürüklenmemesi açısından önem arz etmektedir. Arslan muhalefetin hazırlıklı beklemesinin şu nedenlerden dolayı önem arz ettiğini belirtmektedir. (Arslan, 2009).
“Hükümetin herhangi bir nedenden dolayı istifa etmesi veya meclisteki çoğunluğunu yitirmesi durumunda ülkede siyasi krizin yaşanmaması için muhalefetin hükümet boşluğunu hemen doldurur durumda beklemesi önem taşımaktadır. Bu nedenle muhalefetin hükümeti üstlenebilecek kadro ve programı ile hazır beklemesi gerekmektedir. Muhalefetin hükümeti üstlenebilecek konumda olması vatandaşlara güven verebilecek ve ülkede siyasi belirsizlik yaşanmayacaktır. “
“Muhalefetin hükümeti üstlenebilecek olması ekonomide psikolojik güven sağlayacaktır. Psikolojik güven ekonomik aktörler açısından önem taşımaktadır. Çünkü siyasi belirsizlikler yatırımları olumsuz etkileyebilmekte ve ülke ekonomik kayıp yaşayabilmektedir. Psikolojik güven ayrıca yabancı yatırımcıları da olumlu etkileyebilmekte ve ülke yabancı ülkeler nezdinde siyasi istikrar sunabilen bir görünüm sergileyebilmektedir. “
“Muhalefetin hükümeti üstlenmeye hazır konumda beklemesi vatandaşların siyasi yönetim sistemlerine olan güvenini de arttıracaktır. Hükümetin krize girmesi durumunda muhalefetin iktidarı sorunsuz bir şekilde üstleniyor olabilmesi vatandaşları karamsarlıktan uzak tutacaktır. Muhalefetin Gölge Kabinesini oluşturup etkin ve yapıcı çalışmalar yapması vatandaşları siyasi istikrar konusunda endişelendirmekten uzak tutacaktır. “
“Böylece muhalefetin anayasal görevleri olan hükümeti kontrol etmenin yanında, siyasi belirsizlikleri ve siyasi rejim krizlerini önlemek için hükümeti üstlenebilecek konumda hazır beklemesi yerinde olacaktır.”
Çalışmanın bu aşamasında etkin bir muhalefet anlayışına sahip olabilmenin en önemli etmenlerinden biri olan “Gölge Kabine” uygulamalarının Türkiye üzerindeki yansımalarına değinmek istiyorum.
Gölge Kabine uygulamasının Türkiye’de batıya nazaran çok eski bir siyasi geçmişinin olmadığını Örmeci’ nin “Sosyal Demokrasi” adlı çalışmasına baktığımızda görebiliyoruz.
1989 genel yerel seçimlerinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) önemli bir zafere imza atarak, seçimlerden yüzde 28,7 oyla birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak bir süre sonra SHP’li belediye başkanlarının isimleri birbiri ardına gelen skandallara karışacaktır. Bu durum bırakın partinin oyunu arttırmayı, partinin isminin ciddi bir şekilde lekeleyecektir. Akabinde 1990 yılında yeni oluşturulan belediyeler için yapılan ek seçimlerde SHP oyu yüzde 12’ ye iniyor fakat beklenmedik bir şekilde Demokratik Sol Parti (DSP) yüzde 31,2 oy almayı başarıyordu. İşte SHP Türk siyasetinde yaşanan bu gelişmeler üzerine muhalefet partisi olarak Anavatan Partisi (ANAP) iktidarına karşı Türkiye’de daha önce uygulanmamış olan çağdaş bir çalışmayı gündeme getiriyor ve parti içerisinde “gölge kabine” kuruluyordu. Kurulan gölge kabine vasıtasıyla partinin muhalefet etkinliklerine ciddi bir boyut getiriliyordu. Türkiye’nin kurulan bu ilk gölge kabinesinde; İstemihan Talay, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Fikri Sağlar gibi tanınmış sosyal demokratlar yer alıyordu. Yürütülen gölge kabine çalışmaları tüm iyi niyetine karşın, medyatik olmaktan öte geçemeyip her hangi bir işlev yapamamıştır. Kısa bir süre sonra çalışmanın durdurulmasıyla Türkiye’nin ilk gölge kabinesi dağılma sürecine girmiştir. (Örmeci, 2010).
Türkiye’de 1990 yılında denenip ancak akıbeti kısa süren gölge kabine anlayışını Gürseler “Eksiksiz Demokrasi İçin Öneriler” adını verdiği makalesinde biraz daha ileri boyuta taşıyarak yalnız muhalefet partisinin değil iktidarında gölge kabinesi olması gerektiğini söylüyor.
Bir oluşumun gerçek manada siyasi parti olup olmadığını gösterme açısından gölge kabine uygulaması büyük önem arz etmektedir. Gölge kabinesi olmayan muhalefet partisi olur mu; Türkiye’de oluyor. Aslında gölge kabine uygulamasını muhalefet partisi ile sınırlamamak gerekir. Çünkü siyasi konjonktürde kimin ne zaman iktidar, kimin ne zaman muhalefet olacağı belli değildir. Bu noktada iktidardaki siyasi parti dahil bütün partilerin gölge kabinesi olması gerekir. (Gürseler, 2011).
Gölge kabine uygulaması partilerin olası bir iktidara gelme durumunda hazırlıklı olması noktasında büyük faydalar sağlıyor. Uygulama sayesinde partiler hangi bakanlığa hangi parlamenteri atasam telaşına kapılmıyor. Gölge kabine anlayışında, bakan olarak atandığı alanda daha önce hiç çalışmamış ve projeler geliştirmemiş olan deneyimsiz, liyakat sahibi olmayan siyasilerin bakan olmasının önüne geçilmiş oluyor. Uygulamanın batıya dönük yüzüne baktığımızda 2010 yılında İngiltere’de muhalefetteki partinin gölge içişleri bakanı adının bir eşcinsel skandala karışması üzerine gölge kabinedeki görevinden istifa ettiğini görüyoruz. Kısacası gölge bakanlık batıda istifa edilebilecek derecede bir makam olarak muamele görmektedir. Burada atlanılmaması gereken, işlevli bir gölge kabine hedefleniyorsa bu gölge kabinenin sadece bakanlarla sınırlı kalmaması gerekir. Gölge kabine her şeyden önce partinin kurumsallaşmasına hizmet etmektedir. Öncelikle partinin kendi bünyesinde bütün bakanlıkların ilgili birimlerini kurması, sonrasında ise; kadrolu maaşlı çalışanlarıyla birlikte politikalar üretmesi gerekmektedir. Böylelikle parlamenterler uzmanı oldukları veya olmaya çalıştıkları gölge bakanlığa atanacak ve iktidar olduklarında ülke meselelerine karşı büyük oranda tecrübe sahibi olacaklardır. (Gürseler, 2011).
SONUÇ
Etkin bir muhalefet olabilmenin ölçütü “Gölge Kabine” uygulaması anlatılırken tanımlayıcı bir yöntem kullanılmıştır. Bu noktada öncelikle kavramlar tanımlanarak sonrasında muhalefet çeşitlerinin neler olduğu belirtilmiştir. Daha sonra sağlıklı bir muhalefetin profesyonel çalışılabilecek ekiplerle mümkün olabileceği anlayışı öne çıkartılmıştır.
Çalışmanın ilerleyen safhalarında Türkiye’de muhalefet partileri başta olmak üzere siyasi partilerin gölge kabine modelini uygulamadıkları, buna keza batıda özellikle İngiltere’de oldukça yaygın bir uygulama olduğu görülmüştür.
Ayrıca çalışma bir diğer öne çıkan sonucuyla; gölge kabine uygulamasının muhalefet partilerine tecrübe kazandırdığı ve anayasal görevleri olan hükümeti kontrol etmenin yanında alternatif politikalar üreterek iktidar olmak üzere hazır konumda beklemeleri gerektiğini ortaya koymuştur.
KAYNAKÇA
Arslan, R. (2009). Parlamenter yönetim sisteminde gölge kabineli muhalefet, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 11.(2).
Durç, A. (2010). Türk muhalefet gelenğinde Demokrat Parti, Mukaddime Dergisi, 1,(2010).
Eryılmaz, B. (2010). Bürokrasi ve siyaset bürokratik devletten etkin yönetime. (4. bs.). İstanbul. Alfa Yayınları.
Eryılmaz, B. (2012). Kamu yönetimi. (5. bs.). Kocaeli. Umuttepe Yayınları.
Gürseler, İ. (2011). www.gurselertufan.av.tr , Eksiksiz demokrasi için öneriler, Erişim Tarihi: 1 Aralık 2013.
İpek, H. (2011). www.dha.com.tr, Muhalefeti çok iyi koruyup kollamak lazım,  Erişim Tarihi: 1 Aralık 2013.
Kayalar, M. (2002). Yönetim ve yönetici geliştirme amacıyla gölge yönetim konseptinin incelenmesi ve işletmelerde uygulama olanaklarının araştırılması, yayınlanmamış doktora tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta.
Kirman, E. (2006). Çok partili döneme geçiş süreci ve Türk siyasal kültüründe muhalefet olgusunun gelişimi 1946-1950, Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta.
Mutlu, A. (2005). Kurumsallaşmış demokrasilerdeki siyasi partiler sistemi ile ülkemizdeki siyasi partiler sisteminin karşılaştırmalı değerlendirmesi ve özgün model arayışları, Yayımlanmamış uz. tezi, İçişleri Bakanlığı, Ankara.
Örmeci, O. (2010). ydemokrat.blogspot.com, Türkiye’de sosyal demokrasi, Erişim Tarihi: 1 Aralık 2013.
Tdk Güncel Türkçe Sözlük, www.tdk.gov.tr, Erişim Tarihi: 1 Aralık 2013.
Turgut, N. (2011). Siyasal muhalefet onsuz olmaz unsurudur, Atılım Üniversitesi.
Yıldız., H. (2013). Türkiye’de parlamentarizm uygulamaları, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 4.(1).
***
CHP TARAFINDAN AÇIKLANAN "GÖLGE KABİNE MODELİNE" İLK YORUM VE KATKILAR!
CHP, bakanları adam adama markaja alacağı gölge kabine modeline geçiyor. Peki hayata geçirilmesi planlanan bu modelle ilgili kim ne dedi?
(GÜNCEL. 21 Temmuz 2011 Perşembe Haber: ARZU ERDOĞRAL)
CHP, GÖLGE KABİNE MODELİNE GEÇİYOR.
CHP bu uygulamayla bakanları adam adama markaja alacak. Konu ile ilgili konuşan CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin,  “Laf olsun diye gölge kabine kurmayacağız. Kabine üyelerini artık gölge gibi takip edeceğiz. Gölge kabine sayesinde artık mağdur veya şikâyetçi vatandaşın bir muhatabı olacak. Türkiye’de yeni bir muhalefet anlayışını hayata geçireceğiz” dedi. CHP’nin hayata geçirmeyi planladığı yeni hedefini farklı kesimlere sorduk. İşte yanıtlar…
GEÇ KALMIŞLARDI…
AK Parti Grup Başkan Vekili Mustafa Elitaş İyi yada kötü yaparlar bizim iktidar partisi olarak bir şey söylememiz uygun değil. Bir yola çıkmışlar. Bugüne kadar yapmamaları büyük bir eksiklikti. Geç kalmışlardı. Başarılar diliyoruz kabinelerine!  
HEM CHP HEM TOPLUM AÇISINDAN FAYDALI OLUR
AK Parti Rize Milletvekili Nusret Bayraktar İyi niyetli çalışma olduğu sürece demokratik toplumlarda; sivil toplum hareketlerinin, muhalefetin yapıcı eleştirileri ve fikir üretmeleri faydalı olur. Muhalefetin kendine özgü "ben hükümet olsam şunu şöyle yaparım" demesi öneriler açısından faydalı olur. Aslında iktidarın çalışmalarına da güç katar. Böylece iktidar daha titiz, daha dikkatli olur. Bizim zaten çalışma anlayışımız, çıtamız çok yüksek. Daha yükseklere götürebilme açısından bir hizmet yarışı olur. Bu yarışta da iktidarın bu faaliyetlerine bir başka siyasi partinin ulaşması mümkün değil. Hayal edecekler, onların hayal ettikleri ise bizim yaptıklarımız kadar olur ancak. Biz 2023 vizyonu ile ülkenin gelecek temellerine hazırlık yapma çalışmalarını yürütürken onlar bizim yaptığımız çalışmaların programlarını alabiliyorlar. Bizi takip etmeleri bir gelişme aslında… Bu muhalefetin alternatif bir hükümet çalışması içerisinde olduğunu gösterir. Yapacakları bu tür çalışmalar hem CHP hem toplum için faydalı olur diye düşünüyorum.
GÖLGE ETMEYİN BAŞKA İHSAN İSTEMEZ
Zaman Gazetesi Köşe Yazarı Hüseyin Gülerce CHP’liler gölge kabine kurarlarken bu işi sırf muhalefet etmek için yaparlarsa o zaman da atasözünde olduğu gibi “gölge etmeyin başka ihsan istemez” denilebilir.  Aslında batı demokrasilerinde böyle bir uygulama var. Bu kapsamda bütün ana muhalefet partileri ciddi bir çalışma yaparak, halkı bilgilendirmek için gölge kabineler kuruyor. CHP bu işi sırf hükümetin açıklarını arama yeni polemikler gündeme getirme gibi bir anlayıştan uzak olarak yapabilirse faydalı olur.    
POZİTİF MİSYON İKTİDARA KATKI SAĞLAYABİLİR
Bugün Gazetesi Köşe Yazarı Ahmet Taşgetiren Ana muhalefet partisinin böyle bir yapılanmaya gitmesini çok doğru buluyorum. Ama muhalefette anlamsız olan boykottu. Halkın ana muhalefet olarak görevlendirdiği bir partinin meclisi boykot gibi bir tercih de bulunması kabul edilemez bir şeydi. Fakat daha sonra ana muhalefet bundan vazgeçti; meclise girdi, yemin etti. Ana muhalefetin görevlerinden biri; Hükümetin icraatını denetlemek, ikincisi kendini iktidara hazırlamaktır. Normalde ana muhalefet yakın iktidar olarak görülür. Fakat CHP oy tabanı itibariyle iktidar olabilir mi? Yakın gelecekte iktidar alternatifi midir? Bu gibi sorular genelde olumlu cevaplandırılamıyor. Yakın veya uzak gelecekte CHP'nin tek başına iktidarı akla gelmiyor. Her şeye rağmen kendisini bakanlıklar seviyesinde ülkenin meselelerini anlamaya, değerlendirmeye, alternatif görüşler geliştirmeye yöneltmesini doğru buluyorum. Aslında kategorik karşı çıkmalar yerine daha pozitif bir muhalefetten söz edilebilir. Alternatif düşünceler üretebilir. Türkiye dünyada etkinliği artan bir ülke olduğu gibi bir yandan da sorunları olan bir ülke… Bu sorunların çözümünde de iktidarı tek başına bırakmak ana muhalefet stratejisi olarak görülmemelidir. Pozitif yönde muhalefet misyonu ifa edilebilir. Diyelim Kıbrıs sorununda, dünyadaki ekonomik bunalımında, Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde, terör konusunda çok hayati problemler var. Artı bölgenin çok hayati sancıları var. Bunun içinden yürüyerek Türkiye kendisine dünyada etkin bir rol arıyor. Ben ana muhalefet pozitif misyonunun iktidara katkı olabileceğini düşünüyorum.
GÖLGE KABİNE İLE BU İŞİN YÜRÜYEMEYECEĞİ CHP TARAFINDAN SÖYLENMESİ GEREKEN BİR SÖZ!
Gazeteci Yazar Fikri Akyüz Gölge kabine açıklanmadan önce CHP şöyle bir karar almıştı. Milletvekili çıkaramadığı yerlerde bazı milletvekillerini görevlendirdi. Örneğin Ankara Milletvekili Mardin'de sorumlu olacak diyerek bir çalışmaya gitti. Bu işin aslında tabiatına aykırı... Çünkü milletvekilleri her yerden sorumludur. Gölge kabinesi için ise şunu söylemek istiyorum. “Gölge etmeyin başka ihsan istemem.” Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı'nda Muharrem İnce, Nur Serter gibi isimlerin söylenmesi tamamen faciadır. Nur Serter'in neler yaptığını biliyoruz. Muharrem İnce'nin de öğretmen kökenli olmasına rağmen Milli Eğitim gibi çok önemli bir meselede tamamen ideolojik yaklaşımlarla meseleye bakıyor oluşu ciddi bir sorun. Bunun dışında gölge kabineyle ilgili söylenebilecek olan şu; birtakım gölge bakanların adı geçiyor, bu bakanlardan bazıları başbakan yardımcısı olarak gözüküyor. Tek tek isimlere baktığımızda birçoğu ideolojik takıntısı son derece yüksek olan isimlerden müteşekkil... Çok azda olsa meselelere akli yönden bakan kişiler var. Fakat kamuoyunda Süheyl Batum gibi, Nursel Serter gibi ideolojik çerçeveden bakan kişilerde yer alıyor. Gölge kabine meselesi yıllardır hep tartışılır. Gölge kabine staratejik açıdan da yanlış aslında. İktidar partisinde, birtakım bakanlar atanır. Bakan olamayanlar bakanlık beklentisi içinde olur. Bu nefsanî bir şey… Dolayısıyla kimse sesini çıkarmaz. Bir muhalefet partisinin gölge kabine oluşturması durumu da gölge kabineye giremeyen milletvekilleri açısından ciddi bir rahatsızlık oluşturur. İktidar değil ki 3 ay sonra kabine değişirse bende gelirim düşüncesiyle bir beklenti içine girmiş olsun! Gölge kabine Avrupa'da uygulanabilir. Çünkü halklar ve milletvekilleri arasında demokratik kültür yaygın. Meselelere ülkenin çıkarlarıyla ilgili bakma açısı olduğu için Avrupa'da işliyor. Ama Türkiye'de dediğim gibi iktidar olmakla birlikte insanların nefsani duyguları kabarır. Bunu yadırgayamazsınız. Mühim olan bunu eyleme sokarken bir tavır göstermemektir. Milli Eğitim Bakanlığı'na kendini layık gören birisi iktidarda iken bakan olamamışsa çok fazla rahatsızlık duymaz. Türkiye koşullarında söylüyorum bunu. Muhalefetten birinin bakan olması çok ciddi bir rahatsızlık doğurur. Gölge kabine tamamı ile taktik ve stratejik yanlışlık meselesi. Gölge kabineyle bu işin yürümeyeceği CHP açısından söylenmesi gereken bir sözdür. Önemli olan iktidara gelebilmektir. Ben hiç kimseye gölge olmak istemem demesi lazım. Kendi açısından konjonktürün en müsait olduğu zaman bile iktidara gelemeyen bu partinin gölge kabine ile meseleleri çözümlemeye çalışması herhalde ters tepecektir.
EKSİKLİKLER VAR AMA DOĞRU BİR GİRİŞİM!
Gazeteport Yazarı Ahu Özyurt Fikir olarak uzun süredir CHP'nin içinde konuşulan bir konuydu. Modelin biraz İngiliz modeline yakın olduğu anlaşılıyor. Fikir babasının Prof. Dr. Sencar Ayata olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü bu konular da o modeli en iyi bilen isim Sencar Ayata'dır… Anlaşılan o ki İngiliz modelini CHP üzerinde deniyor. İşçi Partisi modelinin egzersizini yapıyorlar. Fikir olarak doğru ve güzel… Fakat milletvekili ve bakanları tabandan kopuk çalışmaya sevk edecektir. Pek çoğu yeni milletvekili olan ve (bazıları partiye bile yeni girmiş isimler) kendileri mecliste AKP'nin performansına göre konumlandıracaklardır. Gerçek seçmenler yada ulaşmak istedikleri seçmenler dışında çok sağlıklı bir manevra olmayabilir. Doğal olarak CHP'yi defansif bir pozisyona çeker. Sadece hükümetin attığı adımlara karşılık verir. Anayasanın, demokratik açılımın konuşulacağı pek çok noktada açıkçası CHP'nin kendi içinden politika üretmesi bana göre gölge kabine veya bakan takibinden çok kendi öz politikasını belirlemesi açısından doğru olur. Aslında bu gölge kabine seçmen gözünde de büyük örneği kopyalamak gibi duracak. CHP seçmeni onlar ne yapıyorsa biz tepki veriyoruz gibi algılayacak. Tabi özgün metodlar üretebilirlerse parti içinde çok önemli bir egzersiz olabilir. Diğer milletvekillerinin bir kısmı yasama sürecinde çok yeni oldukları için belki bu dönem bu görevi almazlar. Ama Kemal Kılıçdaroğlu gerekirse kabineyi 6 ay sonra değiştirir. Yerine başka tecrübesi olan insanları alır. Meclis komisyonlarında ağırlık vermesini istediği kişileri meclis komisyonunda görevlendirir. Böyle de bir görevlendirme yapacağını görüyoruz. Elindeki insan havuzunu en iyi şekilde değerlendirecek gibi görülüyor. Sonuç itibarı ile İngiliz modeli bunu ağırlıklı olarak iki partili bir parlamentoda; yani Avam ve Lordlar kamarası olan bir parlamentoda kullanıyor. Şimdi TBMM'de 3 parti ve aynı zamanda oldukça karmaşık bir de bağımsız milletvekilleri grubu var. CHP'nin kendini gölge kabineyle tamamen AKP'nin kurduğu kabineye angaje etmesi diğer muhalefet partileriyle işbirliği alanını bana göre daraltır. Öte yandan onların kaygılarından faydalanma yada onların gündeme getireceği konuları takip etme refleksini de zayıflatabilir. Aynı zamanda tabanla irtibatın koparılması ve özgün bir politika üretilmesinin engellenmesine sebep verebilir.
CHP’NİN NE YAPACAĞINA CHP’LİLER KARAR VERİR
Akit Gazetesi Köşe Yazarı Abdurrahman Dilipak İyi bir adım ama nasıl yapacaklarına bağlı… CHP, bu konu hakkında eğer proje üretecekse (ki daha önce onları denediler ama söylemediler, bizim projemizi çalarlar diye... Nasıl bir siyaset anlayışıysa?) olumlu sonuçlar verir. Ama bir şey önermeyeceklerse, her şeyi eleştirmek insanları yoruyor, geri teper. Gölge bir kabine oluşturacaksanız kendi projenizi getireceksiniz. AK Parti’nin yaptığı anayasaya hayır demek, anayasa yapmak değil. Böyle değil şöyle olsun, sizin dediğinizin maliyeti bu, benim dediğimin şu tarzında bir haklılık mücadelesi yapmak gerekir. Ama CHP’nin bu zihniyetle yeni bir kabine oluşturması demek Bakanlıkların açığını yakalayıp bunu polemik konusu yapmak gibi bir anlam taşır. Bunun da bir faydası vardır aslında; AK Parti daha dikkatli çalışır, hareket alanı sağlanır. Necip Fazıl’ın bir sözü var; “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın” diye. Tabi burada konu düşman meselesi değil ama yıkıcı propagandanın iktidarın hem denetimini yoğunlaştıracağını hem de ona cevap verme adına daha aktif hale getireceğini düşünüyorum. Netice itibari ile CHP’nin ne yapacağına CHP’liler karar verir.
TOPLUM YARARINI GÖZETEN GERÇEK BİR MUHALEFET MODELİ DAHA İYİ OLUR
Yeni Şafak Gazetesi Köşe Yazarı Özlem Albayrak CHP, gölge kabine modeli ile muhalefet etme kararı almış. Bu kapsamda, kabine üyelerini gölge gibi takip edeceklermiş, bütün bakanlıkları takip etmek üzere de CHP’den bir isim belirlenmiş. Türkiye’de siyasal iktidarın en büyük handikabının;  karşılarında, tutarlı, faydalı, ayağı yere basan, ciddi bir muhalefet olmadığını düşünen biri olarak memnuniyetle karşılamam gerekirdi. Ama karşılayamıyorum, çünkü çok yakın bir zamana dek muhalefetten anladığı tek eylem, “çimlerin kesilme süresi hakkındaki kanun”u bile anayasa mahkemesine götürüp iptal ettirmek olan bir CHP’den söz ediyoruz. CHP’nin kemik geleneklerini değiştirmeye çalışan ama değiştiremeyen bir siyasal parti olduğu da seçim sürecinde kanıtlandığına göre, söz konusu durum “köstek olma işini abartma” olarak bile yorumlanabilir.   Kaldı ki, kabinenin eyledikleri ortada, bu eylemleri tek bir kişinin takibine tahsis etmek birincisi, “geride kalan CHP’li vekiller ne iş yapacak?” sorusuna yol açar, ikincisi CHP yönetiminin tek kişinin takibindeki hata payının çoğalacağını düşünmedikleri anlamına gelir. Bu yöntem bana kalırsa muhalefet etme biçimi filan değil, olsa olsa CHP’nin klasik göz boyamacılığının ürünü olan yeni bir strateji. “Bakın bakın milletin yararı için muhalefet görevimizi nasıl da yerine getiriyoruz” diye kendini gösterme çabası içine girmek yerine, eylemleriyle bunu ortaya koysalar ve toplum yararını gözeten gerçek bir muhalefete imza atsalar, daha iyi olurdu sanki. Umudum yok ama bakacağız.
DEĞİŞİKLİK POLEMİĞİ DEVAM ETTİREN İSİMLERLE YAPILIRSA BAŞARI GETİRMEZ
Siyaset Bilimci Dr. Murat Yılmaz Doğru bir model… Ana muhalefet partisinin hükümeti değerlendirirken birebir takip edecek olması önemli fakat bu iş iyi yapılırsa ortaya verimli neticeler çıkarılabilir. Hem ana muhalefet partisi açısından, hem kamuoyu açısından önemli. Hem de hükümettin ne yapıp ettiğini bu muhalefet karşısında açıkça ortaya koyabilir. CHP'nin böyle bir gayrete girmesi şu bakımdan önemlidir; CHP şimdiye kadar ideolojik gerekçelerle muhalefet ediyordu. Gölge kabineyle ideolojik gerekçeler ötesinde bir pratiği değerlendiren, ideolojik perspektifin ya da katı ideolojik perspektifin dışında bir şey yapabiliyorsa bu anlamlı olur. CHP'nin bugüne kadar yaptığı gibi; rejim ekseninde muhalefet ve polemiği devam ettirecek isimlerle bu değişiklik yapılırsa bir başarı getirmez. Sadece şimdiye kadar olduğu gibi CHP'nin bu rejim üzerinden yaptığı muhalefetin başarısızlığıyla sonuçlanır.
ON5YİRMİ5.COM & CHP'nin "Gölge Kabine Modeline" İlk Yorumlar!

26 Mayıs 2017 Cuma

27 MAYIS 1960 "Büyük Kırılma, İhanet ve Kumpas'ın" YARGILANMASI ŞARTTIR!..

27 MAYIS 1960 DARBESİ VE HUKUK ADINA YAPILAN HUKUKSUZLUKLAR!
Hasan Emre OKTAY
1960 yılındayız, iktidarda üst üste 3 seçim kazanmış Demokrat Parti var. 1950 ve 1954’de seçimler normal tarihinde yapılmış, 1957’de ise erken seçim yapılmış. Yeni genel seçimlerin tarihi ise Temmuz 1961’dir, yani sandığa gitmeye bir yıl gibi kısa bir süre kalmıştır. Kaldı ki, Başvekil Adnan Menderes 16 Mayıs 1960 günü, Eskişehir’de mahşeri bir kalabalığa yaptığı konuşmada, ‘Türkiye gibi demokrasi ile idare edilen bir ülkede iktidarların sokak nümayişleri ile değil sandıkta değişeceğini vurguluyor ve yollarının seçim yolu olduğunu’ ekliyor.
Yani erken seçimi telaffuz ediyor.
Eskişehir’de Menderes’i 150 bin kişi dinlemiştir. O tarih için muazzam bir kalabalık. Yani bazı kişilerin söylediği, yazdığı ‘eğer Menderes seçim yapsaydı darbe olmazdı’ ifadesinin gerçek ile hiçbir ilgisi yoktur. Bilakis Menderes, 27 Mayıs’tan 11 gün önce seçim kararını dile getirdiği için darbe erkene alınmıştır.
Türkiye’mize büyük zararlar veren, askeri vesayeti başlatan, 27 Mayıs 1960 Darbesi felaketine giden süreci ve bu süreçte işlenen hukuk skandallarını kısaca hatırlayalım. 
1960 yılı başında halkın nabzını ölçmek için bölgelerine giden DP milletvekilleri, halk arasında bir takım dedikoduların yayılmaya çalışıldığını görürler. O zaman sosyal medya yok ama ‘fısıltı gazetesi’ diye bir yöntem uydurulmuş ve kulaktan kulağa DP, Bayar, Menderes aleyhine dedikodular ateşli bir şekilde anlatılmakta.
“Menderes, Kars ve Ardahan’ı Sovyet Rusya’ya satmış, ABD yardımlarını DP Hükümet mensupları, milletvekilleri dolar olarak aralarında bölüşüyorlarmış, Harp Okulu öğrencileri Kızılay’da toplanacak, mitralyözlerle taranacak ve imha edileceklermiş, Menderes orduyu yedek subaylarla idare edecekmiş, Taşlıtarla’da 7 bin çapulcuya asker elbisesi giydirilerek silah verilecekmiş ve bu çapulcular halka ateş edecek böylece ordu ile halkın arası bozulacakmış, Bayar ve Menderes’in inanılmaz bir serveti varmış vb.... En büyük dedikodu da İnönü CHP’si, ordu ile birlikte darbe yapacakmış….”
Gerçek ile uzak yakın ilgisi olmayan bu dedikodulara inananların sayısı gittikçe artmaktadır. Berber dükkânlarında, bakkallarda, kasaplarda, mahalle aralarında bu dedikodular konuşulmaktadır. Yakın gelecekte bu dedikodulardan sadece CHP, İnönü ve ordunun darbe hazırlığı içinde oldukları söylentisinin gerçek olduğu anlaşılacaktır. Zaten fısıltı gazetesinin en etkili çalıştığı yer de Ankara, İstanbul.
Milletvekillerinin getirdiği bilgiler hükümete ve Cumhurbaşkanına ulaşınca, bu olumsuz yıkıcı faaliyetlere karşı bir önlem alma ihtiyacı duyulur. Özellikle darbe söylentisi karşısında TBMM tehdit altındadır. Yapılacak iş Anayasaya başvurmaktır. O tarihte yürürlükte Atatürk döneminin ‘1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu’ vardır. 1924 Anayasasının 22. Maddesi,
”Madde 22,  Sual ve istizah (gensoru) ve Meclis Tahkikatı (soruşturma) Meclis’in cümle-i selahiyetinden (yetkisinden) olup şekli Meclis içtüzük ile kararlaştırılır”  
Meclis İçtüzük 177. Madde, “TBMM, reissen bağımsız olarak bilgi almak istediği her çeşit konu hakkında bir tahkikat komisyonu kurabilir.”
1924 Anayasasının 103 Maddesi,   
“Madde 103- Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz. Hiçbir kanun Anayasaya aykırı olamaz.”
İşte Yassıada Mahkemelerinde, Menderes ve iki bakanımızın idam sebeplerinden biri olarak Tahkikat Komisyonu kurulması suretiyle 146/1 Anayasayı ihlal girişimi, gösterilmiştir. Nerede ihlal? Bilakis o tarihte Bayar, Menderes ve DP Hükümeti sorunları çözmek için Anayasaya başvurmuşlardır. İdamların, müebbet hapislerin, diğer ağır hapis cezalarının sebeplerini Anayasayı ihlale dayandırmak 27 Mayısçıların en büyük hukuk skandallarından biridir. Kaldı ki, Tahkikat Komisyonu Kanunu Meclis’te oylanmış ve kanunlaşmıştır. Aynı Anayasanın 103 Maddesi ne diyor, hiçbir kanun Anayasa’ya aykırı olamaz.
Söz ettiğimiz bu Tahkikat Komisyonu teklifinden önceki Mecliste verilen teklifleri incelediğimiz zaman, hemen hepsinin CHP tarafından, DP hükümet mensupları hakkında verildiğini görürüz. CHP tahkikat komisyonu önerisi verince mubah, DP verince günah gibi hukukla ilgisi olmayan bir anlayış Yassıada’da hüküm sürmüştür. Örnek verecek olursak,
“15 Nisan 1953, CHP Van milletvekili Ferit Melen, Maliye Vekili Hasan Polatkan hakkında Meclis tahkikatı açılması talebinde bulunmuştur…8 Şubat 1956, Devlet Bakanı Mükerrem Sarol aleyhinde CHP tarafından verilen Meclis tahkikatı açılması için talep müzakere ediliyor…3 Mayıs 1958, Van’ın Özalp kazasında 30 Temmuz 1943 tarihinde öldürülen 32 vatandaş hakkında TBMM Tahkikat Komisyonu tarafından hazırlanan rapor basına açıklanıyor…16 Şubat 1960, CHP milletvekili Avni Doğan ve 54 milletvekili basın hürriyetini zedeleyen faaliyetlerle ilgili, içtüzüğün 177. Maddesine dayanarak tahkikat komisyonu açılması talebinde bulunuyor…18 Şubat 1960, Bülent Ecevit, Fethi Çelikbaş, Asım Eren, Nüvit Yetkin İstimlak yolsuzlıkları iddiası ile içtüzük 177. Maddeye dayanarak tahkikat komisyonu teklifinde bulunuyorlar.”
Bu örnekleri arttırmak mümkündür. Profesör Yusuf Ziya Özer, ‘Anayasa Hukuku’ kitabının 545. Sayfasında diyor ki,
“Tahkikat komisyonları sorgu hâkimi vazifesini görürler. Hükümetin bütün vasıtalarından istifade edebilirler. Usulü muhakemenin icap ettirdiği bütün muameleleri ifaya salihtirler.”
Profesör Ali Fuat Başgil, (27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri kitabından)
“Bir parti hakkında da tahkikat yapmak elbette ki Meclis’in yetkileri cümlesindendir.”
Çok ilginçtir DP Hükümetinin kurduğu tahkikat komisyonu, faaliyette bulunduğu süreye bağlı olmak üzere partilerin kongrelerini durdurmuştu. Bu da tahkikatın selametle yürütülmesi amacına yönelikti. Bu girişim de DP muhalifleri tarafından şiddetli bir şekilde istismar edildi. Basında parti faaliyetler durduruldu şeklinde yayımlandı. Topladığı bilgileri savcıya vermekle görevli tahkikat komisyonu, sadece iki ay süre için kurulmuş, fakat işini bir ayda tamamlamıştı. Yani anlaşılacağı üzere, tahkikat komisyonu ile Anayasayı ihlal eden falan kimse yok.  O Anayasa bir şekilde ihlal edildi, ortadan kalktı, o da 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 3.00’de darbenin gerçekleştiği andır. En büyük hukuksuzluk bu noktadadır. İdamlık bir suç varsa buradadır.
Komisyonun ayrıntılarına daha fazla girmeden tekrar yazımızın başındaki, tahkikat komisyonuna ihtiyaç duyulan günlere dönelim.
Tahkikat Komisyonu kurulması CHP çevrelerinde fırtınalar yarattı. Komisyon tartışılırken CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün kürsüye gelerek sarf ettiği bir takım sözler tarihimize geçmiştir. Seçilmişlerden müteşekkil bir parlamentoda, bir muhalefet partisi tarafından söylene bu sözler bir hukuksuzluk örneği midir, değil midir, karar sizin. İsmet Paşa Anayasanın 22. Maddesine başvurmayı, baskı rejimi kurmak olarak mütalaa etmiş olacak ki,
“…Eğer baskı rejimi kurulursa ihtilal behemehâl olur. Böyle bir ihtilal dışımızda bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz bende sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır…”
Tahkikat komisyonuna nasıl çalışacağını içtüzük 177. Maddeye göre bildirecek olan Yetkiler Kanunu Meclis’te müzakere edilirken İsmet İnönü yine söz alıyor,
“Kore başkanı Sygnman Rhee kuruldu mu? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru onun elindeydi. Hâlbuki sizin elinizde ne ordu var, ne memur, ne de polis var! Olur, mu böyle baskı rejimi? Muvaffak olur mu bu?”
Bir süre önce Kore’de bir darbe olmuş ve başkan Rhee devrilmiştir. Sistem aynı, üniversite ayaklandırılmış, nümayişler ve ordu içinde kurulmuş olan bir cunta darbeyi gerçekleştirmiş. İnönü’nün yine Meclis’te kullandığı şu cümle açık seçik bir darbe davetiyesi değil midir?
“Türk milleti, Kore milletinden daha az haysiyetli değildir.”
Nitekim darbeci subaylardan Orhan Erkanlı, ‘Anılar, Sorunlar, Sorumlular’ adlı kitabında İsmet Paşanın yeşil ışığına vurgu yapıyor. Nitekim 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi öğrencileri sokaklara dökülürler, nümayişler başlamıştır. Katil iktidar, diktatörler, diye bağırarak etrafa taşlar atmakta Beyazıt’tan Vilayete doğru yürümektedirler. O kadar organizedirler ki, slogan mahiyetinde marşları bile hazırdır.
“Olur, mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?”
O tarihte rahmetli babam İstanbul Emniyet Müdürü.
O zaman panzerler, biber gazları falan yok. Toplumsal olayları kontrol altına almak için sadece atlı polisler var fakat onlarda çok yetersiz kalıyorlar. Zira nümayişçi öğrenciler polisleri atlardan çekiyorlar, yerlerde sürüklüyorlar, tekmeliyorlar. Atların üstünde sigara söndürmüşler, atlar çılgına dönüyor. Emniyet Müdürü Faruk Oktay, Belediye Başkanı Kemal Aygün, İstanbul Valisi Ethem Yetkiner, olaylarla başa çıkamadıklarını askerden yardım almalarının gerektiğini Dâhiliye Vekili Namık Gedik’e bildiriyorlar. Zira 29 Nisan’da olaylar Ankara’da başlatılıyor. Hükümet sıkıyönetim ilan ediyor. Ankara sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç, İstanbul da ise Orgeneral Fahri Özdilek komutan. Fahri Özdilek 27 Mayıs sabahı darbecilere katılacak ve ödül olarak olsa gerek sonraki hükümette bakan olacak. Namık Argüç ise Yassıada’da çile dolduracak.
Olaylar kısa sürede çıkrığından çıkmış vaziyete geliyor. Polis nümayişçi öğrencileri tutukluyor, Davut Paşa kışlasına götürülürlerken yolda asker hepsini serbest bırakıyor. CHP Gençlik Kolları ve bir takım subaylar işbirliği halindeler. Bu işbirliğini o zaman CHP Gençlik Kolları Başkanı olan Orhan Birgit, Çetin Altan’ın torunu gazeteci Sanem Altan ile yaptığı bir konuşmasında itiraf etmiştir.
Aktarıyorum,
“28 Nisan Öğrenci olaylarını itiraf ediyorum ki organize ettim. Perde arkasındayım o işin. Öğrencilerin gösteri yağmasını istiyorduk biz. Ne yapacaklardı, ‘katiller, diktatörler diye bağıracaklardı, nümayiş yapacaklardı’
Orhan Birgit’i bu itirafından dolayı kutlarım, geç de olsa bir dürüstlük göstermiş. Olaylarda iki tane kaza ile ölüm vardır. Biri Turhan Emeksiz. Orman Fakültesi öğrencisi Turhan Emeksiz nereden geldiği belli olmayan sekme bir kaza kurşunu ile ölmüştür. Sekme diyorum zira kurşun eğridir, kurşun kemikte eğrilmez. Mutlaka bir yerden sekmiş. Diğeri Nedim Özpolat, slogan atmak için hareket halindeki tankın üstüne çıkıyor, dengesini kaybediyor ve paletlerin altına düşüyor. Allah rahmet eylesin, o zaman çok üzülmüşlerdi. Ancak olaylarla birlikte inanılmaz dedikodular yine fısıltı gazetesi ile kulaktan kulağa dolaşmaya başlar. Bayar, Menderes’ten emir alan polis öğrencilere ateş etti, yüzlerce ölü var. Basın da bu yalanlara iştirak ediyor, ne yazık ki o zaman çok seviyesiz bir basın vardı. Yüzlerce ölü var, ölüler saklanıyor, kuyulara atıldılar, bir kısmı kıyma yapıldı Et ve Balık Kurumunun buzluklarında, bir kısmı da Konya yolu inşaatında asfaltın altına saklandı. İlginçtir bu yalanlara basının da etkisiyle inanan insanlar, ölenlerin ailesi nerde gibi bir soruyu sormayı akıl edemediler. Sonuçta artık darbenin bahanesi hazırlanmış oldu. Sandıkta yenmek mümkün olmayan, katil iktidar, katil Menderes, hırsız Menderes ve ekibi yok edilmelidir.
Ne yazık ki 27 Mayıs 1960 günün, sabaha karşı Türkiye’ye büyük hizmetler yapmış Başvekil Adnan Menderes ve ekibi darbeciler tarafından derdest edilirler.
Darbe gerçekleştikten birkaç gün sonra, darbecilerin başı konumuna geçen Orgeneral Cemal Gürsel, İsmet Paşaya bir telefon eder. Konuşmaları yanlarında bulunan İsmet Paşanın damadı gazeteci Metin Toker’den öğreniyoruz. Gürsel, İnönü’ye,
 “…emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur sayın paşam…”
İnönü cevap veriyor: “Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizin emrinizdeyim. Paşa hazretleri ben sizi anlıyorum. Ne zaman bir arzunuz olursa emrinize amadeyim.”
Hâlbuki Atatürk’ün silah arkadaşı, cumhuriyetimizin kurucularından ve ana muhalefet partisi genel başkanı İsmet İnönü’den, darbecilere karşı ‘ne zaman bir ihtiyacınız olursa emrinize amadeyim, millet, memleket için büyük iş yaptınız, hayırlı iş yaptınız’ gibi cümlelerin yerine, sert bir şekilde darbecileri uyarması, derhal kışlalarına dönmeleri emrini vermesi beklenirdi. Metin Toker’den öğrendiğimiz bu konuşma darbecilere hoş geldiniz demekten başka bir şey değildir. Hatta İnönü’nün, darbeden sonra coşkun gösteriler yapan CHP’lilere sarf etmiş olduğu bir cümle çok düşündürücüdür.
“Biz ihtilalin ne içindeyiz, ne dışında!”
Darbeden sonra, başta İstanbul Üniversitesi rektörü Sıddık Sami Onar olmak üzere, çoğu Anayasa profesörü öğretim görevlileri, darbenin akıl hocalığına soyunurlar. Ne yazık ki, bu profesörler darbenin daha sertleşmesine sebep olmuşlar, Yassıada zulmü ve idamlara kadar giden sürecin başlamasına neden olmuşlardır, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Naci Şensoy, Prof. Zafer Tarık vb.
Doçent Muammer Aksoy, DP’li tutuklular Yassıada’da zulüm altında inlerken, zamanın Forum dergisinde yayımlanan bir makale yazıyor. Makalenin adı, ‘En Büyük Tehlike Yersiz Acıma Hissidir’ Yani Demokrat Partililere sakın acımayın, merhamet göstermeyin, canlarına okuyun, demek istiyor.
Darbeden hemen sonra 28-29 Nisan Öğrenci Olaylarında polis tarafından öldürüldüğü, iddia edilen yüzlerce öğrenci cesedini aramaya başlarlar. Et ve Balık Kurumu buzhaneleri, kuyular, köşe bucak aranır ama ortada ne ölü vardır, ne de evladını arayan bir aile. Kıyma makineleri dedikodusu Alpaslan Türkeş’in anılarından (derleyen Muammer Taylak) öğrendiğimize göre, ABD Büyükelçisinin, ‘tüm dünyada Türklerin yamyam olduğundan bahsediliyor’ şeklinde bir sözü üzerine kesilmiş.
Hürriyet Şehitleri cenaze merasimi yapılacak, ancak ortada kaza sonucu ölen sadece 2 öğrenci vardır. Profesörler kurulu bu rakamı yetersiz bulur ve merasime 3 naaş daha eklerler. Biri Teğmen İhsan Kalmaz. Darbe esnasında, radyo evinin önünde yanlışlıkla yine bir asker tarafından vurulmuştur. Yani Harp Okulu öğrencisi İhsan Kalmaz darbecilerdendir. Yine askeri öğrencilerden Sökmen Gültekin de harekât esnasında iletişim yetersizliğinden askerler tarafından öldürülmüştür. CHP taraftarı bir baba da darbeye o kadar sevinmiş ki, sokağa çıkma yasağına rağmen küçük oğlu Ersan Özey’i yanına almış sloganlar atarak sokakta dolaşmaya başlamış. Amacının oğluna İnönü’nün elini öptürmek olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak darbenin coşkusuyla devriyelerin ‘dur’ ihtarını ya duymamış ya da dinlememiş, askerlerden atılan kurşunlardan biri oğlu Ersan Özey’e isabet ederek öldürmüş. Biz elbette bu 5 kişi için de Allahtan rahmet dileriz. Ancak akıl hocası profesörler son üç naaşı da 28 Nisan olaylarında öldürülmüş gibi ‘Hürriyet Şehitlerine’ ilave ederler. Böylece yüzlerce ölü yerine beş ölü ile merasim yapılır. Bu kanunsuzluk değil mi?
Profesörler Kurulu bilindiği gibi 1961 Anayasasını hazırlar. Bu Anayasanın daha dibacesi (önsöz) bir hukuksuzlukla başlar. “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı, direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs devrimini yapan Türk Milleti”        
Bu Anayasa Temmuz 1961’de halkoyuna sunuldu. Daha Yassıada Mahkemeleri devam ediyor, hükümler Eylül’de açıklanacak ama burada bir hüküm var. Yassıada’da kararların önceden hazırlandığının en büyük delili bu dibacedir. Karar verdiyseniz niçin mahkeme ediyorsunuz, demezler mi?
Sonra 27 Mayıs’a devrim diyor, neresi devrim?
Devrimlerde rejim değişir. 1917 Sovyet devriminde Çarlık yıkılmış Sovyetler Birliği kurulmuştur. Fransız devriminde krallık yıkılmış cumhuriyet kurulmuştur. Keza Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği Anadolu devriminde padişahlık ilga edilmiş cumhuriyet kurulmuştur. 27 Mayıs’ta ise seçim yoluyla gelmiş, meşru bir iktidar silah zoruyla devrilmiş, faşizan askeri bir yönetim devletin başına geçmiştir. Sonra da tekrar güdümlü de olsa demokrasiye dönmeye çalışmışlardır. Dibacenin en gerçekdışı ifadesi, darbeyi yapanın Türk Milleti olduğu ifadesidir. Türk milleti Ankara, İstanbul’da yoğunlaşmış Halk Partililerden ibaret değildir ki! 1961 seçimlerinde, Menderes misyonunu sürdüreceklerine dair propaganda yapan Adalet Partisi (Ragıp Gümüşpala), Yeni Türkiye Partisi (Ekrem Alican), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (Osman Bölükbaşı) oyların % 60’dan fazlasını almışlardır. Bu kadar kötülemeye, yalana, dedikoduya aşağılamaya rağmen, Menderes’in ismini ima etmek bile bu partilere bu oyları kazandırmıştır.  Darbeyi alenen destekleyen, coşku ile karşılayan İnönü CHP’si ise Meclis’te azınlığa düşmüştür. Hele 1965 seçimlerinde Adalet Partisi oy patlaması yaşamıştır. Bu durumda nerede Türk Milleti? Darbenin karşı tarafında, Menderes tarafında!
-Atatürk döneminde düzenlenmiş ve ordunun siyasetten uzak durmasını amaçlamış TSK İç Hizmet Nizamnamesi 27 Mayısçılar tarafından kanunlaştırıldı. İç Hizmet Kanunu yapıldı ve 35. madde düzenlendi.
“‘Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır”
27 Mayıs ile başlayan askeri vesayette, tüm darbeler hukuki dayanağını bu maddeden almışlardır. Cumhuriyeti koruyorum, kolluyorum diye ard arda birçok darbe ve darbe girişimi gerçekleştirilmiş, demokrasimizin kendi kuralları içinde olgunlaşması önlenmiştir. Nihayet 2013 yılında bu madde TBMM’de bir kanunla değiştirilmiştir.
“Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır”
-İnsan Hakları Beyannamesi keyfi mahkemelere son vermek için şu ifadeleri kullanmıştır;
“Hiç kimse suçun işlendiği tarihten önce ilan edilmiş ve meşru mahkemeler tarafından tatbik olunan kanunlardan başka bir kanunla cezalandırılamaz”
Evrensel hukukun bu kuralı da 27 Mayısçılara tarafından Yassıada’da ihlal edilmiştir. Yani suç olduğu düşünülen eylemin işlenmesinden sonra çıkartılan bir ceza kanunu, sanığın aleyhinde olursa hiçbir surette tatbik edilemez. Ama 27 Mayısçılar DP mensuplarının yürürlükteki kanunlara göre bir suçlarını bulmayınca, yeni kanunlar çıkarttır ve makabline şamil kıldılar, yani geriye dönük uyguladılar. Kanun adına kanunsuzluk yapmak işte budur. Darbeden sonra ilk işlerinden biri olarak 65 yaş üstünün infaz edilemeyeceğini belirten TCK 56. Maddeyi kaldırdılar, zira amaç o tarihte 77 yaşında olan Celal Bayar’ı asmaktı. Nitekim mahkemede de idama mahkûm ettiler. Ama sonra idamını MBK toplantısında onaylamadılar. Bana göre sebebi Bayar’ın 78 yaşında gelmiş olması, muhtemelen artık siyasete giremez, bizden intikam alamaz falan gibi düşündüler. Zira idamların altında yatan sebep kanaatimce aynıdır. Bunlar eğer idam edilmezlerse, bir gün serbest kalırlar ve halkın teveccühüne mazhar olurlar ve tekrar iktidara gelerek bizden hesap sorarlar korkusu.   
Yeni Anayasa yapmakla görevli Profesörler Kurulundan Prof. Dr. İsmet Giritli konuyla ilgili bir söyleşide bakın neler diyor (15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, Nazlı Ilıcak),
“N. Ilıcak=1924 Anayasası vatana ihanet suçu hariç Cumhurbaşkanının (Celal Bayar) mutlak sorumsuzluğunu kabul etmektedir. Bu vatana ihanet suçunu da ancak TBMM tespit eder. Bunun haricinde cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Cumhurbaşkanının 146/1 Anayasayı ihlal suçu ile yargılanmasını (Yassıada’da) nasıl açıklayabilirsiniz?
İ. Giritli=Burada ihtilal kendi hukukunu yaratır prensibine geliyoruz. İhtilal 27 Mayıs’ta 1924 Anayasa düzenine son veriyor, bir geçici Anayasa getiriyor. Bu bir ihtilal anayasasıdır.
 N. Ilıcak=Vatana ihanetle Anayasayı ihlal suçunu nasıl bağdaştırıyor?
İ. Giritli=Geçici Anayasadan aldığı yetkiyle yapıyor bunu. Geçici Anayasa Cumhurbaşkanı Anayasayı ihlal suçundan yargılama yetkisini veriyor. Kendi ihtilalinin Anayasasına göre oluyor bu.
N. Ilıcak= Cumhurbaşkanının Anayasayı ihlal etmesi için kanun metnine göre cebir kullanması şart. Nerededir bu cebir unsuru? Celal Bayar bu cebir unsurunu nerede ve nasıl kullanmış?
 İ. Giritli= Önce sizinle bu konuda anlaşmamız lazım. Sizin bana sorduğunuz sorular 1924 Anayasasının normal düzeni içinde varit. 1924 Anayasasına göre fiili ve kanunsuz olur. Zaten ihtilal kanunsuzdur. 27 Mayıs kanunsuzdur, fakat meşrudur. Bir legalite vardır bir de legitimite, Kanuniyet ve meşruiyet. İhtilal esas itibariyle kanunsuz bir harekettir. Fakat meşru veya gayrimeşrudur. Yani 27 Mayıs hedefine ulaştığı ve kendisini tescil ettirdiği için meşrudur. Hem de 61 Anayasasını yaptığı için meşrudur. Ama kanunsuzdur. 27 Mayıs sabahı yapılan işlem kanunsuzdur.”
Koskoca Anayasa profesörü, 27 Mayıs kanunsuzdur ama meşrudur, diyor. Çünkü hedefine ulaşmış yani silah zoruyla devleti gasp etmiş ve böylece meşru olmuş. Diğer bir deyişle cunta devleti eline geçirmiş, silah onda, güç onda, kimse karşı gelemez. İşte 27 Mayıs’ınki böyle bir meşruiyet.
-27 Mayıs’ı gerçekleştiren cunta, yine akıl hocaları profesörler kurulunun önerisiyle Milli Birlik Komitesi adını verdikleri bir komite kurdu. Bu komite TBMM’nin tüm yetkilerine haiz, yani yasama, yürütme, yargı MBK’nin yetkisinde. Sıkıysa itiraz edin, anında işiniz biter. Bundan daha büyük bir kanunsuzluk olur mu? O tarihte Harp Okulu 2 sene, bu genç subaylar 2 senede ne öğrendiler de devleti idare edecekler.
-27 Mayısçıların korku dolu bir ruh hali ile çıkardıkları kanunsuz bir kanunda ‘Tedbirler Kanunu’dur. Bu kanuna göre, 27 Mayıs’ın aleyhinde ima ile bile olsa konuşmak, DP’yi ima ile bile olsa övmek 5 yıl hapis. Bu kanun 1969 yılına kadar hüküm sürdü. Dikkat edilecek olursa 27 Mayıs hakkında yazılan kitaplar, anılar 1970 ve sonrası tarihlidir. Sadece gazeteci Turhan Dilligil’in Yassıada Kumandanını anlattığı ‘Allahsız Gardiyan’ adlı kitabı vardır. Ama o kitap da metafor tekniği ile yazılmıştır.
-27 Mayısçıların ‘Tabii Senatörlük’ uygulaması da traji komik bir girişimdir. Darbeciler yeni Anayasaya koydukları bir madde ile kendilerini, yeniden seçilip seçilmeme olgusu olmadan, ömür boyu ‘Tabii Senatör’ ilan ettiler. Güzel maaşlarla ve bellerinde tabancaları ile Parlamentoya yerleştiler. 1980’de yine bir darbe sonucunda bu müessese ilga edilene kadar parlamentodaki saltanatlarını sürdürdüler. Hâlbuki 1974 yılında eski bir cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar’a da Tabii Senatörlük teklif edilmiştir. Ama rahmetli Bayar bir demokrasi dersi vererek, ‘ben ömrüm boyunca demokrasi için mücadele ettim, demokrasilerde tabii senatörlük yoktur’, demiş ve bu teklifi ret etmiştir.
-Birçok 27 Mayısçı darbelerinden bir süre sonra anılarını yazdılar. Anılarından öğrendiğimize göre, bu subaylar darbe hazırlıklarına 1955 yılında başlamışlar, Orhan Erkanlı. Hatta Binbaşı Muzaffer Karan, darbe hazırlıkları için 1954’den bahseder. Karan, 1954’den itibaren Bayar, Menderes ve ekibinin yanlış yola saptıklarını, siyasi ihtiraslarından başka bir şey düşünmediklerini ve Atatürk’e düşman olduklarını fark etmiş’ Gerçekten trajik-komik 1954 öyle bir yıl ki, genel seçimler yapılmış ve DP % 58,7 oy oranı ile Meclis sandalyelerinin yüzde doksanını almış, tarımda üretim patlaması var. 1950 öncesi ülkede açlık varken bu tarihte tarımda ihracata başlıyoruz. Ve bizim efendiler, bir takım paranoyalarla darbe hazırlıklarına başlıyorlar. Kanun için kanunsuz darbe hazırlıkları!
-Demokrat Partili milletvekili, bakan, dönemin bürokratlarının Yassıada’ya sevkiyatları tam bir felakettir. Demokrat Partililer ve DP’ye yakın olduğu düşünülen bürokrat, iş adamı, hatta asker; darbecilerin ve destekçilerinin oluşturduğu, alkol kokan ölüm koridorlarından tekme, sille, tokat, yumruk, tükürük, yerlerde sürükleme, kravatı ile boğmaya çalışma, hakaretler arasında geçmişlerdir. Anılardan öğrendiğimiz bu sahneler dayanılır gibi değildir. Hele Yassıada yaşantısı Nazileri aratmayacak zalimlikteki muhafız subayların eziyeti altında geçmiştir. Yassıada’da rahmetli babam dâhil 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Ölen herkese ya intihar ya kalp krizi raporu verilmiştir. Naaşlar yara bere içindedir. Yassıada’ya sevk edilmeden Ankara Harp Okulunda pencereden betona çakılan ve ölen Dahiliye Vekilimiz Namık Gedik için de intihar etti dediler. Ama kızı Ayla Gedik, ‘hayır döverek pencereden attılar’ diyor ve ekliyor. Naaşı bize gösterilmeden defin edildi diyor. Keza rahmetli babam İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay da adanın Bizanslardan kalma zindanına ağır şekilde dövülerek atılmış ve orada ölmüştür. Babam için de kalp krizi geçirdi dediler. Türk halkını temsil eden, seçilmiş Başvekil Adnan Menderes Yassıada’da dövülmüştür. Celal Bayar’ın avukatı Gültekin Başak’ın önünde cereyan eden olay bir insanlık dramıdır. Atatürk’ün iktisat vekili, başvekili, Türkiye Cumhuriyetinin 10 yıl cumhurbaşkanı Celal Bayar gördüğü aşağılayıcı muameleler sonunda intihar girişiminde bulunmuştur. Kıbrıs Barış Harekâtının yasal zeminini oluşturan, Türkiye’yi garantör yapan Londra ve Zurih anlaşmalarının mimarı Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu da Yassıada’da dövülmüştür. Maliye Bakanımız Hasan Polatkan’a düzmece Yassıada Mahkemelerinde savunması dahi yaptırılmamıştır. Celsenin son 10 dakikasında Baş yargıç Salim Başol Polatkan’ı çağırıyor ve kısa keserek savunmanı yap diyor. Polatkan celsenin bitimine 10 dakika var, hazırladığım savunmam için bu süre yetersiz deyince. Başol azarlar tondaki konuşmasıyla, ‘Sen zaten çok konuştun, kısa kes’ diyor. Polatkan, idamla yargılandığım bir davada savunmamı yapmayayım mı? Deyince. Başol, yapmazsan yapma, geç yerine diyor ve savunmayı yaptırmıyor.
Rahmetli Samet Ağaoğlu anılarında yazmış, ‘Yassıada’da yapılanlar Türk’ün Türk’e yapacağı iş değildir.’ Gerçekten düşman olsa bu kadarını yapmazdı. Yassıada Mahkemeleri kararları, İkinci Dünya Savaşında 50 milyon insanın ölümüne sebep olan Hitler ve arkadaşlarının yargılandığı Nürnberg mahkemelerinin kararlarını da geçmiştir. Nürnberg’de 12 idam, Yassıada’da 15 idam kararı verilmiştir. Müebbetler, idamlar dâhil kararlar, gerekçesiz sanıkların yüzlerine okunmuştur. Empati yapalım idama mahkûm olduğunuzu söylüyorlar fakat sebebini ve suçunuzu söylemiyorlar. 146/1 Anayasayı İhlal gibi muğlak, anlaşılmaz, yetersiz, geçiştirici bir ifade ile idama gidiyorsunuz.
Bu öyle bir mahkeme ki, hukuk skandallarıyla dolu! Diyorlar ki, Topkapı’da İnönü’yü öldürmek istediniz, niyetiniz buydu. Topkapı’da İnönü’nün arabasında bulunan Kasım Gülek, nümayişler vardı ama öldürmek gibi bir niyetleri olduğunu, elimi vicdanıma koyarak kabul edemem diyor. Bu sözler hiç fayda etmiyor. Menderes’in avukatı rahmetli Burhan Apaydın, ‘o halde İnönü’yü çağırıp kendisine soralım, diyor. Salim Başol’un cevabı, ‘İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti buraya çağırmak haddinize mi!’ Bu nasıl bir mahkemedir. Yassıada’da Demokrat Partilileri hukuksuzlukla, meşruluğunu yitirmekle suçlayan hâkimler, savcılar sürekli hukuksuzluk üstüne hukuksuzluk yapmışlardır. Devlet Bakanı Samet Ağaoğlu diyor ki, yıllarca bizimle beraber olan, birçok kararımıza bizimle birlikte imza atan Fethi Çelikbaş niye sanıklar arasında değil?’ Salim Başol’un ağzından kaçırdığı cevabı, Yassıada Mahkemelerinin karakterini açıkça ortaya koymuştur. Başol,
“Onu ben bilemem, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istemiş’
Baştan beri DP içinde bulunan Fethi Çelikbaş DP Hükümeti ile birlikte birçok kanuna imza atmış, ancak daha sonra DP’den ayrılmış Hürriyet Partisinin kurucularından olmuş, sonunda CHP’ye geçmiş bir siyasetçi.
Darbeye takaddüm eden günlerde Gürsel’in, Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdığı bir mektup var. Bu mektupta Gürsel bir takım önerilerde bulunuyor ve halkın Menderes’i sevdiğini ve onun cumhurbaşkanı olmasının hayırlı olacağından bahsediyor. Yassıada’da mahkemeler devam ederken Orgeneral Cemal Gürsel cumhurbaşkanı makamındadır., Burhan Apaydın Menderes’i kurtarma ihtimali olan Gürsel’in mektubunun mahkemede okunmasını istiyor. Olayı ben bizzat rahmetli Apaydından dinledim.
“Ben mektubun okunmasını talep edince, Menderes dışarı çıkarıldı ve hırpalanmış bir şekilde geri döndü. Söz aldı mektubun okunmasına karşı çıktı. Sonradan öğreniyorum ki, Menderes’e bu talepte ısrar ederseniz sende, avukatın da berhava olursunu, demişler”
Rahmetli Apaydın bu kelimenin üstüne basa basa 2-3 kere tekrarladı berhava. Sonradan Gürsel’in mektubu, Menderes için söylediği sözler çıkartılarak yayımlandı.
-İdama mahkûm ettikleri Menderes’e infazdan 4-5 saat önce anüsten prostat muayenesi (rektal tuşe) yapılması inanılır gibi değil. Bu uygulamanın tek sebebi olabilir, o da Menderes’i aşağılamaya devam. Bu muayeneyi odadaki ses kayıtlarının satılması ve Nazlı Ilıcak tarafından alınması sayesinde öğreniyoruz. Darbeciler Yassıada’da DP’lilerle ilgili çekebildikleri resimleri gazetecilere yüklü bir para karşılığı satmışlardır. İşte bu bakımdan 27 Mayısçı cunta bir çetedir diyoruz. Zaten TDK sözlüğünde cuntanın karşılığı çetedir.
Menderes’i silah zoruyla Yassıada’ya tıkıyorlar, ağır zulüm yapıyorlar, düzmece bir mahkemede göye yargılıyorlar ve İmralı adasında asarak öldürüyorlar. Sonra da evine icra memuru gönderiyorlar. İp parası, kefen parası, Yassıada’da yenen yemeklerin parası ve cellat parasını icra kağıdı ile istiyorlar ve rahmetli Aydın Menderes’ten alıyorlar. İmralı hapishane müdürü Ahmet Acarol, İmralı belgeselinde anlatıyor.
‘En son infaz edildikten sonra Menderes’in naaşını ben gördüm, yani yıkanıp kefenlenirken başındaydım. Göğsünde bir değil, iki değil 5 değil birçok kabuk bağlamış yara vardı. Vücudunda sigara söndürmüşler.’
Rahmetli Acarol’un, yemin ederek anlattığı bu ifadelerini kendi sesinden, görüntülü youtube da bulabilirsiniz (İmralı Belgeseli).
27 Mayıs Darbesi, Yassıada zulmü, işkenceler, zindanda ölümler, infazlar yani cinayetler ne yazık ki, cezasız kalmıştır. 27 Mayıs yargılanmalıdır. Bunu asla kin, hınç ve öfke ile söylemiyorum, adalet için söylüyorum. İlahi Adalet çok şükür tecelli ediyor. Ama dünyadaki adaletin de tecelli etmesi lazım diye düşünüyorum. Hepsinden önemlisi ibret alınmasıdır. Çünkü 27 Mayıs Darbesi her yönüyle ülkemize büyük zararlar verdi. 1961 Anayasası derler. Bu Anayasa ülkemizin iyice karışmasına sebep olmuştur. İşçiler grev üstüne grev yapmışlar, sokaklara dökülmüşler, anarşi yaratmışlar ve ülke 9 Mart Cuntası, ardından 1 Mart Muhtırasına, oradan da 12 Eylül Darbesine sürüklenmiştir. Yine 27 Mayıs tortu olarak siyasal yaşamımızda, sandıktan ümidi olmayanlar için, askeri kullanarak, sokak olayları yaratarak iktidara gelme yolları arama yozlaşmasını bazı kafalara sokmuştur. Yani sandık dışı çarelerle iktidara gelme yollarını arama yozlaşması. Küçüğün büyüne başkaldırması yozlaşması da 27 Mayıs ile ortaya çıkmıştır. Zira 27 Mayıs da ast üstünü hırpalamıştır, teğmenler, yüzbaşılar, binbaşılar; komutanlarını, Genel Kurmay Başkanını (Orgeneral Rüştü Erdelhun) ite kaka, tutuklayıp Yassıada’ya tıkmışlardır. Hepsinden beteri 27 Mayıs’tan sonra ülkemizde darbeler silsilesi başlamıştır. Hedefine ulaşan veya ulaşamayan 10’dan fazla darbe ve girişimi vardır. Siyasi liderlerimiz, 27 Mayıs’ın etkisiyle uzun zaman komutanların onaylamadığı hiçbir işi yapamadılar. Geçen sürede, örneğin bir kanun çıkacakken eğer bir kuvvet komutanı veya Genel Kurmay Başkanı aba altından sopa gösterirse, gözlerinin önünden ipte sallanan Menderes ve arkadaşlarının görüntüsü gitmemiş olan siyasiler derhal vaz geçiyor, şapkasını alıp gidiyorlardı. Yani 27 Mayıs askeri siyasete çekmiştir. Hâlbuki siyaset askerlikten bambaşka bir iştir. Kışlaya, camiye ve üniversiteye siyaset girmemelidir. Babalarımız, amcalarımız, kardeşlerimiz, çocuklarımızdan meydana gelen ordumuzun itibari, gücü kuvveti, caydırıcılığı, yaşamakta olduğumuz kritik jeopolitik bölgede son derece önemlidir. Siyaset orduyu yıpratır.
Demokrasimizi tahrip eden, insan haklarını hiçe sayan, seçilmişlerden meydana gelen TBMM’nin kapısına kilit vuran 27 Mayıs’ı bayram ilan ettiler. Adı da ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramı’ oldu.      
Hayatta olan bazı 27 Mayısçı subayların hala kahraman devrimciler gibi dolaştıklarını üzüntüyle duyuyorum. 15 Temmuz Darbecileri eğer muvaffak olsalardı.  Öldürdükleri 249 vatandaşımıza daha birçok ilave olacaktı. Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, düşman addettikleri devlet adamı, işadamı, bürokrat, gazeteci birçok kişiyi öldürmek için kanunlar ihdas edecekler, belki Anayasayı değiştirecekler, yani kitabına uyduracaklar ve meşrulaşmaya çalışacaklardı. 27 Mayısçılar da böyle meşrulaşmaya çalışmadı mı? 27 Mayısçılar okul ders kitaplarına, kendilerini öven, haklı çıkaran, meşrulaştıran, buna karşılık DP, Bayar ve Menderes’i kötüleyen, hain, hırsız ilan eden konuları ders olarak soktular. Bu dersler 1980 darbesine kadar 20 sene okutuldu ve bir neslin beyni yıkanmaya çalışıldı. Hala bu derslerin etkisinde olan rahmetli Menderes’i, Bayar’ı kötü zanneden, DP’yi ülkeye zarar vermiş bir parti olarak gören insanlar vardır. Çocuk yaşta kafalara sokulan bilgiler çok etkili olur. Örneğin bu gün yurt dışına kaçmış olan ve yargılanmak için ülkeye dönmeyen Can Dündar Mustafa Kemal’in anlatıldığı bir ‘Mustafa Belgeseli’ yapıyor. 1932’den sonra sürekli Atatürk’ün yanında olan, Atatürk’ün İktisat Vekili, Başvekili Celal Bayar’ın belgeselde bir tek görüntüsü yok ve adı geçmiyor. Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk Başvekil İsmet İnönü’yü görevden alıyor ve yerine Celal Bayar’ı geçiriyor ve çok da memnundur. Bir plak var, bir yemekte Atatürk kendi sesinden Bayar’ı övmektedir. Yine televizyonlarda bir süre önce Anadolu Sigortanın görüntülü reklamı yayımlanıyordu. Ama Celal Bayar’ın yine adı geçmiyor. Hâlbuki Bayar, İş Bankasının, Anadolu Sigortanın kurucusudur. İşte bütün bunlar o 20 senelik propagandanın etkisidir. 
Geçen sürede Devletimiz Anıt Mezarları yaptı, Demokrat Partililer için iade-i itibar yapıldı, çok şükür. Ama 27 Mayıs bütünüyle, aktörleriyle masa yatırılıp, yargılanmadı. Sayın Nimet Baş’ın yönettiği Meclis İnsan Hakları Komisyonunun bir çalışması oldu. Ama bizi dinlemediler bile. Sonuç raporunu okudum ve üzüldüm..
Şunu unutmayalım ki, insan haklarında zaman aşımı yoktur. Gıyabında da olsa 27 Mayıs yargılaması yapılabilir.
Hasan Emre Oktay, Mayıs 2017 Fenerbahçe 

13 Mayıs 2017 Cumartesi

“VE EMRUHUM ŞÛRÂ BEYNEHUM”... Atatürk'ün soyağacı Tuncay DEĞİŞ

“VE EMRUHUM ŞÛRÂ BEYNEHUM”... 
Atatürk'ün soyağacı
Tuncay DEĞİŞ (tuncay degis <tdegis69@yahoo.com>)
Atatürk kimin çocuğu?
“Lütfen sonuna kadar okuyun...”
Vasilis Dimitriadis, 1955-1984 yılları arasında Selanik’te bulunan Makedonya Devlet Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi’nden emekli olmuş 86 yaşında bir tarih profesörü.
2010 yılında 80 yaşındayken Yunanistan’daki arşivleri didik didik tarayarak yazdığı “Bir Evin Hikâyesi; Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler” adlı çalışması Türk Tarih Kurumu tarafından altı yıl sonra basıldı. Aslında 6 yıllık bir gecikmeyle basıldı demek daha doğru.
Çünkü, Dimitriadis 2010 yılında kitabını yazdıktan sonra Selanik’teki Türkiye Konsolosluğu’na teslim etmiş, konsolosluk kitabı ve belgelerin yer aldığı cd’leri Dışişleri Bakanlığı’na, onlar da Türk Tarih Kurumu’na göndermiş. Kitap tarih kurumunun bilirkişileri, çevirmenler, sebebi belirsiz düzeltme talepleri ile altı yıl bekledikten sonra nihayet geçen yıl yayınlanabildi.
Gecikmenin sebebi meçhul. Ama üzerine az şey yazılmış bu kitap sayesinde ilk defa Atatürk hakkında “1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi’den” daha fazla şey biliyoruz artık.
Profesör Dimitriadis, Selanik Ahmed Subaşı Mahallesi Numan Paşa Sokak No: 6’daki meşhur Pembe Ev’in arşivlerde izini sürerken sadece evle ilgili değil, Atatürk ve ailesi hakkında da ilk defa ortaya çıkan ve bugüne kadarki pek çok şehir efsanesini bitirecek belgelere ulaşmış.
Öncelikle bugün Selanik’te hâlâ Atatürk’ün doğduğu ev olarak ziyaret edilen ama bazı yerlerde “aslında o Atatürk’ün evi değil, sonradan ona yakıştırılmış” denen ev gerçekten Mustafa Kemal’in doğduğu ev.
Evin bulunduğu semt Selanik’te Türklerin yaşadığı Bayır adı verilen bölge. Semtin adı Rumeli Beylerbeyi Koca Rasim Paşa’nın yaptırdığı camiden geliyor. Evin bulunduğu bölgede oturan erkekler genelde kereste işiyle meşguldüler.
Bu erkeklerden birinin adını iyi biliyoruz; Ali Rıza Efendi. Çocukluğumuzda okul köşelerindeki tek kare resmi dışında ilk defa bu kitapla Ali Rıza Efendi’yi biraz daha yakından tanımış oluyoruz. Kitaptaki emlak kayıtlarına göre onun da mesleği “Keresteci”. Ama daha ilginci kayıtlarda ilk kez Ali Rıza Efendi’nin 18. yüzyıla kadar uzanan şeceresi yer almakta. Şecereye göre Ali Rıza Efendi’nin babasının, yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı Ahmed. Ali Rıza Efendi’nin büyük babasının adı ise Mustafa. Yani Mustafa Kemal’e dedesinin adı verilmiş.
Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ı da daha yakından tanımamızı sağlayan bilgiler var.
Zübeyde Hanım’ın ailesi o çağa göre nadir olan kadınların iyi eğitim aldıkları bir aile. Babasının adı Ömer, eşinin adı Halil olan büyükannesi Emine, “Molla” sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat. Teyzesi Fatma da “Molla” olarak geçiyor. Zübeyde Hanım’ın annesinin yani Mustafa Kemal’in anneannesinin adı Ayşe, babasının yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı ise Feyzullah (Onun babasının adı da İbrahim)
Zübeyde Hanım’ın meşhur kargaların kovalandığı çiftlik hikâyesinde geçen kardeşi, yani Mustafa Kemal’in dayısının adı ise Hüseyin Ağa. 1899’dan önce öldüğü dışında hakkında fazla bilgi yok…
Farsça “kasımpatı” anlamına gelen çok sık kullanılmayan bir isme sahip olan Zübeyde Hanım’ın belgelerde şahsi mührü de var. Mühürde “cüllat-i güldar-i Zübeyde” yazılı. Yani “İçinde kasımpatı çiçekleri olan palmiye yapraklarından yapılmış sepet.”
Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Pembe Ev’in ilk sahibi Ferhad oğlu İskender’dir. Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından 52/72’lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza’ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ın eşinin adıyla değil de babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki nişanlı olmaları ya da kayıtlarla ilgili bir sorun olabilir. Ama 1878’de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş. Belediyeden bir mimarın gelip ölçülerini aldığını yine kitaptaki emlak kayıtlarından öğrendiğimiz ev, dokuz oda bir mutfaktan oluşan büyük bir konak ve 341 m2’lik bir arsa üzerine kurulu. Üç yıl sonra 1881’de bu evde Mustafa dünyaya gelecek ve sekiz yıl bu evde yaşayacaktır.
Yine kayıtlardan Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın evlerinin hemen yanında beş odalı başka bir ev daha inşa ettirdiklerini de öğreniyoruz. Hatta bu mülkleri daha sonra aralarında paylaştırmışlar ama paylarını ortak kullanmaya devam etmişler. Ta ki 1887’ye kadar...
1887 yılında yani Mustafa Kemal 6 yaşındayken Ali Rıza Efendi hayatını kaybeder. Tam ölüm tarihi ve ölüm nedeni kayıtlarda mevcut değil ama mirasının “şeri mahkeme” tarafından tasdik edildiği 13 Nisan 1877’den önce vefat ettiği kesin. Keresteci Ali Rıza Efendi’nin mirası eşi, oğlu Mustafa ve kızları Makbule ile Naciye arasında bölüştürülmüş. Atatürk’ün az bilinen kız kardeşi Naciye’nin adı ise en son Ocak/Şubat 1888’de emlak kayıtlarında geçmiş. Kitaba göre muhtemelen bundan kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş.
Ali Rıza Bey’den kalan miras ailenin o günlerde maddi olarak zor günler geçirdiğini gösteriyor. Defni için 500 kuruş harcanan Ali Rıza Efendi’den Zübeyde Hanım’a 751 kuruş, oğlu Mustafa’ya mirasın yüzde 44’ü olan 1.929 kuruş ve iki kızına da 964’er kuruş kalmış. Tabii bir de ederi 35.010 kuruş olan bir ev. Ama kayıtlarda Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki “Stambul Çarşısı” esnaflarından Nuri Efendi’ye 28.800 kuruş borcu olduğu görülmekteydi. Nuri Efendi mahkemeye başvurarak Ali Rıza Efendi’nin, borca karşılık evini rehin olarak verdiğini iddia eder ve Pembe Köşk’ü ister. Mahkemede Zübeyde Hanım bu borcu inkâr eder. Mahkeme kayıtlarındaki belgede Nuri Efendi’nin bariz şekilde sarhoş olduğu ve mahkemeye sunduğu belgenin bağlayıcı olmadığı yazmaktadır. Sonunda mahkeme evin Zübeyde Hanım’da kalmasına karar verir. Ama Zübeyde Hanım eşinin vefatından kısa bir süre sonra küçük evi satar, büyük evi de rehin vererek Mustafa ve Makbule’yi yanına alıp Selanik yakınlarındaki Langaza’daki ağabeyi Hüseyin Ağa’nın yanına taşınır. Ama Mustafa’nın iyi bir eğitim sürmesini isteyen Zübeyde Hanım, onu yine Selanik’teki evlerine yakın teyzesi Fatma Molla’nın yanına gönderir. 1899’da annesi vefat eden Zübeyde Hanım’a teyzesinin oturduğu bu ev miras kalır. Ardından daha küçük bir eve geçerler, 1906’da aile tekrar Pembe Köşk’e döner. Bu arada 1908’de artık bir subay olan Mustafa Kemal’in de aynı mahalleden iki ev aldığını öğreniyoruz. İlginç detaylardan biri de Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Abbas. Günün sonunda Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım, üç evini bırakarak İstanbul’a gidiyor. Ama ikinci eşi Ragıp Abbas Selanik’te kalıyor. Evlerin mülkiyeti için dava açıyor ama kaybediyor. Evler önce terk edilmiş mallar olarak tescilleniyor, sonra başkalarına satılıyor. 1933 yılında Selanik Belediye Meclisi Pembe Evi satın alarak Atatürk’e hediye ediyor. Aslında satın aldıkları evin Zübeyde Hanım’ın mülkü olduğunu bilmeden... Kitap bir polisiye gibi bu evlerin izini sürüyor. Ama bence en dikkat çekici yeri Ali Rıza Efendi’nin mirasında bir miktar parası ve ev dışında sıralanan kalemler:
45 kuruş değerinde 6 sof ceket ve bir yelek
20 kuruş değerinde 1 köhne pantol
40 kuruş değerinde 1 palto
20 kuruş değerinde 1 sandık
5 kuruş değerinde Lügat-i Osmani
10 kuruş değerinde Miftah’ul Kulub
Mirastaki son maddede duralım. Miftah’ul Kulub yani “Kalplerin Anahtarı”, Abdülkadir Geylani’nin 15. göbekten torunu Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi’nin (1801-1863) yazdığı hâlâ daha basılan ehl-i tariklerin en çok rağbet ettiği, tarikat yoluna girenlere okutulan popüler kitaplardan biri.
Şöyle başlıyor:
“Bu eserin derlenip yazılmasına kalkmaya ve başlamaya sebep olan durum şudur: Hicrî 1259 (M. 1843) yılı rebiülâhir ayında, kendi hücremizde teveccüh halindeydik. Bu hâlde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın Sultanı Evliyanın Asfiyanın Müttakilerin Baş Tacı Efendimiz Hazretleri zuhur etti. Allah, ona. salât ve selâm eylesin.
Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet, lütuf ile şöyle buyurdu:
-Nuri, evlâdım, vakitler bir başka oldu. Âşık, sadık, mana yüzünü görmeyi isteyen ümmetlerim; esenlikle yollarını bulup hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar.
Sofilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek, yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin. Zira, bir alay kimseler vardır ki; ehlullah kisvesini giymiş, kemer bağlamış, başına taç giymiş, şeriatıma da itibar etmemiş durumdadır. Geçen hâlinden ve tecellisinden söz ederek; ehlullahın yazdıkları risalelerden ve şiirlerden ezberleyip meclis meclis gezip o hâllerden dem vururlar...”
Mirasında çocuklarına bir Osmanlıca sözlükle birlikte bu kitabı bırakan keresteci Ali Rıza Efendi’nin de ehl-i tarik olduğunu (Kadiri ya da Nakşi) tahmin edebiliriz. Mustafa Kemal ise 1925 yılında bu kitabı okuyanların tekke ve zaviyelerini kapatmıştı. Muhtemelen bu kitap da uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer aldı. Bu başlangıcı yüzünden çokça eleştirilen kitabın ancak 1976 yılında Latin harfleriyle basılması bunu gösteriyor. Yine de emin değiliz.
Babasından miras kalan kitap hâlâ kütüphanesinde mi diye merak edip Anıtkabir sitesindeki Atatürk’ün kitapları bölümüne bakarsanız, benim gibi bulamayabilirsiniz. Belki de depodadır.
Ama Vasilis Dimitriadis’in “Bir Evin Hikâyesi” muhakkak kitaplığınızda olmalı. Kitabı okurken, borç içindeki keresteci babasından az bir parayla birlikte bir tasavvuf kitabı miras kalmış, dedesi Mustafa’nın adını taşıyan, iyi bir dinî eğitim almış güçlü bir annenin himayesinde yetişmiş Mustafa Kemal’in şahsında bütün bir 200 yıllık sorunlar, travmalar gözlerinizin önünden geçiyor. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açarken arkasındaki levhada Şûrâ suresinin 38. âyeti asılıydı:
“Ve emruhum şûrâ beynehum”...  
(..İşleri de aralarında şûra iledir;..)
Orada emredildiği gibi işlerimizi hâlâ istişare ile yürütmeye, daha çok konuşmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyaç var. Çünkü ortak bir hikâyenin çocuklarıyız...