18 Ağustos 2012 Cumartesi

iki önemli mesele: Dinayet ve İktisat!..

T.C. DİYANET İŞLERİ HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
            Süratle paralize olan, İnsan Hakları, Adalet Ahlâkı ve Hukuk yönünden sürekli değer kaybeden bir toplum için; En önemli ve en stratejik kurum şüphesiz (din öğreticisi anlamına gelen diyanet değil) DİNAYET; Din ve Âyet İşleri Başkanlığı’dır..
            OLANIN ÖZÜNE VE TARİHİNE BİR BAKALIM:
Osmanlı Devleti’nde “Din ve Ayet İşleri” bütün İslâm ülkeleri ile bünyede mukim Yahudi ve Hıristiyan mezheplerinin tamamını kapsayacak biçimde; “Din İşleri Meşihat Makamlığı'nca”, Devlet Başkanı olan Halife adına Şeyhülislam eliyle yürütülürdü.
1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümetinde Meşihat, "Şer'iye ve Evkaf Vekâleti" adıyla “müstakil bir bakanlık" olarak yapılandırıldı. Henüz Halifelik Kurumu devam etmekte idi. Lozan sonuçlanıncaya (1924) kadar bu statü aynen devam ettirildi.
            24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşmasının tamamlanıp, imzalanmasından sonra; İlgili karar ve hükümler istikametinde, azınlıklar dâhil bütün din teşkilâtı yeniden yapılandırıldı ve “Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle” 03 Mart 1924 tarihinde, müstakil Şer'iye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ilga edilerek yerine; 429 sayılı Kanunla, Başbakanlık bütçesine dahil ve doğrudan Başbakanlığa bağlı “Dinayet İşleri Reisliği”, bugünkü adıyla “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. 
Ayrıca, velev ki saltanat ve halifelik iddiasında bulunmasından diye; Aynı kanunla hem Halifelik, “TBMM Şahsiyeti Maneviyesinde Mündemiç Olmak Kaydı Şartı” ile Hanedan elinde alındı. 5 Mart 1924 sabahı ise son Halife Abdülmecit Efendi ve ailesi; Bütün malları müsadere edilerek, yurt dışına sürgün edildiler….    
            İLK DİNAYET İŞLERİ BAŞKANI
Millî Mücadele yıllarında büyük hizmetler vermiş, idarî tecrübesi olan ve uzun zaman Ankara Müftülüğü görevinde bulunan Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, 1 Nisan 1924 günü Dinayet İşleri Reisliğine getirildi. Kendisine en yüksek devlet memuru maaşı bağlandı. Diğer bakanlara verilen “kırmızı plakalı bir makam aracı” tahsis edildi ve protokoldeki yeri bu usul, esas ve sıraya göre belirlendi.
GÜÇLÜ YAPILANMA, ETKİN KARAR MERCİİ
Dinayet İşleri’nin merkez teşkilatı, kuruluşunun ilk yıllarında Heyeti Müşavere (Danışma Kurulu), Memurin ve Sicil Müdüriyeti, Müessesatı Diniye Müdüriyeti, Evrak Müdüriyeti ve Levazım Müdüriyeti birimlerinden oluşturulmuştur. 1927 yılında Tetkiki Mesahif Reisliği (Mushafları İnceleme Kurulu) ile Teberrukât Heyeti Reisliği (Teberruları, bağışları Denetleme Kurulu) birimleri kurulmuştur.  
Mustafa Kemal Atatürk’ün öldürülmesinden sonra; 5 Temmuz 1939 tarihinde kabul edilen 3665 sayılı kanunla bir Reis Muavini kadrosu ihdas edildi. 4 Haziran 1935’de kabul edilerek 22 Haziran 1935 'de yürürlüğe giren 2800 Sayılı "Diyanet (!) İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun", Başkanlığın ilk teşkilat kanunu olmuştur.
ATATÜRK’DEN, MENDERES’E…
2800 sayılı kanunla teşkilat yapısı, kadro oluşumu, merkez ve taşra görevlilerinin nitelik ve tayin usulleri gösterilmiş; Teşkilatın görevleri ise bahusus kanunun 2. maddesi gereğince düzenlenen ve 11 Kasım 1937 tarih ve 7647 sayılı kararname ile yürürlüğe konan "Diyanet İşleri Reisliği Teşkilatı'nın Vazifelerini Gösterir Nizamname’de belirtilmiştir.
1939-1950 döneminde yaşanan elim vukuatlar, men ve müdahaleler hariç olmak üzere, 1927 yılında oluşturulan yapı, 1950 yılına kadar değiştirilmemiştir denilebilir. 20 Nisan 1950 tarihinde; DP’nin ısrarlı talepleri karşısında iktidarca yürürlüğe konulan 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir. Buna göre: 2. başkan yardımcılığı ihdas edilmiş, ‘hayrat hademesi’ ve ‘yayın müdürlükleri’ adı ile 2 yeni müdürlük daha kurulmuş; İlk kez "Gezici Vaizlik" ihdas edilerek vaizler kadroya alınmıştır.
Son olarak: 1951’de, ‘Dini Yayınlar Döner Sermaye Saymanlığı’ kurulmuştur. (1)
***
GAYYA ÇUKURUNDA ÇÜRÜTÜLMEK!..
Mustafa Nevruz SINACI
1961 Anayasası; 154. Maddesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı'nı “sıradan” bir Anayasa kurumu olarak düzenledi. Genel idare içine aktardığı kurumun, özel kanunla belirlenen bazı görevleri yerine getirmesi öngörüldü!... Kökten intikal geleneksel uygulamaların tamamı ile kuruma özellik ve ayrıcalık tanıyan bütün mevzuat işlemez hale getirildi.
SONRA OYUN ÜSTÜNE OYUN,
TUZAK ÜSTÜNE TUZAK:
Tam bir danışıklı döğüş olarak cereyan eden şu sürece bir bakın:
“1961 Anayasasının öngördüğü doğrultuda 22.06.1965 tarih ve 633 sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" ile Başkanlık yeni bir düzenlemeye kavuşturuldu. Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Teşkilatına bugünkü organik yapısını kazandıran ve Diyanetin tarihi gelişimi içerisinde yeni bir dönemi başlatan da bu kanun olmuştur. 30.04.1979 tarihinde yürürlüğe giren 26.04.1976 tarih ve 1982 sayılı Kanunla, 633 Sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun"da geniş çapta değişiklik yapıldı ve Diyanet İşleri Başkanlığının yurtdışında da teşkilatlanması sağlandı.
Ancak bu Kanun, Anayasa Mahkemesi'nin 18.02.1979 tarih ve E.1979/25,K.1979/46 sayılı kararı ile iptal edildi. İptal sonucu, 633 sayılı Kanunun 1982 sayılı Kanunla değiştirilen maddeleri yürürlükten kalktı. Ayrıca, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnameler, 633 sayılı Kanunun bazı maddelerini hükümsüz kıldı.”
NİHAYET BİR NEFES GİBİ!....  
Ancak 1.7.2010 tarihinde TBMM'de kabul edilen 6002 sayılı yasa ile öncelikle, sözde iptalden doğan boşluğun giderilmesi amaçlanırken; aynı zamanda, toplumumuz açısından son derece önemli görevleri yerine getiren Diyanet İşleri Başkanlığının teşkilat yapısının çağın gerekleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi olduğu açıklandı.
BÜYÜK BİR GAFLET, HIYANET VE BELÂDA TEKERRÜR!..
Halka gösterilen “parlak fotoğraf ve aydınlık gelecek vaadinin fütursuz bir yalanı ve dini siyasete alet yatırımı” olduğu çok çabuk çıktı ortaya. Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerine bine yakın mele ataması yapıldı. Meleler, imam ve Kur'an öğreticisi olarak görev yapacak. Mele açılımı böylece hayata geçirildi. Bin mele ataması yapıldı. Mele Kürtçe bir kelime, Türkçeye ‘imam’ olarak çevriliyor. Aynı zamanda 'molla' kelimesinin de eşanlamlısı olarak kabul ediliyor. Doğu ve Güneydoğu’da varlığını koruyan medreselerde yetişiyorlar…
1961 Anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alarak özel kanununda kaim görevleri yerine getireceği hüküm altına alınmıştır..1982 Anayasasının 136. maddesi ise: “Diyanet İşleri Başkanlığı, genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olup, 'laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmekle yükümlüdür.” Biçiminde, çok ileri, açık ve makul hükümler içerir niteliktedir.
İlgili kanunda da bu görevler, 'İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, Din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek' şeklinde belirlenmiş olmakla; Atatürk zamanında çok geniş bir çerçevede uygulanan ve acı kaybından sonra (Vahşi Batı’nın misyonerlik faaliyetlerine benzetilerek) tedricen hayattan ve yürürlükten kaldırılmıştır. Başkanlığın görevlerini yerine getirirken uyması gereken kıstaslar da ayrıca belirtilmiştir. 
Kuruluşundan bugüne kadar gerek yurtiçindeki, gerekse yurtdışındaki vatandaş, soydaş ve dindaşlarımıza din hizmeti vermekte olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasada belirtilen ilkeler doğrultusunda üzerine düşen görevleri yerine getirebilmek ve daha iyi bir hizmet sunabilmek için yoğun çalışma içerisinde gözlenmektedir.
Bundan sonra: Diyanet hangi mason ve veledi zinalara bağlandı? Daha neler neler!...
Umarım bundan böyle de bu yöndeki çaba ve gayretleri, artarak devam edecektir. (2)
***
DİYANET “SORUMLUDUR” SORUN ÇÖZMEZ
Mustafa Nevruz SINACI
            Mevcut haliyle Diyanet işleri başkanlığı; Objektif ve reel olarak ‘Din, ibadet ve vicdan hürriyeti’ bağlamında: ‘İnsanların istedikleri gibi inanma ve inandıkları gibi yaşama’ hürriyeti demek olan ‘lâiklik’ ikileminde bile atıl, aciz, güçsüz, etkisiz ve pasif olduğu gözlenmektedir.
            Üstelik çok garip; Bütün kapitalist-emperyalist, insanlık düşmanı sapkın hırsız, bedevi (medeni olmayan) ülkelerin tamamına yakını din devleti olup; Şeriatla yönetilirken; TC dâhil sözde medeni İslâm ülkelerinin hiçbirinde “şerait” (evrensel hukuk) ve hak yönetimi yoktur.
En başta mason/ate unsurları, kök faktör Yahudiler ve diğer gayrimüslimler ile fanatik paganlar “İslâmi ve İnsanî yönetim” olgusuna şiddetle karşı çıkıyorlar. Muhtemel bir İslâmi Yönetim modelinin hayata geçmesi ihtimaline karşı her türlü önleyici karşı tedbiri alıyorlar. 
            Bu uğurda NBC, hatta konvansiyonel savaştan kaçınılmıyor. El Kaide, El Saddam, Wel Eset, Min_el Suud, Al Çrna Ruka, Megalo İdea, Çetnik ve menfur Asala eşkıyaları nam terör ve tedhiş örgütlerini kurdular. İnsanlık dışı yöntemlerle NATO ve BM’i kullanarak bu lânetli lâğım çukurlarını idare, idame, ikame ve finanse edip, daimi lojistik destekle; nihayet pis, iğrenç ve menfur emelleri uğruna ‘vahşi yaratık’ kullanmaktan utanmıyor, imtina etmiyor ve çekinmiyorlar. Üstelik insan hakları ve adalet havarisi gibi dolaşan da bu melânetlerdir.
            Şu anda, haksız yere potansiyel “fundamentalist” ve “cihat” yanlısı olarak suçlanan bütün İslâm ülkelerinde kargaşa ve iç savaş var. Srebrenica’da nasıl Müslüman katliam ve soykırımlarını BM yaptı ise, şimdi Nyanmar ve Suriye’de de aynısını yapıyor. Yaklaşık 10 gün süren Şemdinli kalkışmasında BM ve NATO teyakkuz halinde idi. Niçin? Ola ki Asala bir bayrak diksin de, hemen anında duruma el koyalım diye!.. 
Böyle bir durumda itham, tahrik ve taciz olunan İslâm... Oysa köktendincilik adını verdikleri, esasta kendilerine ait bu akım, özellikle masonlar, Musevilik ve Hıristiyanlığa özgüdür. Zira tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar Engizisyon Mahkemeleri, kitle imha fırınları ve ölüm çukurları kurmamıştır. Bu cihetle, velev ki Türk Milleti ve İslâm ümmetine katliam, soykırım ve zorunlu göç gibi yalan ve iftiralar, tefrika isnad edenler; Kesinlikle ajan provakatör, dönme-devşirme, kripto, veled-i zina yahut bedhah türü maniple haymatloslardır.    
            İşte bu bir sahtekârlık, hukuk-u düvel ihlâli ve Müslümanların hakkını alenen gasp, irtikap, insan hakları, adalet ve hukuk düşmanlığı; Dahası tam bir despotluktur. Zira başta Amerika ve İsrail olmak üzere, sözde İslâm ülkeleri dışında kalan ve pagan-İsevi-Musevi düzleminde yer alan “mafya ve çete” organizasyonlarının % 95’i şeriatla yönetilmektedir.
            LOZAN ENGELİ
            İlk Dinayet Teşkilâtı Lozan öncesi çok güçlü, alanında hâkim ve doğrudan başvekâlete bağlı “özerk bir kurum olarak”, bizzat Mustafa Kemâl tarafından teşekkül ettirilmiş iken; 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşmasından sonra; (!) 3 Mart 1924 tarihinde cebren, baskı, dayatma ve hile ile tenzil operasyonuna maruz kalmıştır. Lozan antlaşmasını müteakip restore edilmesinin nedeni: Başta İngilizler ve ABD olmak üzere, bütün galiplerin “Yeni kurulacak TC, kesinlikle halifeliği ilga etmeli ve bir ikame teşkilât dahi kurmaya teşebbüs edememelidir.” Biçimindeki kâfirlikten gelen inat ve düşmanca tavır yüzündendir.
Zaten, malum ve meşhur “şark raporu’nun” amacı da bu idi. İslâm’ı ilga!...
            Diyanetin bakiyesi de, zaten Atatürk sâyesinde mümkün ve kabil olabilmiştir. 
            Kaldı ki, azınlık Kiliseleri ve Yahudi Havralarının statüsü bile Lozan’da belirlendi.
            PREMATÜRE DOĞUM
            Hal böyle olunca; Bu elbette bir prematüre doğum veya daha açık bir anlatımla daha yürümeye bile başlamadan, alçakça bir saldırıya maruz kalmaktır. Dinayet İşleri Başkanlığı (ilk adı), Lozan’la dizayn edilen yeni din hayatı içinde “mümkün olan en iyi biçimde” teşkil edildi, teşkilâtlandı ve işlevini; Atatürk döneminde mükemmel bir surette yerine getirdi. (BAK: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-8221.aspx )
                Fakat, Atatürk’ün katledilmesinden itibaren, hiçbir şey eskisi gibi olmadı!... (3)
            ***     
YOKSA ALÇAKÇA BİR İŞTİRAK
VEYA İSLÂM’A İHANET Mİ?..
Mustafa Nevruz SINACI
            Hani kinayeten cahil, gafil veya angaje bir kesim “dinler arası diyalog” diye menfur bir furya başlattı. Böylece, öncelikle Kur-an’ı Kerim, Cenab-ı Peygamber, bilumum Hadis-i Şerif, İcma, İctihat ve Kıyas-ı Fukaha bir kenara atılıp; Ashab-ı Kiram, Ashap-ı Güzin, Evlâd-ı Resul ve Asr-ı Sâadet imamlarının “arı-duru, saf ve samimi İslâm’ı” yok sayılıverdi.
            Eş zamanlarda Âl-i İmran Suresi 19 âyet hutbelerden kaldırıldı.  
            Rabbin, kul hakkı dâhil, af ve mağfiret kapılarının tümüyle açık olduğu yalanı yayıldı.
            Akabinde Vahhabilik benzeri bir “light/yumuşak” İslâm akımı aldı yürüdü.
            Tabii Amerika bu ara “Furkan” adlı, sözde hakiki Kur-an’ı piyasaya sürdü…
            Diğer taraftan AB müktesebatına göre misyonerlik, yasal güvence altına alınıp serbest bırakılırken; Başta Avrupa olmak üzere, dünyanın her tarafında “irşâd” faaliyetlerine despotik önlemler getirildi. AB’de, özel konut dışında Türkçe konuşmak men edildi. Camilere ‘minare’ yapma yasağı katılaştırılırken, minareden “hoparlörle ezan okumak” bütün Vahşi Batı ve eski SSCB hinterlandında Azerbaycan ve Bosna Hersek dâhil “şerefsizce ve soysuzca” yasaklandı.
            Bunların hiçbirine diyanet kurumu karşı çıkamadı veya çıkmadı.
            Diyanet, bir defa bile; “AB’ye karşıyız” diyebilme yürekliliğini gösteremedi!..
            Birilerinin; Özellikle İslâm’a ve insan’a mutlak aykırı olmasına; Dahası binlerce akıl, ilim, hukuk, ahlâk ve egemenliğe aykırı dayatmaya maruz kalınmasına rağmen ‘domuzlaşmış’ bir karakterle AB kapılarında pineklemeyi sürdürmeleri, apaçık sorumsuzluk ve dinsizliktir..  
            Bu minval üzere yürüyen süreçte Diyanet bir boy hedefi ve günah keçisi oldu.
            Vahşi Batı’ya yağcılık, yardakçılık ve yalakalık uğruna her kepazeliğe tevessül edildi.
            SÖZDE Müslümanlara RAĞMEN DÜNYADA VE TC’DE İSLÂM
            A- DÜNYA
            1. Beni Kaynuka kabilesi Yahudileri olan Suudi ailesi (Faysallar), Skoç riti masonları tarafından icat edilen Vahhabilik, türevi Bahailik, Suriye odaklı ve İran Hasan Sabah patentli Allavi haşhaşilik vasıtasıyla Arap âleminde İslâm’ın adeta kazındı. Arap coğrafyasında Türk – İslâm, yani Osmanlı eserleri, tıpkı Yunanistan ve Ermenistan da olduğu gibi yok edildi. Ata yadigârı azınlık Türkler, en son Telâfer’de olduğu gibi katliam ve soykırıma tabii tutuldu.
            2. Kesin yasak olmasına rağmen Kutsal Şehir Mekke’de, kâfirden geçilmiyor.
            3. Hac mahalli olabildiğince daraltıldı. Tarihi Osmanlı Kalesi yıkılarak edilerek yerine, mukaddes Kâbe’yi, hâşâ “bir kulübe mesabesine kadar düşüren ve küçülten” devasa tower ve Hilton gibi dev oteller yapıldı. Hacılar için çifte standartlar ile VIP olanakları geliştirilerek; Milyonlarca yıllık kutsal ibadet “amansız bir ticarete” dönüştürüldü. Kurban etleri ise, “azami 7 gün içinde kendi memleketlerinde kesebilme imkânına” ve milyonlarca aç İnsana rağmen, alçakça telef edilmeye devam olunmaktadır.      
            4. Başta Mısır, İran ve Suudi Arabistan’da mut’a nikâhı, turizmi teşvik, fuhuş ve kadın ticareti amacıyla en yaygın biçimde uygulanırken; Genç kızlara sünnet vahşeti yaygın sakatlık ve can kaybına neden olmakta; Somalili Müslümanlar korsanlık, Cezayir ve Tunuslular fahişe ticareti yapabilecek kadar düşmekte, aşağılık ve süfli işlere tevessül edebilmektedirler. Oysa, Nizam-ı Âlem’in ve İlm-i Kur-an’ın buna cevazı yoktur.
            5. Bazı Arap ve İslâm ülkesinde Camiler kilitli. Nüfusu 100 bini aşan şehir Camii ve Mescitlerinin cemaati yoktur. Türkiye dışında ”Tadil-i Erkân” adeta unutulmuştur. Müslüman olmalarına rağmen, buralarda insanlar yalan söyleyebilmekte, yalan yere yemin edebilmekte, çok rahatlıkla hırsızlık, yolsuzluk yapabilmekte, mutlak men edilmiş olmasına rağmen haram aylarda kendi milletleri ve dindaşları ile vahşice savaşabilmektedirler.
            6. Mücbir haller, zaruret ve istisnalar dışında esas olan Müslüman’ın Müslüman ile ticareti iken; İslâm coğrafyasının bütün artı değer ve birikimleri öncelikle düşman milletlere peşkeş çekilmekte ve pek çok Müslüman devletin zevaline seyirci kalınmaktadır. (4)
             ***       
TÜRKİYE’DE İSLÂM VE MÜSLÜMAN
    Mustafa Nevruz SINACI
SÖZDE Müslümanlara RAĞMEN DÜNYADA VE TC’DE İSLÂM
A-    TÜRKİYE
1. Kur’an ayetleri halk arasında 6666 olarak bilinir. Oysa gerçek bu değildir. Hiçbir Kur-an’ı  Kerim’de 6666 âyet yoktur. Başta Allavi, Haşhaşi, A.Levi, Alev-i (Ali Evi ve Al Evi hariç olmak üzere) bilumum solcu, ateist ve paganlar; Kasten cahil bırakılmış halkı taciz, din duygularını tahrik ve suça teşvik maksadıyla bu ve benzer somutları kullanmaktadırlar.
2. İslâm Dini’nde vaktin sünneti ve zuhr-u ahir adıyla bir namaz yoktur. Buna rağmen; dârül harp vd.gibi şüphe ve tereddüde dayalı bid’at, aleni ve hukuki namaz gibi kılınmaktadır. Konu hakkında Diyanet, Müftü ve İmamlara ‘ne yapalım’ diye soru sorulduğunda açık ve net cevap verilmemekte, cemaate “muhayyersiniz” denilmektedir.
3. Bilindiği üzere, nikâh dini bir müessesedir. Belediye ve Nüfus idareleri ile koordine edilerek Camilerde nikâh kıyılmasına ve İslâmi merasimlere derhal başlanmalıdır. Bunun yanı sıra en az bir Üniversite, Kulüp veya Dernek kadar; Diyanet Teşkilâtının da “dini ihya, irşad ve tam bir insanlık, medeniyet, aile ve toplum düşmanlığı olan” sapkın teorilere karşı etkin bir mücadele ve Cuma Hutbelerinde;, “siyaset dâhil memleketin bütün meselelerini” İslâm’ın arı duru süzgeci ile ilmin ışığında açıkça müzakere imkânı hayata geçirilmelidir…      
4. İslâm toplumunda kapitalizm haram, tekelcilik ve tröstçülük “ölüm cezası ile men ve takip edilecek kadar” günahtır. Dolayısıyla, seri sürümlü mallar: elektrik, su, doğalgaz, tel ve muadili alım ve hizmetlerde “azami” maliyet artı % 5 olan kâr haddinin aşılmasına; İnsan unsurunun fahiş kârlarla alçakça ve haince sömürülmesine asla izin verilmemeli;
Sürümü daha seyrek ve pahalı mal ve hizmetlerde ise kâr oranı asla maliyet + % 20’yi geçmemelidir. Akdi takdirde diyanet tarihi ictihatları açıklamak suretiyle halkı aydınlatmalı ve icabında; Başta KUL HAKKI olmak üzere, İslâm’a aykırı bütün edinim, gasp, irtikap ve insanlık dışı tasarruflara karşı en etkin biçimde mücadele etmelidir.
5. Ramazanda oruç tutmayanların “halkın içinde, açıkta ve alenen” yiyip-içmeleri mutlak surette men edilmeli; Uymayanlar hakkında istisnasız cezai işlem yapılmalı; Bütün inanç sahiplerinin ibadetlerine saygı bir hukuk ve ihlâli halinde cezayı mülzem ahlâk kuralı halinde vaz edilmelidir. Sağlam, sağlıklı ve barışık bir toplum için bu şarttır.    
6. İslâm’a göre Müslümanların devlete vereceği yegâne vergi zekât; Gayrimüslimler içinse cizye’dir. Gümrükler gibi özel durum arz eden farlı gelirler üzerinden tarh ve tahsilât dışında başkaca vergi caiz değildir. Peşin vergi büyük günahlardandır. Dolayısıyla normal hal ve şartlar dahilinde Müslüman’ın devlete ödeyeceği vergi tutarı asla % 2.5’u (yüzde ikibuçuk) geçemez. Daha fazla vergi tahsil eden faizci, gaspçı, irtikapçı, tefeci, zalim ve haramzadedir. Diyanet bu konularda halkı uyandırmak zorunda ve durumundadır.  
7. Kurban, fiilen ve resmen HACI olanlar dışında kesilemez. Mevcut hale nazaran HACI olanların da, Mekke’de değil, müsaade ve mehil müddetlerini kullanmak suretiyle; Kurbanlarını “kendi memleketlerinde” kesmeleri caiz, önceki yazıda belirtilen nedenlerle Mekke’de, yani Hac mahallinde kurban kesmeleri caiz değildir.       
8. Bazı “Prof. Dr. vd. unvanlı” yalancı, müfteri ve sapık mahlukatın, “Rab, fuhuş, taciz, tecavüz, cinayet, haksızlık, hukuksuzluk ve her nevi kul hakkı dahil olmak üzere her günahı mutlaka affeder” biçimindeki din, ahlâk, medeniyet ve hukuk dışı beyan ve söylemleri hakkında hukuki takip ve cezai işlem yapılmalıdır. Zira “kul hakkının” asla ve kesinlikle af ve mağfiret edilmeyeceği âyet, hâdis, ictihat ve icmai ümmet ile sabittir.  
9. Ayrıca; Devlet bağlamında bütün Camilerde aynı dil konuşulur. Türkiye’de, kutsal kamu alanları denilen mahallerde ibadet dili Arapça, meşveret dili Türkçedir. Cmiye Kürtçe ve sair başkaca dil sokmaya kalkışmak, Müslümanlar arasına fitne sokmakla birdir. İslâm’da hukuk sisteminin adı “ŞERİAT” değil, “ŞERAİT/Şartlar’dır”. Partizanlık ve dil anlamında ayrışan Camiler Mescid-i Dırar hükmündedir. Bunlarda namaz kılınmaz. Yakılır ve yıkılır. (5)
***
İŞTE GERÇEK TÜRKİYE
Mustafa Nevruz SINACI
Burada bahse konu araştırma, “TÖMER DİL MERKEZİ” tarafından yapılmıştır...
Seçilen konu, alanında çok önemli, güncel ve bilimsel; Üstelik doğru, namuslu, ilkeli ve dürüst... Gerek araştırma veya gerekse yayında, her hangi bir siyasi beklenti yok. Dahası bu çalışma birilerine destek, diğerlerine köstek tartışması da değil. Sadece bilimsel bir disiplin dairesinde yapılan; Onurlu ve sorumlu bir analiz olup; Mezkür araştırmaya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. Sonuçta ortaya çıkan gerçek: 50 yıldır ülkemizi yönetenlerin; Son derece bilgisiz, özgür irade yoksunu, utanç verici derecede bencil; Bir ihtimal haymatlos veya kripto olduklarının acı göstergesidir. Zira bu hezimeti, düşüş ve çöküşü başka türlü açıklamak mümkün değildir.
Evet, hakikatte Türkiye “madden de, manen de” batmış…
1960 sonrası başlatılan “kasıtlı” erozyon, yozlaşma ve çürümenin tetiklemesi bu…
O zamanın aktörleri; Özellikle hırsızlık, rüşvet-iltimas, yalan-talan, yolsuzluktan malûl “başpezevenkleri”, veledi zina ve sorospu çocuklarının bir kısmı sözde “darbeye teşebbüs etmekten” yargılanıyor gibi görünüyor. Ancak, olay ciddi olsa 27 Mayıs gibi “naklen” yayın yapılır; Adalet’in mutlak hakikat ve tereddütsüz belgelere göre tecelli etmesi için; (27 Mayıs domuzları gibi değil) erkekçe, mertçe, fazilet ve feragatle gereği yapılır; Hiç utanmadan, tam bir “haçlı zihniyeti” ile bu süfli davalara Ergenekon adı verilmezdi.
MHP ve CHP’de bu süreçte “Türk ve Türkiye” partisi olmadıklarını kanıtladılar.
Başta ANAYASA olmak üzere; mevcut ve mer-i hukukun, bütün emir ve hükümleri “ırkçı, narko-terörist, militarist tedhiş örgütünün aleni maşası” vakıası sabit bulunduğu halde; “Anayasa Değiştirme” bahanesiyle bu eşkıya sürüsünden (muhtemelen) yararlanıyor veya asla affedilmeyecek bir şekilde “organize suç örgütü” başlarıyla görüşebiliyorlar…
LÜTFEN DİKKAT EDİNİZ:
Mezkür melânetlere, sayın diyen, “tabandan-tavana her hangi biri dâhil” görüşen veya görüşme yolunu açanların hiçbirinin; Sürecin doğal gereği Müslüman, Türk veya İnsan olmaları mümkün değildir. En basit ispatı şu ki: Devlette veya muhalefette sadece bir insan; Türk veya Müslüman olsa; TC sınırları içinde “bir tek: Hırsız, yolsuz, donsuz, anarşist, terör-tedhiş unsuru” bulunamaz; Ülkede varsa, başta “her hükümet kademesi, siyasi partiler ve karar mercilerinde” de var demektir. Bunun millete ve tarihe karşı vebali çok büyüktür. Tez belâlarını bulurlar inşallah.         
Fakat hala sözde aydın, bilim adamları ve kanaat önderleri “kim ne dedi” diye aymazca tartışıyor; Tıpkı Endülüs’ün mahvolduğu gün gibi: Bütün özü ve cevherini kaybetmiş bedbahtlar ve “fikren ve bedenen” fahişeleşmiş, pişkin ve kart kaltaklar gibi; “çöküşü durdurmaya değil”, var güçleriyle hızlandırmaya çalışıyorlar...
            ŞİMDİ ARAŞTIRMANIN SONUCUNA BAKALIM:
ABD                71.681
Almanya          70.400
Japonya           44.224
İtalya               31.762
Fransa             30.193
S. Arabistan     13.579
Türkiye            07.260…
Bu rakamlar ne?
İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı… Kutsal Kitabı “İkra-Oku” emriyle başlayan bir dinin mensupları için büyük utanç!.. İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor. Yaşıt bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime… Amerika’nın edebiyatını, bilimini, tekniğini kıskanıyoruz. Adamlar “adam gibi” yapmış; Belediye idare eder gibi değil!. Üstelik sürekli ‘dil’ ile oynanıyor. Oysa bir Türk için; “Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamak” (Atatürk) Hayati önemi haizdir.
“Bir millete yapılacak en büyük kötülük, O’nun diliyle oynamaktır.” Goethe. (Bölüm:1)
*** 
MÜFTERİLER YALAN SÖYLER,
BİLİM GERÇEĞİ HAYKIRIR
Mustafa Nevruz SINACI
            1940’lardan, yani İkinci Cumhuriyet denilen karşı devrim’den beri, Türk Dili aleyhine çok kirli, alçakça acımasız bir furya var. Buna göre: ‘Osmanlıca’ ile ‘Türkçe’ birbirinden çok farklı ve ayrı ayrı dillerdir!... Bu korkunç bir yalan, iğrenç bir iftira ve kalleşçe bir furyadır..
            OYSA: Osmanlıca, sadece Türkçenin, klâsik Arap harfleri ile yazılmış biçimidir.
            Ta ki, mezkür (İşte Gerçek Türkiye)’de verilen rakamlara düşürülünceye kadar…       
            UTANDIRAN GERÇEK
Bünyesinde 1,000'den fazla Türkçe kelime bulunan diller:
Arapça’da       1,000              
Farsça’da        2,000
Macarca’da     2,000              
Romence         3,000
Yunanca’da     6,000              
Bulgarca’da     7,500
Arnavutça’da  7,500               
Sırpça’da         9,000
Rusça’da         10,000            
Ermenice’de     10,000
Bakınız: Bulgarca, Arnavutça, Sırpça, Ermenice ve Rusça’da mevcut, “yaşayan Türkçe kelime ve kavram” sayısından aşağı düşürülmüşüz. Bu bir ihanet, kastı-mahsus ve şeamettir. Ayrıca, Milli Eğitim Bakanlığı’nın koza-kripto, dönme-devşirme, mason-misyoner lânetlilerinden henüz ayıklanmadığını göstermektedir. Son zamanlarda, Türk aş’ı, emeği ve alın teri sayesinde “prof. Dr.” Unvanlarına kavuşan “bu tür ve uzantıları”, aynı paralelde bir ekranlara çıkartıldıkları menfur tv’lerde; Milli E. Bakanlığı ile Milli S. Bakanlıklarının başında yer alan ‘Milli’ kelimesini telâffuz etmiyorlar. RTÜK buna duyarsız, kayıtsız ve sorumsuz olmakla bu mutlak bir suçtur.
Bir cürüm’de ‘roj tv’ hainliği ve bütün bunlara rağmen vaki TRT kesintileridir. 
(Kaynak: Dr. Yusuf Gedikli, TDK, TTK)
            ÇÖL SICAKLARININ SUÇLUSU YÖNETİMDİR
            Bir başka mesele daha var. Neredeyse 5, 6 yıldır bölgenin en sıcak ülkesi Türkiye. AKP geldikten birkaç yıl sonra Türkiye bir çöl çanağına döndü. Civar normal. Fakat bizde tam cehennem sıcakları yaşanmaya başladı. Acaba neden? Çünkü:
            1. En verimli ovalar ile 1. sınıf tarım arazileri betonlaştırıldı. Ekosistem’e saldırıldı.
            2. Ülke içinde, “pınar çevresi” hariç suyu içilebilir dere, göl ve nehir kalmadı.
            3. Ankaralılara suyu içirilen Kızılırmak dâhil hepsi lâğım’a dönüştü.
            5. Şehir, kasaba, köy, otel-motel ve sanayi tesislerimizden denize bağlantılı foseptik, şehir, sanayi ve insan (?) atık bağlantılarının sayısı 50 bin’i aşıyor. Bu, artık dinsiz Avrupalı gâvur’un yapmadığı bir şey; Bütün denizleri berrak, tertemiz ve sağlıklı… Bizdeki domuzdan dönme lânetli insanlık ve ekosistem düşmanları sayesinde bütün denizlerimiz pis ve necis!..
            BUNLARIN “akil adamlarının” YÖNETTİĞİ EKONOMİ!...
2002 Aralık ayında bir gram altın:         018 TL           
2002 Aralık’da çeyrek altın:                 023 TL
2012 Mayıs ayında Bir gram altın:        092 TL           
2012 Mayıs’da çeyrek altın:                 156 TL
2002 Aralık ayında Asgari ücret:          250 TL           
2012 Mayıs’da asgari ücret:                 659 TL
Buna göre, icraatta 10 yılını doldurmak üzere olan; adının anlamında gafil iktidara bir karne çıkaralım: Yani; “Namussuzlar yalan söyler, bilim gerçeği haykırır” kabilinden…
2002 de 1 gram altın:   18 TL iken, bu gün:      092 TL’dır.     
Artış: % 510
2002 de çeyrek altın:    23 TL ilken bu gün:      156 TL’dır.     
Artış: % 670
2002 de asgari ücret:    250 TL…//  250 : 18 = 14 gram altın alınabiliyordu.
2012 de asgari ücret 659 TL. Altın 92 TL, bu gün asgari ücretle 7 gr altın alınabiliyor.
Şimdi analiz edelim: 2002 den bu yana külçe altının bir gramı temel alınırsa hayat % 510 pahalanmış. Asgari ücret temel alınırsa alım gücü: %100 azalmış Bu durum, yönetimin aczine mukabil muhalefetin ihanetini kanıtlayan rakamlarıdır.
(Kaynak: BCP, Müge Gülses) (Bölüm:2)
Siyaset bilimİ, adalet ve hukuk’a göre hükümetlerin görevi: Düzenleme, Destekleme ve Denetlemedir. Diğer ikisi malûm şekilde yürümekte veya yürütülmekte!...
Hani? Devleti ve özel sektörü, en ücra köşelerine kadar gözleyen; Bütün karar, eylem, hesap, işlem, bilumum faaliyet ve tasarruflarını  re’sen kontrol eden: Özgür veya özerk Denetim?
Demokrasi, adalet ve hukuk olmadığı için, o’da “Yok”!..