30 Aralık 2013 Pazartesi

DEMOKRASİ ŞÛRASI!...

DEMOKRASİDE BİRLİK VAKFI
DEMOKRASİ ŞÛRASI SONUÇ BİLDİRİSİ
            Türkiye’de ilk defa “Demokrasi Şurası” Demokraside Birlik Vakfı”nın organizasyonu ile 30 Kasım 2013 tarihinde Milli Kütüphane’de toplanmıştır.
Dört Oturum şeklinde gerçekleştirilen Şura’da; demokrasi tarihimizin gelişimi bugünü, darbeler, dünyadaki uygulamaları ve evrensel standartlar ile Türkiye demokrasisi mukayese edilmiş, özetle ülkemizin bir numaralı meselesi olan demokrasi, masaya yatırılarak enine boyuna tartışılmıştır.
Şura’ya aşağıda isim ve unvanları yazılı ülkemizin yetiştirdiği değerli siyasetçiler, akademisyenler,  STK temsilcileri ve kalabalık bir izleyici topluluğu katılmıştır.
Ferruh BOZBEYLİ - E.TBMM Başkanı
Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE -  Uluslararası Antalya Üniversitesi Rektörü
Veyis GÜNGÖR  - Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) Hollanda Başkanı
Doç. Dr. Atilla SANDIKLI -  BİLGESAM Başkanı
Prof. Dr. Mehmet ALTAN - İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi
Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ -  İnsani Değerler Derneği Genel Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Talip KÜÇÜKCAN - Marmara Üniversitesi Öğretim üyesi, SETA  Editörü
Dr. Muhammet ÇAKMAK - CHP Parti Meclisi Üyesi
Prof. Dr. Vedat BİLGİN - Gazi Üniversitesi öğretim üyesi 
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ - Gazi Üniversitesi Öğretim üyesi, SDE uzmanı
Mehmet BOZDEMİR - Demokraside Birlik Vakfı Başkanı
            Şura sonucunda aşağıdaki tespitler yapılmıştır.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
            1. Türkiye’nin bir numaralı meselesi demokrasidir ve Türkiye’nin demokratikleşmeden normalleşmesi mümkün değildir.
            2. Türkiye’deki demokrasi, evrensel standartların oldukça gerisindedir.
3. Türkiye’de son yıllarda yaşanan gerilimler ve olayların temelinde çağcıl demokrasi, demokratik kültür ve olgunluk eksikliği yer almaktadır.
4. Birleşmiş Milletlerin hazırladığı 187 ülkenin insani gelişmişlik endeksinde Türkiye 92.sıradadır. Üst sıralarda demokrasi standardı yüksek ülkeler yer almıştır.
5. TBMM’ye ve Anayasaya “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Yazmakla o ülkeye hemen demokrasi gelmez.
6. Demokrasilerde en üstün değer insan ve hukuktur.
7. Demokrasi, herkesin kendi sorumluluğunu bilmesidir.
8. Demokrasi, kurumlar ve kurallar rejimidir.
9. Demokrasilerde beş temel kurum olan; yasama, yürütme, yargı, hür basın ve STK’lar kendi varlıklarını kanıtlamalı ve kendi kurallarını özgür bir şekilde uygulayabilmelidir.
10. Gelişmemiş demokrasilerde siyasiler halktan aldıkları gücü kendi güçleri zannederler ve bu gücü hukuk dışı, keyfi kullanmaları ülkeleri felaketlere götürmüştür. Kontrolsüz güç en tehlikeli güçtür. 
11. Yürütmenin yani hükümetin ve partilerin kontrolünde olan bir meclis yasama görevini gerçek manada yapamaz ve böyle bir ülkede gelişmiş bir demokrasiden söz edilemez.
12. Yürütmenin kontrolünde ve vesayetinde olan bir yargıdan adaletin tecellisi beklenemez ve böyle bir ülkede gelişmiş bir demokrasiden söz edilemez.
13. Hür basının ve güçlü STK’ların bulunmadığı ülkelerde güçlü ve gelişmiş demokrasi de yok demektir.
14. Siyasi hayatımızda partilerin kendilerini devlet gibi görmeleri CHP ile başlayıp DP ile devam etmiş ve bu anlayış iktidara gelen diğer partilere de sirayet etmiştir. Bu durum toplumda kutuplaşmalara ve kamplaşmalara sebep olmuş ve demokrasimizin gelişmesini engellemiştir.
15. Bütün darbeler ve muhtıralar demokrasinin gelişip güçlenmesini engellemiştir, darbelerin anası 27 Mayıs 1960 darbesidir.
16. Darbe neden olur? Devletin gücü toplumdan daha güçlü olduğu zaman orada darbe olur. Devleti sınırlandıracak unsurlar ortaya çıkmamıştır. Darbe siyasal kültürümüzün temelinde vardır. Tanzimat ağır bir bürokratik vesayet kurmuştur ve halen devam etmektedir. Devlet özne, toplum nesneler yığını olmuştur. Devlet toplumu istediği gibi düzenlemeye kalkmıştır. 28 Şubat Özal’a verilen bir cevaptır.
17. Demokrasi temelde hukuktur. Darbecilerin yaptığı anayasa başta olmak üzere, aynı seçim kanunu, aynı siyasi partiler kanunu ve diğer kanunlar yürürlükte ise darbenin alt yapısı her zaman vardır. Zayıf ve gelişmemiş demokrasilere her zaman müdahaleler olur. Demokrasimiz halen tehdit altındadır.
18. Sivillikten ve darbelere karşı olmaktan bahsedip, darbecilerin hukuk sistemi ile iktidara devam etmek ahlaki değildir.
19. Milletvekillerinin kendini halka karşı değil, lidere ve partisine karşı sorumlu görüldüğü yerde demokrasi olmaz.
20. Demokrasi insanın mutlak kutsallığı üzerinde yeni biçimleniyor, yeniden şekilleniyor. Ulus devletten insan odaklı bir devlete geçiş var. İnsanın ben çok değerliyim diyebilmesi çok önemlidir. Değer üretmeyen bir insan kendini değerli kılamaz. Siyaset, mesleği olmayan insanları bir asansörle en tepeye çıkaran, bir anda sınıf atlatan bir kurum haline gelmiştir. Bizi kim yönetecek değil, nasıl yönetecek diye baktığımız zaman demokrasi olacaktır.
21. Hollanda’nın 400 yıllık bir demokrasi geleneği vardır. 17 bölgenin birlikte yaşama kültürü ve meclisleri çok güçlüdür. Hollanda anayasasının ilk maddeleri özgürlüklerin korunması ve ırkçılıkla mücadeledir. Türkiye’deki STK’lar yurt dışında partnerler bulmalı ve değerler konusunda işbirliği yapmalıdır.
22. Laiklik olmazsa demokrasi olur mu? Demokrasi, din ve laiklik ilişkileri gelişmiş demokrasilerde son derece normal bir işleyiştedir. Din, sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta etkin bir şekilde vardır. Laik olup demokratik olmayan ülkeler olduğu gibi, demokrasisi gelişmiş, fakat laik olmayan ülkeler de vardır.
23. Partiler arası ilişkilerin normalleşmesi, gerginliklerin azaltılması demokrasimizin gelişmesine çok önemli katkılar sağlayacaktır. Demokrasi, inatlaşma, restleşme, kutuplaşma, kamplaşma ve kavga rejimi değil, uzlaşma rejimidir. Demokrasi erdemli ve faziletli insanların rejimidir.
24. Cumhuriyet modern bir hayat projesi olarak tarif ediliyor, bu yanlıştır. Devlet şeklinin adı cumhuriyettir. Rejim demokrasidir, çağdaşlık demokrasidir.
25. 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu demokrasimiz için bir milat olmuştur. Yargının yeniden düzenlenmesi, fişlemelerin kaldırılması ve darbecilerin yargılanabilmesinin önünün açılması demokrasimize güç katmıştır.
26. Çözüm süreci, kamu denetçiliği(Ombudsman), demokratikleşme paketi, başörtü yasağının kalkması demokrasi standardımızı yükseltmiştir.
Gezi olayları, öğrenci evleri ve dershanelerin kapatılması ile ilgili tartışmalar demokrasi standardımızı maalesef geriye götürmüştür. Ayrıca siyasi iradeye büyük bir güvensizlik oluşturmuştur.
27. Dershanelerin kanunla kapatılmaya çalışılması demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, hukuka, serbest piyasa ekonomisine, teşebbüs hürriyetine aykırıdır. Bu konuda ısrarcı olmak bunu dayatmak toplumda yeni gerilimlere, kamplaşmalara ve kutuplaşmalara sebep olacaktır. Yanlıştan dönmek geri adım atmak değil, erdemliliktir.
28. Avrupa Birliği(AB) kriterlerinin demokrasi standardımızı yükselteceği topluma iyi anlatılmalı ve hükümetler bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmalıdır.
29. Çoğulcu demokrasi anlayışında çoğunluğun yönetme hakkı bulunmasına rağmen çoğunluğun sınırsız yetkilere sahip olduğu söylenemez.
30. Temel insan haklarına saygı, insan onurunun korunması, azınlıkta veya muhalefette olanların beklentilerinin dikkate alınması, farklı düşüncelerin serbestçe hiçbir baskıyla karşılaşmadan söylenebilmesi çoğulcu demokrasi için şarttır. Çoğulcu demokrasilerde özgürlük herkesin yönetime serbestçe katılımını sağlarken, eşitlik de insanların her türlü farklılığına rağmen, insan onurunun korunması gereğinden dolayı, eşit bir şekilde bu yönetime katılabilmesi anlamına gelmektedir.
31. Yönetişim kavramı ise hükümet otoritesine ve gücüne dayalı yönetim anlayışından, hiyerarşik yapıdaki bir yönetim olgusundan farklı yeni bir süreci ve toplumun yönetimine ilişkin yeni bir modeli anlatmaktadır. Böyle bir model içinde aktörlerin ve birimlerin tek taraflı yönlendirmeleri ve etkileri değil, bir etkileşim süreci içinde gerçekleşen interaktif ilişkiler söz konusudur. Sadece hükümet birimlerinin ve görevlilerinin değil, aynı zamanda hükümet dışı örgütlerin, sivil toplum örgütlerinin, bilim adamlarının, uzmanların ve vatandaşların katılımı söz konusudur.
32. Çoğulculuk ve yönetişimin temel ilkeleri olan hukukun üstünlüğü, katılımcılık, şeffaflık, eşitlik, etkinlik, hesap verebilirlik sayesinde önemli güç merkezleri arasında uzlaşma sağlanarak toplumsal gerilimlerin çıkması önlenebilir. Çıkan gerilimler kutuplaşmaya ve karşılıklı düşmanlıklara varmadan yatıştırılabilir.
33. Çoğulcu demokrasi ve yönetişim prensiplerinin siyasetin, bürokrasinin, toplumun her kesimine yerleşmesi, demokratik kültür ve olgunluğun oluşturulabilmesi için.; Bu prensiplerin aileden başlamak üzere eğitimin her kademesinde öğretilmesi ve uygulanması, siyasal etik kuralların geliştirilmesi ve siyasal hayata hâkim olması, yeni Anayasa, Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, diğer kanunlar ve mevzuatın içine ve ruhuna yerleştirilmesi, yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki etkinliğinin ortadan kaldırılarak kuvvetler ayrılığı prensibinin tam olarak gerçekleştirilmesi gereklidir.
34. Bireysel ve toplumsal özgürlük alanları genişletilirken, güvenliğin temel görevinin bu alanları korumak olduğu üzerinde durulmalıdır.
35. Sadece çağcıl demokrasi, demokratik kültür ve olgunluğa ulaşmış bir Türkiye’de; barış, istikrar ve güven ortamı yaratılabilir, huzur ve refah içinde insanca bir yaşam hâkim olabilir.
               Kamuoyunun ilgi ve bilgisine saygıyla duyurulur. 
23 Aralık 2013
   Mehmet BOZDEMİR
       Demokraside Birlik Vakfı Başkanı

23 Kasım 2013 Cumartesi

AHMET TAKAN & HASAN KORKMAZCAN

Ahmet TAKAN. 22/23 Kasım 2013 – YENİÇAĞ, ahttakan@gmail.com
Gazi Meclis’ten Erdoğan’a şamar belgeleri...
Her türlü gerçeği, belgeyi ustaca çarpıtan bir Başbakan...
Şeytana bile pabucu ters giydirecek türden.
Saltanatı uğruna giriştiği ölümcül hamlelerin sonucu; tarihi gerçekleri utanmadan sıkılmadan çarpıtarak,  “Lazistan”, “Kürdistan” ifadelerini kullandığını dile getirerek yürüttürdüğü sinsi bölücülük projesine Atatürk’ü bile ortak etmeye çalıştı. Hem de hiç utanmadan, hiç yüzü kızarmadan. Sapla samanı birbirine karıştırarak.
Olup bitenler karşısında “yalan söylüyorsun”  diye haykırsak bile kâfi gelmiyor.
ADSIZ’ın sıkı takipçileri geçen 23 Nisan ertesindeki yazımı hatırlayacaklardır.
Eski TBMM Başkanvekili Hasan Korkmazcan’ın tüm milletvekillerine gönderdiği uyarı mektubunu kaleme almıştım. Korkmazcan, mebusları Türklük düşmanlığı faaliyetlerine karşı “suça ortak olmayın” diye uyarmıştı.
Hasan
KORKMAZCAN
Hasan Korkmazcan, Recep Erdoğan’ın geçen Salı günü grupta yaptığı konuşmanın üzerine bu sefer bana mektup gönderdi. Korkmazcan’ın tespitleri Erdoğan ve zihniyetine inecek gerçek şamar türünden.
Hasan Korkmazcan mektubuna, “23 Nisan 2013 tarihinde milletvekilleri ile paylaştığım düşüncelerimi kamuoyu sizin köşe yazınızdan öğrenmişti. Geçen sürede Türkiye’nin demokratik ilkeler ve hukuk uygulamaları dâhil devlet işleyişinde tam bir fetret tüneline girdiği görülmüştür” diye başlıyor ve devam ediyor;
 “Geçmişte yer adları olarak kullanılmış bazı ibareler sanki birer siyasi coğrafyaya işaret ediyormuş gibi değişime uğratılmaktadır. Vatan topraklarında emperyalizmin kanlı maşalarına ortak zafer mitingleri düzenletilmektedir.
Türk milleti bu toprakları Bizans’tan almış, Haçlılara kaptırmamış ve emperyalistlerin Sevr’de kararlaştırdıkları işgalden kurtarmıştır. Tarihte Türklerin egemenliğine son verdiği Ermeni, Kürt, Yahudi ve Laz devletleri mi vardı ki işgal, inkâr ve asimilasyondan bahsediliyor, onlardan devlet adına özür dileniyor. İktidar yöneticileri, nasıl bir zorunluluk ve yükümlülük altında bu suçları irtikab edebiliyorlar? Nasıl Türk milletinin adını yasalardan ve simgelerden silmeye kalkışıyorlar? Bir milletin egemenliğini inkâr gibi lanetli bir konuma düşmeye, mağlup ve teslim olmuş devletlerin işbirlikçi yöneticileri dahi göze almamıştır. Türk kelimesi, bütün kütüphaneler yakılmadan, bütün taş yazıtlar kazınmadan Taç Mahal’den Selimiye’ye kadar abideler yıkılmadan ortadan kaldırılabilir mi? Emperyalistlerin “Kayıp Kıta MU” efsanesi ile silemedikleri Türk izlerini kayıp izanlı “BU” söylemleri mi aşındıracak?
Bölgemizde emperyalist postallarına galoş olmayı nesiller boyu siyaset edinenler gafletle hülya ve rüyalara kapılabilirler. Bu konuda onlarla nankörlük yarışına girenler kendilerini, hangi sebeplerin mecburiyeti altına sokmuşlardır? Ayetleri eksilterek, Hadislere ekleme yaparak, gerçekleri örtmeyi alışkanlık haline getirenler şimdi de ihanet yalanlarına Birinci Meclisi alet etmeye çalışmaktadırlar...”
Hasan Korkmazcan, Recep Erdoğan yalanlarına şu tarihi belgelerle şamar indiriyor;
 “Gazi Meclisin değil tutanaklarında, kulis sohbetlerinde bile Ortadoğu’nun teslimiyet sirki elemanlarına yarayacak bir cümle yoktur. Birinci Meclisin, tarihi gerçekler, Türk milleti, Türk ülkesi, Türk Devleti hakkında Anayasa hükmündeki 2 Kasım 1922 tarihli 308 sayılı kararı şöyledir:
‘Birkaç asırdır saray ve Bab-ı Ali’nin cehalet ve sefahati yüzünden devlet azim felaketlerin içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda Osmanlı İmparatorluğunun müessis ve sahib-i hakikisi olan Türk Milleti Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş, hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan saray ve Bab-ı Ali aleyhine mücahedeye atılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetini ve ordularını biteşkil harici düşmanlar saray ve Bab-ı Ali ile fiilen ve müsellehan ve malum müşkilat-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidale girişmiş, bugünkü halas gününe vasıl olmuştur.’
Demek ki Kurtuluş Savaşını veren milletin adı Türk Milletidir.
Yalnız Cumhuriyetin değil Osmanlı Devletinin hakiki sahibi de Türk Milletidir.
Türk milleti iç ve dış düşmanlarla savaşarak yurdu kurtarmıştır. Bu gerçekleri tarihe altın harflerle yazan bugünlerde hatırasına saygısızlık edilen Birinci Meclistir.
‘Türk Milleti saray ve Bab-ı Ali’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilat-ı Esasiye Kanununu isdar ederek hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete vermiştir’ cümlesi aynı kararda hükme bağlanmıştır.
Birinci Meclisin 308 sayılı kararı kimliğimiz konusunda tek karar değildir. 30.10.1922 tarihli 307 sayılı Anayasa hükmündeki kararda da şu hükümler yer almaktadır: ‘Türkiye hükümetinin Osmanlı imparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u milli dâhilinde yeni varisi olduğuna... Türk hükümetinin hakkı meşru-u olan makam-ı hilafeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.’
Görüldüğü gibi bu kurucu belgelerle Birinci Meclisin gazi mebusları, başkanları Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte sanki gelecekteki ihanetlerin yolunu o günden kesmek istercesine milletin Türk milleti, devletin Türk devleti, yönetimin milli cumhuriyet, ülkenin bölünmez Türk yurdu ve muhteşem tarihin yegâne mirasçısının büyük Türk Milleti olduğunu insanlık tarihine silinmez harflerle kazımışlardır.”
Birinci Meclis’te “Kürdistan”,  “Lazistan”  arayanların gözüne itina ile sokulur!..
*
Biden görüşmesinin çözümü
Bülent Arınç, kendisini ters düşürerek bir kez daha ağlatan “sevgili Başbakanı” na büyük sürprizi ABD’ye giderayak yaptı.  “Cuma günü ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile görüşeceğim” dedi. Arınç’ın açıklaması duyulur duyulmaz Ankara’da herkes aynı soruyu sordu;  “Bu da nereden çıktı?” diye. Arınç’ın  “Fethullah Gülen ile görüşmeyeceğim”  sözleri de geri plana düştü.
Recep Erdoğan da aynı akşam çıktığı televizyon programında da ABD’ye giderken, Fethullah Gülen’e övgüler düzen, dershanelerin kapatılması konusunda  “meseleyi kızıştırmanın anlamı yok”  diyen Bülent Arınç’ı bir kez daha ters düşürdü. Recep Erdoğan,  “Dershaneler kapatılacak. Kampanyaları çok çirkin” dedi.
Sözüm ona Diyarbakır’daki şer buluşmasına uçakla beraber giderek yeniden ballım güllüm olan “kardeşlere” ne olmuştu?.. Recep Erdoğan, “kardeşi” Arınç’ı niye bir kez daha ters köşeye yatırma ihtiyacı istemişti. Neden cemaatle köprüleri tamamen atmıştı?
Kaseti çözmeden önce bir hatırlatma yapalım: Abdullah Gül, Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği ABD’de Başkan Obama ile çok görüşmek istemiş fakat “Biden’e git”  denince,  “muadili olmadığı”  gerekçesiyle (yerseniz) buluşma gerçekleşmemişti. AKP iktidarına müstemleke valisi muamelesi çeken ABD, Başkan yardımcısını Başbakan yardımcısı ile görüştürür mü?.. Görüştürüyorsa bunun altında ne gibi bir hinlik olabilir?..
Şimdi!.. Büyük krizin ardından Bülent Arınç, Diyarbakır uçağına binmeden  neler olup bittiğine bakalım önce. AKP kulislerinden;
Recep Erdoğan, “Bülent Arınç ile görüşüp gönlünü alacak mı” diye beklenirken Abdullah Gül’ün devreye girmesiyle Recep Erdoğan “kardeşi” ni Diyarbakır uçağına davet eder. Daveti Başbakanlık Özel Kalemi vasıtasıyla alan Arınç, duruma yine içerlenir ve “istişare etmek” amacıyla “kardeşi” Abdullah Gül’ü telefonla arar. İlk telefon talebine Gül’den yanıt alamayınca bir girişimde daha bulunur. Bu sefer Gül, “kardeşi” Arınç’a döner ve aralarında bir saate yakın telefon görüşmesi gerçekleşir. “İstişarenin” ardından ikna olan Arınç, Diyarbakır uçağına bineceğini Başbakanlık Özel Kalemi’ne bildirir.
Sonrası malumunuz!..
Tam bu noktada siyaset kulislerinin farklı bir cephesine göz gezdirelim. Abdullah Gül’ün yedek parti çalışmalarını tekrar hatırlatalım, Demokrat Parti’nin yerel seçim için yaptığı aday çıkışlarına dikkat çekelim. Sonra bir vakitler yandaş bir medya organında,  “Hüsamettin Özkan’ın villasında Sarıgül toplantısı” olarak servis edilen haberin aslının ünlü bir işadamının evinde merkez sağda yeni bir parti toplantısı olduğunu kaydettikten sonra alt alta sıralayalım;
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,  “istişare”  için kendisine gelen AKP, CHP, MHP’li eski-yeni siyasetçilere Demokrat Parti’nin adresini tarif ediyor. (Yeni değil, uzun süredir-aht)
Yerel seçimler öncesinde flaş aday atağına kalkan Demokrat Parti’de ise garip haller oluyor. Geçtiğimiz zaman dilimi içinde gündemlerine birdenbire “merkez sağda yeni açılım” düşüncesiyle olağanüstü kongreye gitmek girdi. Önce Aralık ayı düşünüldü. Sonra,  “Ocak ayında yapalım” a dönüldü. Parti içinde AKP, MHP ve hatta CHP’den de milletvekillerinin katılımı olabileceği konuşuldu. Sonra da  “kongre, mahalli seçimlerin sonrasına kalsın”  dendi. Bu arada Abdüllatif Şener gibi önemli isimlerle dolaylı görüşmeler yapıldı, olumlu sinyaller alındı.
Demokrat Parti’nin içinde bulunduğu mali sıkıntılar ise erken seçim çalışmaları için büyük ölçüde giderildi.

Tekrar dönelim Bülent Arınç’ın Amerika ziyaretine;
Arınç’ın  “Gülen ile görüşmeyeceğim”  demesi artık saltanat kavgasında epey mesafe alındığına işaret. Bu da klasik bir Abdullah Gül taktiği. Bazı şeylerin kotarılması için herkesin dikkat kesildiği ortamda bire bir görüşmeye gerek yok. En yakındakilerle de görüşülür. Kimsenin de ruhu duymaz.
Ankara’da Biden-Arınç görüşmesi için yapılan ortak yorum ise;
“Yeni oluşumun adı konulacak” !..
Sizler, bugün medya üzerinden Biden-Arınç görüşmesi ile ilgili servis edilen  bol soslu Amerikan salatalarını iştah ile seyrederken, ben de katkım olsun diye salataya limon sıkmak istedim!..
Ziraat reklamları
Sanki babalarının kesesinden dağıtıyorlar!.. Ellerindeki tüm kamu kurum ve kuruluşlarının reklamlarını yandaş medya organlarına verip, Arkadaşları Kalkındırma Partisi olmanın tüm gereklerini yerine getiriyorlar. Mahalli seçimler yaklaştıkça yandaşlara reklam pastası üzerinden avanta dağıtmaya daha da hız verecekler. Dün yeni bir katkı da daha bulundular yandaşlara. Tam sayfa Ziraat Bankası ilanı verdiler.
Yaptıkları bu usulsüzlüklerin hesabını sormak için muhalefet onlarca soru önergesini Meclis gündemine taşıdı ama tınlayan yok. İktidarın bu tutumu ile ilgili defalarca soru önergesi veren CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin yine, hesap soracağını söyledi. Konuyu Meclis gündemine taşıyacak olan Tekin şunları söyledi;
“Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili bir soru önergesi daha gündeme getirdim. Özellikle Ulaştırma Bakanlığı’nın ve birkaç kurumun reklamlarından dolayı soru önergesi verdim. Bunun cevaplarını büyük bir merakla bekliyorum. Bu bir ihtiyaçtan dolayı yapılmış bir şey değil. Tamamen yandaş firmalara rant yaratma arayışı. Burada 76 milyon yurttaştan eşit vergi alacaksın ama yurttaştan topladığın vergiyi istediğin gibi harcayacaksın. Bu dünyanın hiçbir hukuk sisteminde kabul edilebilecek bir iş değildir. Bunu sürekli olarak gündeme taşıyacağım. Doğrusu benim vermiş olduğum soru önergesinin heyecanla cevabını bekliyorum, acaba nasıl bir cevap gelecek, bekliyorum. Ziraat Bankası reklamları da eklendi. Bunların hepsinin sonuna kadar takipçisi olacağım. Eskiden KİT’ler de tarla gibi kullanılırdı, şimdi de böyle kullanılıyor.”

17 Eylül 2013 Salı

III. TÜRK DÜNYASI BİLİM KÜLTÜR ŞÖLENİ

III. ULUSLARARASI “TÜRK DÜNYASI BİLİM KÜLTÜR ŞÖLENİ”,
14 – 15 EYLÜL 2013, AFYONKARAHİSAR
A.DAVET
"Türk Dünyası Şöleni'ne herkesi bekliyoruz"
Türk Dünyası, geleneksel "Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni" etkinlikleriyle yine Afyon'da buluşuyor.
Hasan Korkmazcan (Türk Parlâmenterler Birliği Onursal Başkanı ve 14.15.19.20. Dönem Denizli Milletvekili), Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Prof. Dr. Sevgi Kafalı, Pof. Dr. Hanım Halilova (Ebulfeyz Elçibey'in Danışmanı), Julıia David (Ressam-Macaristan), Issak Balazs (Sekel Konsey Başkanı), Csiki Sandor (Sekel Konsey Başkanı), Işık Ahmet (Dostluk, Eşitlik, Barış Partisi Onursal Bşk.), Özcan Pehlivanoğlu (Rumeli Balkan Türkleri Federasyonu Başkanı), İsmail Cengiz (Doğu Türkistan'ın Sürgündeki Başbakanı), Abdullah Buksur (Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği kurucu Başkanı, İHAF genel sekreteri), Arif Bütüç (Kosova – Mamuşa Belediye Başkanı), Mahmut Kasapoğlu (Irak Türkmenleri Kültür ve Yardımlaşma Der. Ankara Şube Başkanı), Güllü Karanfil (Gagavuz Türkü), Abdülhaluk Çay (Dış Türklerden Sorumlu Eski Devlet Bakanı), Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Sarayı Genel Müdürü ), Sadi Somuncuoğlu (Eski Devlet Bakanı), Aykut Edibali (Şeyh Edabali'nin torunu – Millet Partisi Genel Başkanı), Prof. Dr. Batur Norboy (Kazakistan Özbek Üniversitesi Pedagoji Bölümü eski Dekanı ) katılacaktır. Panelde bilim ve sanat insanları Türk Dünyası'nın dünü ve bugünü konusundaki görüş ve düşüncelerini anlatan konuşmalar yapacaklar. Bu önemli bilim ve sanat insanlarının katılacağı panelimize tüm hemşerilerimizi bekliyoruz" şeklinde değerlendirmede bulundu.
Etkinliğe katılım ve katkıda bulunmak isteyen herkesi beklediklerini ifade eden Altıntaş, "Şölenimizin düzenleneceği Pazar günü sabah saatlerinden itibaren Anıt Park önünden şölen alanına servisler kaldırılacaktır. Ayrıca ilimizde bulunan sivil toplum kuruluşlarından da destek bekliyoruz. Bu önemli etkinlik ilimize ve Türk Dünyası'na hayırlı olsun" dedi.
10 Eylül 2013, Salı
*
B.HABER
Afyonkarahisar'da Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni
Afyonkarahisar'da bu yıl 3'ncüsü düzenlenen Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni, 6 Türk Cumhuriyeti ve 41 kentten Yörük, Türkmen ve Türk boyları temsilcilerinin katılımıyla yapıldı.
Afyonkarahisar'da bu yıl 3'ncüsü düzenlenen Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni, 6 Türk Cumhuriyeti ve 41 kentten Yörük, Türkmen ve Türk boyları temsilcilerinin katılımıyla yapıldı. Farklı kültürlerin birbirinden güzel renklerinin bir araya geldiği şölende sergilenen halk oyunları gösterileri beğenildi.
Afyonkarahisar 26 Ağustos Tabiat Parkı'nda gerçekleştirilen şölene yüzlerce kişi katıldı. Afyonkarahisar Oğuzboyu Yörükler Türkmenler Derneği organizasyonunda yapılan şölene Kırım, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kerkük gibi bölgelerden halk oyunları ekipleri ve sanatçılar katıldı. Misafirlerin kurulan geleneksel kıl çadırlarında ağırlandığı şölende genç, yaşlı ve kadın, erkek bütün katılımcılar çalınan müzikler eşliğinde kendi yörelerine ve kültürlerine ait oyunları oynayarak gönüllerince eğlendi.
Şölenle ilgili bir açıklama:
Şölenle ilgili bir açıklama yapan Afyonkarahisar Oğuzboyu Yörükler Türkmenler Derneği Başkanı Şakir Altıntaş, şöleni yapmalarında amacın, Türk tarihinde en az Çanakkale kadar önemli bir yere sahip olan Afyonkarahisar'ın tanıtımına destek sağlamak olduğunu kaydetti.
Altıntaş, Afyon'un Cumhuriyet'in kazanıldığı topraklar olduğunu belirterek şöyle konuştu: "Bu yüzden Türk Dünyası Bilim ve Kültür Şölenini burada kutlamaya karar verdik. Bunu yurt dışındaki Türk Cumhuriyetlerine de söyledik, onlarda olumlu karşıladılar ve bu şöleni böylece düzenlemiş olduk. Şuan burada 6 Türk Cumhuriyeti'nin sanatçısı ve halk oyunları ekipleri var. Türkiye'den de 41 kentten katılım var."
Gerçekleştirilen şölenin bir gün süreceği ve bugün akşam saatlerinde sona ereceği kaydedildi. Şenliğe ayrıca Millet Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali de katıldı. – 15 Eylül 2013,
AFYONKARAHİSAR
*
C.SONUÇ BİLDİRİSİ
Türk’e ihanet eden bedelini ödeyecek!
Afyonkarahisar’da çok sayıda vatansever aydının katılımıyla düzenlenen Türk Dünyası Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, “Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk milletine de kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu z
Türk Dünyası Kurultayı’nın Afyonkarahisar’da gerçekleştirdiği iki günlük toplantının ardından hazırlanan sonuç bildirgesinde, “Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk Milleti’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu zihniyette olanlara ihanetlerinin bedeli mutlaka ödettirilecektir” denildi.
Bildirgede şu hususlara dikkat çekildi:
Çıkarcı cepheler
* “Türk Dünyası geçen yüzyılda insanlık dramları arasında iki mutluluğu da yaşamıştır. Birincisi, 1920’lerde bütün mazlum dünyaya bağımsızlık ateşi yakan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün başkomutanlığındaki Büyük Zafer’dir. İkincisi, 1990’larda Batı Türkistan Türkleri’nin bağımsızlıklarına kavuşarak yeniden tarih sahnesine çıkmasıdır. BöyleceTürkler, binlerce yıldır anıtlar, yazıtlar ve şaheserlerle üç okyanus arasında yazdıkları destanlara ve yüksek medeniyete yenilerini eklemek sorumluluğunu tekrar yüklenmiştir. Türk Dünyası değerler dünyasıdır. Yaşadıklarını ve yaptıklarını değerlere dayalı olarak yaşayan ve yapanların adıdır Türk Milleti. Günümüzde sömürgeci açgözlülüğünün çıkarcı cephesi ile değerlere dayalı insanlığın mücadelesi, dünyanın ve insanlığın geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Bu mücadelede Türk Dünyası’nın safı bellidir. Yalnız gurur duyulacak işler yapmaya adanmış ve tarih boyunca yaptıklarıyla insanlık onurunu yükseltmiş bir milletin mensupları, bağlandıkları değerleri ve fazilet kurallarını kurumlaştırarak gelecek yolculuğuna devam edecektir. Bu küresel yolculuğun son haritası iki büyük Türk tarafından çizilmiştir: Gaspıralı İsmail ve Atatürk: “Dilde, fikirde, işte birlik” ve “Yurtta sulh, cihanda sulh.”
Bütünlüğümüze saldırı
* Türkiye Cumhuriyeti ikinci dünya savaşından sonra dünya Türklüğüne yapılan saldırıların hedefi olmuştur. Önce EOKA ile Kıbrıs Türklüğü, ASALA ile Türk temsilcilikleri, son olarak PKK ile ülke ve millet bütünlüğümüz saldırıya uğramıştır. Sömürgeciliğin kirli emellerine maşa olan bu insanlık dışı terör çeteleri günümüzde de Türk Milleti’nin insanlığa sunduğu değerlere saldırılarını sürdürmektedir. Sömürgeciler ve uzantıları zaman zaman yılgınlığa düşmüş, ihanet bağımlısı yapılmış, aidiyet krizine tutulmuş kişi ve kurumların işbirliğinden yararlanmaktadır. Bunların oluşturduğu koalisyonlar Türk Dünyası’na ve Türkiye Cumhuriyeti’ne de kayıplar verdirmektedir. Kurultayımız açıkça ilan etmektedir ki, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını, Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin milli-üniter yapısını bozacak her türlü uygulama yok hükmündedir. Türk Milleti hukuk dışı yollarla yürütülen süreçlerin hesabını sormaya, kayıpları tazmin ettirmeye ve sorumluların ihanetini ödetmeye her zaman muktedir olmuştur ve gelecekte de olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk Milleti’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu zihniyette olanlara ihanetlerinin bedeli mutlaka ödettirilecektir.
* Kurultayımız çalışmalarını bir program dahilinde bütün Türk Dünyası’nda, İslam aleminde ve insanlık değerlerine bağlı bütün halklar arasında kurumlaşarak sürdürecektir.
* Türk Dünyası’nda mevcut olan tarihi eserlerden 35 bin kadarının yok edildiği dikkate alınarak kalanlarının korunmasına büyük bir hassasiyet gösterilmelidir. Yine soydaşlarımızın manevi kültürlerini güçlendirecek ve yaşatacak politikalara önem verilmelidir.
* Türk Dünyası davasının sürdürülmesinin Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün güçlendirilmesine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple Türk milli varlığına yönelik ırkçı ve bölücü tehdit ve tehlikelere karşı kesin sonuç alıcı tedbirlere acilen başvurulmalıdır.
* Bu hedefleri gerçekleştirebilmek için Türk Dünyası’nın birlik ve bütünlük içinde bulunmasına hayati derecede ihtiyaç olduğuna inanmaktayız. Bu inancı taşıyanların büyük bir sorumlulukla karşı karşıya oldukları açıktır. Gelecek kurultaya bu temel amaca göre belli bölgeler ve belli sektörler için önerilen ekli hususlarda teknik raporların hazırlanarak gelinmesi uygun bulunmuştur.
Panele kimler katıldı?
Oğuz Boyu Yörükler ve Türkmenler Derneği, Türk dünyasının önde gelen isimlerini bir araya getirdi.
Afyonkarahisar’da gerçekleştirilen geleneksel “Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni” etkinliklerine şu isimler katıldı: Hasan Korkmazcan (Türk Parlâmenterler Birliği Onursal Başkanı ve 14.15.19.20. Dönem Denizli Milletvekili), Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Sevgi Kafalı, Pof. Dr. Hanım Halilova (Ebulfeyz Elçibey’in Danışmanı), Julıia David (Ressam-Macaristan), Issak Balazs (Sekel Konsey Başkanı), Csiki Sandor (Sekel Konsey Başkanı), Işık Ahmet (Dostluk, Eşitlik, Barış Partisi Onursal Bşk.), Özcan Pehlivanoğlu (Rumeli Balkan Türkleri Federasyonu Başkanı), İsmail Cengiz (Doğu Türkistan’nın Sürgündeki Başbakanı), Abdullah Buksur (Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği kurucu Başkanı, İHAF genel sekreteri), Arif Bütüç (Kosova -Mamuşa Belediye Başkanı), Mahmut Kasapoğlu (Irak Türkmenleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı), Güllü Karanfil (Gagavuz Türkü), Abdülhaluk Çay (Dış Türklerden Sorumlu Eski Devlet Bakanı), Prof. Dr. İlber Ortaylı (Tarihçi ), Sadi Somuncuoğlu (Eski Devlet Bakanı), Aykut Edibali (Şeyh Edabali’nin torunu - Millet Partisi Genel Başkanı), Prof. Dr. Batur Norboy (Kazakistan Özbek Üniversitesi Pedagoji Bölümü eski Dekanı). 16 Eylül 2013 - YeniÇağ,
*
BİR HATIRLATMA!..
Hasan Korkmazcan'ın Kırıkkale konuşmasının tam metni (*)
Başkent Ankara Meclisi'nin Kırıkkale'de düzenlediği toplantıda bir konuşma yapan Türk Parlamenterler Birliği Onursal Başkanı-Başkent Ankara Meclisi Kurucular Kurulu Üyesi Hasan Korkmazcan hem kuruluşla ilgili bilgi verdi, hem de günün gündemini değerlendirdi. Korkmazcan'ın konuşmasının tam metnini sunuyoruz.
Bugün Ankara ve Kırıkkale buluşması aslında bir ayrılığın giderilmesi amacını taşımamaktır. Kırıkkale Ankara bizim gönlümüzde her zaman bir bütündür. Başkent Ankara düşüncesi, felsefesi, değerleri neleri ihtiva ediyorsa bu Kırıkkale için de mevcuttur.
Ben hayatımın 44 yılını Ankara'da geçirdim. Seçim bölgem Denizli'den daha çok Ankara'da bulundum ama aynı zamanda Kırıkkaleliyim. 
Çünkü Kırıkkale'de hemen hemen gitmediğim kasaba, faaliyetlerine katılmadığım belde yoktur.
1976 yılında benim düğünüme Kırıkkale'den bir folklor ekibi katılmıştı Erdoğan Çatalok'un organizasyonuyla. Yani Denizli'den zeybek ekipleri vardı ama Kırıkkaleli seymenler de vardı. Onun için her birimiz biraz hafızamızı zorlarsak herkesin Ankara Kırıkkale birlikteliğiyle ilgili hatıraları mevcuttur.
ANKARA, TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI
Türkiye'ye dışarıdan bakınca, dünyadan bakınca Ankara neyi ifade ediyor o konudaki gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
1970 yılında Vietnam'a gitmiştik bir parlamento heyeti olarak. Vietnam'da o zaman iç savaş vardı. Bir vilayette bizi misafir ettiler. Tabi iç savaş dolayısıyla kaldığımız otelin etrafında bizleri korumak üzere tanklar vardı. Orada bir generalle tanışmıştık. O General Ankara'nın önemini özellikle Kurtuluş Savaşı'nda Fransa'ya karşı verdikleri mücadelenin kendi mücadeleleri için verdiği ilhamı gece boyunca bize anlattı.
Jöntürkler'den itibaren Osmanlı döneminin emperyalizmle mücadelesini ve Atatürk'ün öncülüğünde yapılmış olan Kuvay-i Milliye ve Milli Mücadele hareketini teferruatıyla bilen bir generale biz Asya'nın en uzak yerinde rastlamıştık. Bir başka tesadüf 1975 yılında Londra'da otelde gece nöbeti tutan bir delikanlıyla sohbet ediyordum.
Bana soyadının Ankara olduğunu söyledi. Bu çocuk Taylandlı, İngiltere'de tahsil yapıyor ve aynı zamanda çalışıyor. Şaşırdım, inanmadığımı görünce nüfus kağıdını çıkarttı. Dedesinin Fransızlarla mücadele eden bir direnişçi olduğunu, Mustafa Kemal'in yaptığı mücadelede hep Ankara ordularının zafer haberleri çıkarken soyadını Ankara olarak aldığını söyledi.
ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇILARININ BAŞKENTİ
Demek ki Ankara sadece Türkiye'nin başkenti değil özgürlük savaşçısı bütün insanların başkentidir.
Ankara aynı zamanda yabancı güçlere boyun eğmeyen, yabancı güçlerle mücadeleyi insanlık onuru sayan bütün insanların başkenti ve sembolüdür.
Filistin eski devlet başkanı Yaser Arafat da bir vatan toprağına sahip olabilme mücadelesinde Ankara'dan ilham aldıklarını ifade etmişti.
Son zamanlarda birtakım tartışmalar yapılıyor.
Ankara'nın başkentliğini tartışmaya kalkışanlar var, Türk bayrağını tartışmaya kalkışanlar var, Türk milleti kavramını tartışmaya kalkışanlar var. Bu kavramların tartışılması bir fikir özgürlüğüyle ilgili değildir. Bu kavramları tartışabilmek için Türkiye'nin bir savaşa girip ve bu savaşta mağlup kayıtsız şartsız teslim olması lazım.
Türkiye böyle bir durum içinde değil. Kayıtsız şartsız teslim olduğu dönemlerde dahi bu kavramları tartıştırmamış biz toplumuz biz.
Dünyada İkinci Dünya Savaşı yapıldı. Üç ülke kayıtsız şartsız teslim oldu: Almanya, İtalya, Japonya. Bu ülkelerin işgal güçleri komutanları tarafından yazılmış olan anayasalarına bakın. O anayasalarda ne Alman milleti tartışılmıştır ne Japon milleti ne de İtalyan milleti. Aslında bir devletin, bir milletin, bir halkın 76 milyonluk toplum biz tarihimizden memnun değiliz değiştirmek istiyoruz deseler bile bunu yapmaya yetkileri yoktur.
Tarihi gerçeklerden kopuk bir siyasal düzenleme yapılamaz.
Tarih “1000 yıldan beri bu topraklarda Türk milleti egemendir” diyor.
Dünyadaki bütün kütüphanelere bakılsın Selçuklu, Osmanlı, cumhuriyet olarak birbirine eklenmiş olan devlet Türk Devleti'dir. Burada yaşayan insanların adına da siyasi olarak, hukuki olarak Türk Milleti denilir. Türk milleti şemsiyesini bayrağımızla simgelenen bu şemsiyeyi bu topraklardan kaldırırsak altından Bizans çıkar. Hiç başka bir şey çıkmaz. Ne Türkmen ne Oğuz ne Kayı boyu ne Kürt ne Çerkez hiç biri çıkmaz Bizans çıkar. Çünkü burada Bizans egemenliği vardı. O egemenliği Alparslan aldı.
ALPARSLAN VE DİYOJEN
Alparslan'ın yakaladığı, temsil ettiği milli şuur insanlık yüceliği dünyanın bugünkü süper güçlerinde var mı? Alparslan 1071'de Malazgirt'te Diyojen'i adeta yalvarırcasına savaştan caydırmak istedi ama Diyojen çarpışma konusunda ısrar etti. Çarpışmanın sonunda Diyojen mağlup oldu ve esir düştü. Alparslan Diyojen'in hayatına kıymadı, köle yapabilirdi yapmadı, bir yerlere kapatabilirdi onu da yapmadı ve serbest bıraktı.
Böyle bir devlet şimdi dünyada var mı?
Herhangi bir zavallı adamı yakalıyorlar. Yıllarca kovalıyorlar. Ondan sonra cenaze töreni bile yaptırmadan denize atıyorlar. Kim olursa olsun hangi suçu işlemiş olursa olsun bir insanın ölüsüne eza cefa yapılmaz.
Bunu demokrasi, insan hakları savunucusu milletler yapıyor.
Buna ses çıkarmayanların hepsini de suç ortağı yapıyorlar.
Bize gelecek sene 1915 yılını soykırım diye sormaya kalkacaklar.
Beş milyon Rumeli'de kırılmış Müslüman daha yüz yıl olmadı onların hesabını verdikleri gündeme getirdikleri yok. Olmamış bir şeyi zorla Türkiye'ye kabul ettirmek istiyorlar. Soykırım yapan bir millet Alparslan'ın insanlık değerleriyle hala övünür mü? Bizim milletimize ırkçılık yapıyor demek bir iftiradır.
Bazı kişiler batıdan aşılanmış bir virüsle Hitler ırkçılığına benzer şekilde insanların soyunu, kökenini tartışma konusu yapıyorlar. Bunlar bizim milli kültürümüz içinde yok. Biz insanları sadece ülkeye hizmetleri oranında kamu alanında değerlendiririz. Onun ötesinde ayrım yapmayız.
TARİHİMİZ İFTİHARLARLA DOLUDUR
Ülkeye hizmet edebilecek kişileri de bir tarafta Bosna-Hersek'ten bir tarafta Cezayir'den bir tarafta Horasan'dan toplar getiririz. Onlara aynı dava uğrunda dünyaya medeniyet örneği olarak gösterir istihdam ederiz. Tarihimiz iftiharlarla doludur.
Bizim 32 bin tarihi eserimizi, kültür eserimizi son 150 yıl içinde ortadan kaldırdılar. Bunların dört biri Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve Sırbistan'da…
Şu an içinde bulunduğumuz polis evinden çok daha büyük külliyelerimiz sadece Osmanlı eseri diye ortadan kaldırıldı. Biz de böyle bir şey yok. Ben geçen hafta Aydın, Denizli, Muğla illerinde dolaştım. Oralarda dedelerimizin bekçiliğini yaptığı Roma eserleri, Afrodisias'a gittik Alman mimarlar vardı onlar gezdiler gördüler. Biz çocukluğumuzda o eserlerin etrafında kuzu otlatırdık. Hala ayakta duruyor. Türkiye'de bir şey yıkılmışsa yani Osmanlı'nın hâkim olduğu coğrafyada bir şey yıkılmışsa hayat şartları dolayısıyla, depremler dolayısıyla olmuştur. Maddi ve manevi ne kadar değer varsa biz onların hepsini sahiplendik, hepsini bünyemizde yaşatıyoruz ve yaşatmaya devam edeceğiz.
(*) KIRIKKALE: 10 Nisan 2013

13 Eylül 2013 Cuma

Prof. Dr. İsa KAYACAN

Menderes  ve dönemlerine ait yayınların
pek çoğu gerçeği  yansıtmıyor
Özel televizyonlarımızın pek çoğunda yayınlanan dizilerde, gösterilen bölümler sık sık tekrarlanırken, yine bu Tv. Açık oturumlarına konuşmacı olarak katılanların, özellikle yaşı çok genç olanların bilmedikleri, yorum getirmedikleri konular kalmadığı görülüyor.
            Demokrat Partinin l950 ve l960 yılları arasındaki hizmetleri, o dönemin unutulmaz lideri Adnan Menderes’le ilgili tv’lerde yayınlanan belgesellerin de hemen hemen hiçbiri gerçekleri yansıtmıyor.
            Bu yayın ve belgesellerde, o dönemin olumsuzlukları öne çıkarılarak, özellikle gençlerin doğru bilgilenmeleri önleniyor.
            Son olarak özel bir Tv Kanalında, “Ben onu çok sevdim” adıyla yayınlanan belgeselde, rahmetli Adnan Menderesin özel yaşamına, mahremiyetine girilmiş, sanki o dönemden söz ederken konu edilecek, üzerinde çalışılacak başka bir yön veya yönleri yokmuş gibi, özellikle özel hayatının karalanması yolu seçilmiştir.
            Bu tür belgeseller mutlaka bir amaç ve hedef gösterilerek yapılıyor, yayınlanıyor. Kaynak olarak gösterilenler, ya genç bir yazarın kitabı oluyor, ya da üç beş kitap okuyarak o dönemin otoritesi gibi gösterilen sözde araştırmacılardan söz edilerek, yola çıkılıyor. Bunlar doğru değildir!.
            Önceki günlerde değişik özel Tv kanallarında Menderes ve dönemine ait farklı imzaların ortaya koyduğu belgeseller izledik. Hemen hemen hepsinde,l950 dönemi başlangıç alınıyor, hızla l960’a geliniyor, 27 Mayıs 1960 ihtilali yaptırılıyor, kısaca Yassıada mahkemeleri veriliyor, arkasından idamlar gösterilip, sonuca geliniyor.
            1950 yılına nasıl gelindi?, Nasıl bir Türkiye teslim alındı?, O günün Türkiye’sinde demokrasimiz neyin üzerine oturtulmuştu?, Kırsal kesimin durumu neydi?, Okur-yazar oranımız  hangi rakamlardaydı? Kalkınmaya yönelik neler yapıldı?, Nereden nereye geldik?, 27 Mayıs ihtilali niye yapıldı?, İhtilal yapanların yaşları, rütbeleri neydi?, Sonra neler oldu?.Yassıada mahkemeleri nasıl kuruldu, orada sözde Adalet nasıl işledi? Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol’un, savcı Ömer Altay Egesel’in Menderes ve arkadaşlarına, orada yargılananlara karşı nasıl hitap ettikleri, Yassıada komutanı  Albay Tarık Güryay’ın Menderes’in eşi Berrin hanımefendi, çocuklarıyla birlikte ziyarete gittiğinde bu Albay’ın kendi odasında nasıl davrandığı, nasıl hakaret ettiği, Adalet Gazetesinin sahibi ve yürekli gazeteci rahmetli Turhan Dilligil’in Yassıada’yla ilgili yazdığı kitaplarından birinin  adının, neden “Allahsız Gardiyan” olduğu gibi noktalar üzerinde araştırmak, bilenlerden sormak, ona göre yayın yapmak, belgesel hazırlamak gerekiyor.
            Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in 1960  öncesi, Başvekil Adnan Menderes’e yazdığı  mektubun ihtilal sonrası  nasıl sansürlenerek kamuoyuna duyurulduğunu, Cemal Gürsel’ in bu konuda nasıl ses çıkarmadığını, Mahkeme Başkanı Salim Başol’un yargılananlara nasıl  azarladığını, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” gibi güç gösterisi yapan, adres gösteren tutum ve davranışları üzerinde durulması gerektiğini, idamların yapılacağı günün öncesi, CHP  Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Yassıada ve İstanbul’da konuşacak kimse bulunamadığını, telefonuna kimsenin çıkmadığını  hatırlamalı, bunların üzerinde dikkatlice durmalıyız. Hüsamettin Cindoruk’un, “27 Mayısı silahlı kuvvetler değil, silahlı subaylar yaptı. Beş bin subayı emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekletirdiler aslında” cümlesi 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanların gerçek fotoğrafıdır.
            Bir anı:
Yassıada mahkemeleri sona erer. Mahkeme Başkanı Salim Başol, İstanbul’da  alış veriş için bir markete girer. Kasaya yaklaşır, para ödeyecektir. Marketin sahibi kasanın önündedir. Salim Başol’a dönerek: “Ben sizi tanıyorum. Yassıada hâkimiydiniz, idamlar verdiniz, idam yaptırdınız” deyince, Salim Başol tanınmışlığının gururu içine girer ve market sahibinin cümlelerinin sonunu bekler. Market sahibinin cümlesinin sonu ilginç ve düşündürücüdür: “Bu yüzden benim size satacak malım yok siz buradan alışveriş yapamazsınız” deyince, buz gibi bir rüzgâr eser ve Salim Başol aldığı gıda maddelerini bırakarak, ardına bakmadan marketten uzaklaşır.
            Tv’lerde bu ve bunun gibi gerçekler, Menderes dönemine  ve Menderese gösterilen ilgi ve sevginin büyüklüğü,önemi ve vazgeçilmezliği neden anlatılmıyor acaba?..

12 Temmuz 2013 Cuma

BEKİR ÖZTÜRK'ÜN YENİ KİTABI: "ÇAPULCU"

Bekir Öztürk’ün son kitabı “ÇAPULCU” çıktı
Yazar Bekir ÖZTÜRK
“Polis Darbesi” kitabıyla AKP Hükümetinin ülkeyi nereye götürmek istediği konusunda önemli tespitler yapan Bekir Öztürk; “Bu iddiaları bu gün abartılı bulabilirsiniz ancak bu kitabı okuduğunuz günden itibaren karşılaştığınız ve polisin taraf olduğu her olayda aklınıza bu kitap gelecek, her seferinde ‘Polis Darbesi kitabı gerçekleri yansıtıyormuş’ diyeceksiniz.” diyerek adeta polisin son bir ay içinde uyguladığı vahşeti işaret ediyordu.
Bekir Öztürk, Polis fetişizminin ortaya çıkardığı sonucu ise Togan Yayınevinden çıkan “ÇAPULCU” isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatıyor.
Başta AKP’nin iktidar olmasında ve bu güne kadar iktidarda kalmasında etkili olan “Liberal Aydın” lar olmak üzere çok sayıda AKP destekçisinin milyonlarca eylemciye “Çapulcu” diyen Tayyip Erdoğan’a karşı yaptıkları eleştirilere de kitabında yer vermiş.
Kitabın arka kapağında yandaş ve muhalif kanadın önemli yazarlarının değerlendirmelerine yer verilmiş.
İşte Kitabın arka kapağındaki görüşler;
Emin Çölaşan; Son olaylar sadece Tayyip’in karizmasını çizmekle kalmadı, ülkemizi yurtdışında da rezil etti. Aslında hiçbir şey bilmiyor, nutuklarını eline danışmanları tarafından tutuşturulan notlardan okuyor. Pot kırıyor, gaf yapıyor, vecizeler yumurtluyor… Sonra başkaları onun kırdığı potları tamir etmek için açıklamalar yapıyor.
Bekir Coşkun; On senedir anlatamadık; diktadan, faşizmden, yıkımdan, kinden, nefretten, intikamdan demokrasi çıkmaz…Demokrasi, çağdaş insanların rejimidir…Ve dünya gördü…
Bundan “Başbakan” olmaz…
Yılmaz Özdil; Milyonlarca tweet atsınlar, bizim tek bir besmelemiz oyunları bozar. Biz ellerimizi semaya açıp duamızda, Arafat’ta, vakfemizde, namazda direniriz. Onlar camilerimizde içki içsinler, bu milletin ya Allah, ya fettah demesi bütün hesapları altüst eder. Onlar yaksınlar yıksınlar yağmalasınlar, bizim tek bir la havlemiz tuzağı bozar (….) Bırak milli iradeyi, demokrasiyi… Vatikan’daki Papa seçimlerinde bile din bu kadar kürsüye taşınmaz.
Şükrü Alnıaçık; Başbakan Erdoğan, 11 yıldır partisinin parlamento üstünlüğünü kullanarak bütün meşru kamu yönetimi mekanizmalarını, sol- liberal, ve diğer rejim karşıtı güçlerin desteği ile kontrol altına aldı.
Cengiz Çandar; Bu satırların yazarı, Ak Parti’yi iktidara getiren ‘geniş koalisyonun muhtemelen sonsuza dek sona ermiş olabileceği’ hükmünü veriyor.
Hasan Cemal; Gezi gözaltıları’ hızlanıyor, ‘Duran Adamlar’ içeri alınıp sorgulanıyor. Anlaşılan o ki, bir cadı avı start almış durumda, yazık.
Ahmet Altan; Başbakan’ın tek adam olmasından kendine siyasi ikbal devşirme hayalleri olanlar var ama bütün AKP’liler öyle değil, Erdoğan’ın tek adamlığı için bütün ülkeyi yakmayı göze alacak mısınız?
Dücane Cündioğlu; Taksim Parkı İstanbul’un gamzesidir, üzerine beton dökülmemeli, bilakis kışla + Avm ihtirasına gem vurulmalı! Taksim direnişi İstanbul’un tarihinde İstanbul’un yüzüsuyu hürmetine gerçekleşen ilk direniş!
Mehmet Altan; Ak Parti kendi lehine olmayan her hareketin arkasında kendisini devirmeye yönelik büyük bir tehlike görüyor…

14 Mayıs 2013 Salı

Rasim CİNİSLİ: "TEVFİK İLERİ"

TEVFİK İLERİ
YAZAN: RASİM CİNİSLİ
TEVFİK İLERİ
1911 yılında Rize’nin Hemşin kasabasında dünyaya geldi. Babası Hafız Celal Efendi, annesi Fatma Hanım’dır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Osmanlı olarak doğdu. T.C. vatandaşı olarak yaşadı. I.Dünya savaşı sona erince Tevfik İleri, küçük kardeşleri ile beraber dedesinin yanına İstanbul’a yerleşti. İstanbul’a gelişini şu cümlelerle anlatıyor :
“Aslen Rize’liyim. Küçük yaşta kardeşlerimle beraber bir sivil kaymakam mütekaidi olan büyükbabamızın Fatih’deki evine sığınmak üzere İstanbul’a geldik. Harp yeni bitmişti. Hayat hudutsuz derecede pahalıydı. Önceleri ilk mektebe, sonra da Gelenbevi Ortaokulu’na devam ettim. Sıkıntılı seneler ailemizi tam bir fakr-ü zarurete düşürmüştü. Onun için tatillerde boynuma astığım bir kutu içinde sigara kağıdı satıyordum. Okumak ve adam olmak ve hatta yaşamak için bunu yapmak zorundaydım. İşportacılık da yaptım.”
“Mektep, senede bir çift potin verirdi bana. Bayram ve tatil günleri bu yeni kunduraları kardeşimle nöbetleşe giyerdik.”
Gelenbevi Ortaokulu’nu bitirince imtihanları kazanıyor ve Leyli meccani olarak mühendis mektebinde okumaya başlıyor.
Yüksek mühendislik okulunda okuduğu yıllarda Talebe Cemiyeti ve M.T.T.B. başkanı seçiliyor. 1934 yılında mezun olunca 23 yaşında Karayolları kontrol mühendisi olarak tayin edildiği Erzurum’da 4 yıl görev yapıyor.
Erzurum’da iken hemşehrisi Vasfiye hanımefendi ile evleniyor. Eşine mutluluk duygularını ifade ederken şöyle diyor: “Biz önce vatanımızı ve milletimizi seveceğiz sonra da birbirimizi”. Bu sağlıklı ve mutlu yuvanın kuruluşunda bu cümle temel taşı oluyor. Örnek alınacak bu aile hayatı, üç kıymetli evlat yetiştirmiş ve 28 yıl devam etmiştir. Evliliklerinin ilk yıllarında biri Erzurum’da Aziziye şehitlerinin toprağına, biri de Çanakkale şehitlerinin yanına olmak üzere, iki melek yavrularını emanet edip vatan hizmetine devam ediyorlar.
1937-1942 yıllarında Çanakkale’de,
1942-1950 yıllarında Samsun’da bölge müdürü olarak mesleki hayatının zirvesine ulaşmıştır.
1950 yılında D.P. Listesinden Samsun milletvekili seçilerek siyasete atılıyor.
1950-1960 yılları arasında Adnan Menderes hükümetlerinde, kısa bir süre Ulaştırma Bakanlığı yaptıktan sonra;
(1950-1953) Milli Eğitim Bakanı
(1953-1955) T.B.M.M. Başkan yardımcısı
(Nisan 1957 / Kasım 1957) Milli Eğitim Bakanı
(Kasım 1957 / Ocak 1958) Başbakan Yrd. ve Devlet Bakanı
(1958-1960) Bayındırlık Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı
Kalkınma ve hizmet için zamanla yarışan D.P. kadrolarının önünü, 27 Mayıs darbesi kesmiştir. Bana göre Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayı 27 Mayıs 1960 darbesidir.
27 Mayıs Darbesi ile kurulan Yassıada mahkemelerinde idam cezasına maruz kalıyor. Daha sonra Kayseri hapishanesinden hastaneye sevk ediliyor. 31.12.1961 tarihinde vefat ediyor. Tarih sırasına göre Tevfik İleri Bey’in hayat çizgisi kısaca böyle. Çizgisi diyorum, çünkü hayat hikayesi kitaplara sığmayacak kadar zengindir.
Tevfik İleri gibi M.T.T.B. başkanlığını yapanlarımız var. Bakanlık yapmış, Meclis başkanlığı, Milli Eğitim bakanlığı yapmış niceleri var. İsmi unutulmuş niceleri...
M.T.T.B. denince ilk akla gelen isim, neden 75 yıl önceki başkan Tevfik İleri oluyor?
Milli Eğitim Bakanlarını sıraya dizseniz, neden zihinler Tevfik İleri merhumunu hatırlar ve arar?
Bu ayrıcalık, bu unutulmazlık, bu yücelik nereden geliyor?
Ben bu sohbetimizde bu örnek insanın özellikleri üzerinde durmak istiyorum. Çünkü Tevfik İleri’nin ruhunu, imanını, aşkını ve coşkusunu tanımadan Tevfik İleri ve benzerlerini anlayamayız.
Düşünüyorum da; Tevfik İleri Bey’e yakın olma şansım olsaydı, onun yaşantısını yakınından inceleseydim neler görürdüm, neler öğrenirdim diye bu açıdan bakarak Tevfik İleri’yi anlatmaya çalışacağım:      
Tabii ki aile mensubu olan muhterem hanımefendileri Vasfiye annemizden ve değerli evlatları Cahide ve Ayşe hanımefendilerden, aziz dostum Cahit beyefendiden eksiklerimi, noksanlarımı; olursa yanlışlarımı bağışlamalarını rica ederim.
Değerli dinleyenlerim, Aziz dostlarım;
Büyük ruhlar, üstün karakterli insanlar aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmışlardır. Onlar, hizmetin ve aşkın yolunda yürürken, çile ve zulüm da onların peşini bırakmamıştır. Ama hepsi yüce değerler uğruna fani alemi ve tarihi süsleyip geçmişlerdir.
İYİ BİR MÜMİN
Tevfik İleri her şeyden önce kulluk idrakine varmış bir mümindi.
Toprağa çıplak ayakla basan her çocuk gibi, Tevfik İleri de mayasını doğduğu yöreden almıştır.
Yaradana inanmış bir kucağa doğdu. Anasının ak sütü ile beslendi.
İlk duyduğu ses kulağına okunan Ezan-ı Muhammedi’ye; ilk gördüğü ışık Anadolu gelininin nurlu yüzü; ilk koku babası Celal Hoca’nın dualı besmeleli ağzından çıkan nefesinin kokusu... Müslüman Türk yuvasında ilahi ninnilerle büyütülen bebek Tevfik İleri’nin Hemşin’in yeşili ile kucaklaşması tabiidir. Çocukluğunda toprağın rengini, gökyüzünün mavisini, güneşin aydınlığını, gecenin karanlığını, yıldızlı semayı; Yaradanın insanlığa bahşettiği büyük kitabı; yani tabiatı ve kainatı Hemşin atmosferinde tanımış oldu. Kuşu, kediyi, köpeği, yağmuru, rüzgarı oyunlarına arkadaş yaptı. Yaradanı hatırlatan her şeyi; nedeni, niçini, sorgulamaya küçük yaşta başladı. Yeşil bir menekşe dalında 8 rengi burada gördü. Bu manzaralar çoğumuzu ilgilendirmez. Bakar geçeriz. Ama büyük ruhlar meraklıdır, tefekkür ederler. Bana göre Tevfik İleri tefekkür edebilen büyük ruh sahiplerinden birisiydi. Hayat hikayesini iyi anlayanlar bu sezgiye varabilirler. Çünkü :
Daha ilkokul yıllarında ilmin temeli sayılan matematiğe ilgisi tutkunluk derecesindedir. Meraktan öte aşk derecesindedir. Nedeni, niçini sorgulamak onun yaradılışında var. İlkokulda, riyaziyede sınıf birincisi olduğunu belirtiyor, hatta “bu yolda yürüseydim büyük bir riyaziyeci olabilirdim” diyor. Bu hususta hoş bir anısını anlatıyor: “Mühendis mektebinde okurken mektepler Perşembe günleri öğleden sonra tatil olurdu. Tabii ben eve yaya dönerdim. Riyaziye beni o kadar sarmıştı ki, kafamın içinde daima halline uğraştığım bir mesele bulunurdu. Mesela Galata Köprüsü’nden geçerken zengin insanları lüks içinde görür, haset ve kıskançlık duyacak yerde kendi kendime, ‘Onların her şeyleri var ama, kafalarının içinde bir riyaziye meseleleri yok’ diye acırdım.”
Olgun bir kişilikle kendinde olanın da olmayanın da bilincinde olduğunu görüyoruz. İnsanı insan yapan değerleri daha o yaşta keşfetmiştir; fukaralığı da biliyor, onu yenmek için işportacılık yapmayı da. İşte bu bilgilerden hareketle Tevfik İleri’nin büyük kitabı okumaya başladığını söyleyebiliriz. Demek ki kainatı, dünyayı ; tabiatta olup bitenleri inceleme, düşünme, tefekkür etme melekesini geliştirmiş ve Yaradana iman ederek ‘kulluk idraki’ne sahip Müslüman kimliğini kazanmış olduğunu anlıyoruz. Bana göre Tevfik İleri’nin üst kimliği kulluk idrakine sahip mümin olmasıdır. Bu dengeyi bulan insan huzuru yakalamıştır. Neyin nereden geldiğini, nereye gideceğini bilir...
Kulluk idrakine sahip olan neye sahip olmaz ki….
SORUMLULUK BİLİNCİ
Önce sorumluluk bilinci kazanıyor, bu bilinçle hayatın sırrını çözüyor. Kendine ve çevresine faydalı olmak için nefsini hizmetlere odaklıyor. Çalışma ve görev aşkı, coşku derecesine varıyor. ‘Nemalazımcı’ olamıyor, cesur oluyor. Doğruluk ve dürüstlük ömrünün sonuna kadar hayatına renk veriyor, fedakarlığı seviyor, vatan ve millet sevdası ile yanıp tutuşuyor, tevekkül ve Hakk’a teslimiyetle huzura varıyor. Bu bilinçle hayatın sırrına eriyor.
Şimdi bu karakteri daha iyi anlatabilmek için hayatının içinden bazı olayları alarak değerlendirmeye çalışalım.
Mühendis mektebindeki ilk yıllarında öğrenciler yemek boykotu yapıyorlar. Okul idaresi boykota katılan 7 öğrenciyi okuldan uzaklaştırıyor. Bu masum boykota verilen haşin cezayı kabul edemiyor. Adalet duygusu inciniyor.
Bu olay karşısında Tevfik İleri’nin tepkisi şöyledir:
“Bağrımızdan koparılırcasına ve haksız yere çekilip alınan bu arkadaşlarımızın acısı ve bu vesile ile bize karşı yapılan çok haksız muameleler bende haksızlıklarla mücadele etme hissini ve şuurunu yarattı. 18 yaşında idim ve o zamanlarda anladım ki, hayat sadece bir riyaziye çözmek için değildir ve insan olarak yapılacak daha birçok işlerimiz vardır.”
O güne kadar hayatın bütün zevkini riyaziye formüllerinde bulan genç Tevfik İleri; başkaları için de olsa hakkı ve haklıyı savunmaya; haksıza, zalime karşı olmaya başlıyor.
Akif merhumun dediği gibi;
“Hakk’ı bir zalime ihtar o ne şahane cihat”
Tevfik İleri 18 yaşında bu cihada başlıyor. Ömrü boyunca;
Zulmu alkışlamıyor zalimi sevmiyor
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmüyor
Kanayan bir yara gördü mü yüreği yanıyor
Adam aldırma da geç git diyemiyor
Çiğniyor, çiğneniyor Hakk’ı tutup kaldırıyor.
LİDER KİŞİLİK – MÜKEMMEL HİTABET
Üniversite gençliği 1932 yılında Yerli Mallar Mitingi yapmaya karar veriyor. O mitingde Mühendis Mektebi adına Tevfik İleri’nin konuşma yapması isteniyor. Topluluğa hitap ettiği ilk olay budur. Oradaki heyecanını şu şekilde anlatıyor:
“ O gün neler söylediğimi tamamı ile hatırlayamıyorum. Fakat bu memleketin bir köyünde doğmuş, fakr-ü zaruret içinde büyümüş, yüreğinde her hissin üstünde milli hisleri taşıyan genç bir insanın her türlü riyadan, gösterişten, edebiyattan âri lisanı ile ve Tanrı’nın lütfettiği bir kolaylık ve heyecanla konuştum. Bir an geldi ki; her cümlem devamlı surette alkışlarla kesildi, kulağımda o günkü alkış seslerinin akislerini hala taşıyorum. Ve ben, işte o gün, Türk gençliğinin ‘Tevfik Ağabeyisi’ oldum.”
Bu hitabet gücü, ömrünün sonuna kadar kitleleri kendine hayran bırakmıştır.
Tevfik İleri, bu olaydan sonra toplum için büyük hizmetler üstlenmeye başlamıştır. Bazen Akif gibi, bazen Namık Kemal coşkusu ile haksızların üzerine atılır. Bir iki örnek vermek gerekirse;
M.T.T.B.’nin tarihinde Gençlik hareketleri içinde bayraklaşan iki olay vardır.
Vagon-li ve Razgrat olayları. Bu iki olayın kahramanı da M.T.T.B.’nin unutulmaz başkanı Tevfik İleri’dir. M.T.T.B. denilince ilk akla gelen isim de O’dur.
M.T.T.B. 1916 yılında kurulmuştur. İmparatorluğun son yılları Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları; harp yılları, gençliğin canını ve sesini meydanlarda dökeceği yıllar...
Üzülerek söyleyeyim ki o döneme ait elimizde fazla bir bilgi yok….
M.T.T.B. varlığını ve etkinliğini ilk defa Tevfik İleri döneminde kabul ettirmiştir. İstiklal marşı söylenirken ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunma adeti onun zamanında başlatılmıştır.
O yıllarda Tevfik İleri diyor ki:
“Gençlik; iman, heyecan, mücadele ve kahramanlık çağıdır. Gençliğe mutlaka o hislerini tatmin edecek bir istikamet verilmelidir. Eğer gençlik başıboş bırakılırsa O, politika madrabazlarının ve satılmışların eline düşebilir. İşte bizim hareketlerimiz gençliğe en ulvi, en mukaddes heyecan yolunu göstermektedir.”
27 Mayıs öncesi ve sonrası; gençlik olaylarını hatırlayanlar bu sözlerin kehanet derecesinde olduğunu kabul ederler.
M.T.T.B. tarihinde unutulmayan Vagon-li olayı şudur:
O tarihlerde D.D.Y. yataklı vagonlarını Fransız şirketi Vagon-li işletirdi. Bu şirkette çalışan bir Türk memuru telefonda muhatabı ile Türkçe konuşurken Fransız müdürün hakaretine maruz kalır.
“Burası Fransız şirketi sen hangi dille uluyorsun. Burada konuşmalar Fransızca yapılır” der.
Bu küstahlık duyulur. Tevfik İleri, Adnan Ötügen ve arkadaşlarının içinde bulundukları gençlik hareketi ile sözde medeni Avrupalıya gereken cevabı verirler.
İkinci olay: Bulgaristan’ın Razgrat şehrinde Bulgar gençliği, Müslüman Türk mezarlıklarını tahrip ederler. Bu yaralayıcı olay milletimizi galeyana getirir. Tevfik İleri ve arkadaşları ise, İstanbul’daki Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenk koyarak, mezar taşından öc almak isteyen barbarlara cevap vermek isterler. Şehrin Valisi aynı zamanda C.H.P. Başkanı Cevdet Kerim, bu harekete izin vermez. Buna rağmen Tevfik İleri ve arkadaşları polis barikatını aşarak Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenklerini koyarlar. Bu asil ve vakur hareket dünyaya örnek olurken; o günün valisi ve emniyet müdürü tarafından cezalandırılır. Tevfik İleri ve arkadaşları emniyete götürülür nezarete atılırlar.
Yıl 1930, Atatürk haber alır ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’yü çağırır, sorar.
- “Koca siyasi, bak Bulgaristan’da Türk mezarlığı sökülmüş, bizim gençlik buna karşı bir numayış yapmış ve bir kısmı şimdi nezaretteymiş. Sen bu hadiseler hakkında ne düşünürsün?” demiş.
Türk devletinin Hariciye vekilinin cevabı ibret vericidir.
- “Paşam, vatanseverlik kolay değildir. Bu gençleri mahkum edelim. Vatanseverlikten dolayı onları böylece mükafatlandırmış oluruz. Bulgar dostlarımıza da ‘biz sizinle o kadar dostuz ki bu uğurda kendi gençlerimizi mahkum ettik’, deriz ve böylece meseleyi iki cephesiyle halletmiş oluruz .”
- Atatürk’ün cevabı ise; “Koca siyasetçi, sen bu kadar anlarsın. Senin dediğin gibi yaparsak, arkamızda olan gençliği karşımızda buluruz. ”
Gerçek şu ki; milletimizi, gençliğimizi yaralayan ne Bulgar ne Yunan ne de Moskof düşmanlığıdır. Bizi yaralayan, bizi düşündüren şey; öteden beri milletin mevkilerini kullanarak, milletin ekmeği ile yaşayarak bu aziz millete ihanet edenlerdir. Tevfik İleri ve onun gibi olanların zorluğu buradadır.
Tevfik İleri bu engellerden yılmadı. İnandığını cesaretle savundu. Çevresine ve topluma lider duruşu ile örnek oldu.
BÜYÜK İDEALİST
Tevfik İleri milletimizin yetiştirdiği büyük idealistlerdendir.
Mühendis olup bir an önce Anadolu’ya gitmek için gün sayarken, hocaları Tevfik İleri’nin Üniversite’de kalmasını istiyorlar. Tevfik Bey, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olduğunu bahane ediyor. Asıl maksadı; bir an önce Anadolu köylüsü ile kucaklaşmaktır. Okul müdür yardımcısı Sırrı Bey;
“Tevfik, anlaşılıyor ki sen nereye gitsen rahat durmayacaksın, cemiyet işleriyle uğraşacaksın, mücadele edeceksin. Biz arkadaşlarla konuştuk; senin bir de hukuk tahsili yapmanı istiyoruz. Tayinini Ankara’ya yaptıralım; hem maaşınla ailene bakmış olursun, hem de hukuk tahsil etme imkanını bulursun. Matematik ve hukuk bilgileri ile çok daha önemli hizmetler yapabilirsin.”
Bu teklif üzerine düşünüyor ki: “Eğer bir de hukuk tahsili yaparsam, beni derhal Ankara’da vekalete alırlar. Halbuki idealim Anadolu’da hizmet etmek, vatanı bütün çıplaklığı ile görmek, tanımak tetkik etmektir. Böyle bir teklifi kabul edersem, idealimi gerçekleştiremeyeceğim.”
O nedenle hocalarına tekrar gözükmeden Erzurum’a gider.
O yıllarda arkadaşı Necdet’e yazdığı mektupta diyor ki:
“İşte Necdet; ben bu milletin, bu çok sevdiğim milletin esas kısmını teşkil eden köylüyü görmek, dertlerini aramak, onların çaresini bulmak ve nihayet onlar için haykırabildiğim kadar haykırmak istiyorum... Ve eğer Necdet, milletime faydalı olacağımı, daha faydalı olacağımı ümit edersem, daha büyük bir selahiyetle çalışmak için, mesela mebus olmaya da çalışacağım. Her ne vaziyette olursam olayım, milletime yararlı olabilmeliyim. Onun için herhangi bir vazife başında olursam muhakkak kendi zevkim ve keyfim için vazife başına gelmiş olmayacağım.”
Bu ideal ve bu aşk; millet ve devlet sevdası, son nefesine kadar artarak devam etmiştir.
Erzurum’da Karayollarında mühendis iken okullarda fahri öğretmenlik yaptı. Eğitimin, bilginin önemine inandı. Gittiği her yerde bu önceliği dile getirdi.
Sözün burasında Tevfik İleri ile 28 yıl hayatını paylaşan Vasfiye annemizin bir hatırasını anlatalım;
“İlk görev yerimiz olan Erzurum’da bir pazar günü keşif için gittiği bir fabrikada, kendisine teklif edilen ücreti (ihtiyacı olduğu halde) kabul etmemiştir.
Tayinler, nakiller sırasında devletin verdiği ve hakkı olan harcırahları da almamıştır. İlk memuriyetinde başlattığı bu prensibi hayatının sonuna kadar devam ettirdi.
Yine Erzurum’da çalıştığı sırada Elazığ’a babamı ziyarete gitmiştik. Yıl 1939. O günlerde Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyeti altına girişinin yıl dönümü münasebeti ile Halkevi meydanında bir kutlama tertip edilmişti. Tevfik’in de bu toplantıda bir konuşma yapması istenmişti. Ondan önce konuşanlar, Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyetine terk edilmesine izin veren İngiliz, Fransız ve diğer İtilaf Devletleri başkanlarına minnettar olduklarını söylediler.
Tevfik sırasını beklemeden heyecanla balkona çıktı ve ellerini balkonun demirlerine dayayarak gür bir sesle, “Muhterem Elazığlılar, benden evvel konuşanlar bu günün muvaffakiyetini İngiliz, Fransız hükümetlerinin lütuf ve müsaadelerine borçlu olduğumuzu ve o hükumetlere müteşekkir olduklarını söylediler” dedi. Sesini daha da yükselterek devam etti;
“Arkadaşlar, inanmayın bunlara. Biz bu mesut günü mübarek Türk şehitlerine ve onların düşman kanına bulanmış süngülerine borçluyuz. Bunun aksini söylemekle, bu uğurda canlarını veren, evlatlarımız, kardeşlerimiz olan mübarek şehitlerimize ihanet ediyorlar.”
Bugün, eli kanlı Asala ve Taşnak hainlerinden özür dileme kampanyasını açanlar, dünkü gafletin, hatta ihanetin devamı gibi gözükmüyor mu?
Vasfiye Anne devamla diyor ki;
“ Erzurum’dan sonra gittiğimiz Çanakkale’de de şehitleri anma ve ziyaret günü tertip etti. Halkın iştiraki ile yapılan ilk anma oldu bu. Yine orada Namık Kemal’i anma gününde konuşurken, daha önce Behçet Kemal’in bir konuşmasındaki (Atatürk’ü kastederek) “Yaşayan Kemal varken ölmüş Kemal’den niye bahsedelim? sözlerine cevap olarak şöyle dedi: “Ölmüş büyüklerimize saygı göstermez ve unutursak, şimdi hayatta olanlar da aynı akıbete maruz kalırlar.”
BÜYÜK DEVLET ADAMI VE SİYASET ANLAYIŞI
Siyaset etkili hizmet etme sanatıdır. “Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer” sözü siyasetin içeriğinde vardır. Siyasette öyle hizmet etme imkanları doğar ki; bin insanın yapamayacağını, bin insan hayatına değen hizmeti bir kişinin yapması mümkün olur. Tevfik İleri siyaseti iyi algılayan ve doğru okuyanlardandır. Siyasetin Peygamber mesleği olduğunu bilenlerdendir.
Yozlaşmış, Ali’nin külahını Veli’ye takarak servet ve şöhret için siyaseti alet edenlerden nefret eder.
Merhum Tevfik İleri Bey’in poitikaya girişini değerli evladı aziz dostum Cahit İleri bey’in bir konuşmasından alıntılar yaparak anlatmaya çalışayım;
“Annemin aktardığına göre D.P.’ den milletvekili olma teklifi geldiğinde babam: “Allah’ım eğer siyasete girmekte şahsımıza bir şey varsa, nasip etme. Eğer hizmet edeceksek bize nasip et” diye dua etmiş. Babam da aynı günlerden şu hatırayı naklediyor: “Ben, bakmakla mükellef olduğum çoluk çocuğa sahip bir insan olarak birçok tehlikeleri mevcut olan bu mücadeleye atılırken en büyük kuvvet kaynağımı eşimde buldum. O bana yalnız şunu sordu: “Bizi Türkiye’den çıkarırlar mı? Bu olmadıkça bizi düşünme ve hiçbir şeyden çekinme.”
“1950 Mayısından 27 Mayıs 1960 darbesine kadar geçen 10 yılda babam D.P.’nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Meclis Reis Vekilliği ve Demokrat Parti Genel İdare Kurulu üyeliklerinde bulundu. Bu alanlarda memleketin maddi ve manevi kalkınmasına doğrudan ve dolaylı hizmet etmek imkanına kavuştu.”
Sözün burasında Vasfiye annemizin hatıralarına tekrar müraacat edelim;
“Samsun’da Bölge müdürü olduğu sırada 7 vilayetten sorumluydu. Gittiği yerlere beni de götürüyordu. Yolda gördüğümüz perişan manzaralar, insanların vergi borçlarını ödemek için yaz kış yalınayak, yarıçıplak yol inşaatlarında çalışmaları beni fazlasıyla üzüyordu. Bu yüzden Demokrat Parti saflarında siyasete girmeye karar verince onu yürekten destekledim. “Eğer bu insanları bu sefaletten kurtarabilecekseniz, ben de kendi payıma düşen her türlü fedakarlığa hazırım. Sen kendini tamamen hür hisset, bizi düşünmeden hareket et. Seninle çok mutlu bir 17 sene geçirdim. Bundan sonra bütün zamanını memlekete hizmette kullanabilmek için bizi yok farzet, rahat ol” dedim.”
“Yine Samsun’da kandil gecesi radyo dinliyorduk. Tevfik’e “Acaba bir gün radyodan o günün kandil olduğunun söylendiğini duyabilecek miyiz?” diye sordum. Kur’an-ı Kerim veya mevlüt okunması zaten söz konusu değildi.
Allah’ıma şükrediyorum ki, Tevfik ve mensubu olduğu D.P. köylüyü o sefaletten kurtardı ve radyoda kandillerde ve ramazanlarda özel programlar başladı.”
Tevfik İleri, siyaset meydanında bir yıldız gibi şavkıdı. Milletin sevgisini kazandı. O, milletini; milleti de onu çok sevdi. Bir konuşmasında;
“Milletin sevgisini alamayan, göremeyen, anlayamayan mebuslara çok acırım” ,
“Bu sevgiye ihanet etmek çok korkunçtur, buna kaniim ki; bu muzdarip ve mübarek millete hizmet edebilmek ibadetlerin en kutsi olanıdır. Benim için suçların en büyüğü, milletine ihanet etme suçudur.” demiştir.
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay “Onun kadar kafası fikir ve proje dolu, icracı devlet adamı yakın dönemlerde görülmedi” demiştir.
EĞİTİMCİ TEVFİK İLERİ
Tevfik İleri bey 10 yıllık D.P. iktidarı döneminde 3 defa Milli Eğitim Bakanlığı makamına getirilmiştir. Zor işler, yürek isteyen çözümler, onun zamanında cesaretle yapılmıştır. Bu zor işlerin ne olduğunu anlayabilmek için 1950 öncesi durumu kısaca ifade etmek lazımdır. I. ve II. dünya harbinin hedefinde olan Türkiye, harabeye çevrilmiştir. Harp tufanı yalnız maddi enkaz değil sosyal ve siyasal yıkıma da sebep olmuştur. Moral değerleri bakımından toplumu perişan etmiştir. Bu yıkımın sahibi Avrupalı, askeri gücünü çekmiş olsa da, içimizdeki ajanları ve dışarıdan yaptıkları baskı ile kimliğimizi elimizden almak istemişlerdir. Eğitimi materyalist bir zemin üzerinde Yunan klasiklerini okutarak, sözde hümanite ile bizi avutmaya ve oyalamaya çalışmışlardır.
Bu devrede din, “afyon” diye nitelendirilmiştir. Devlet, din eğitimine sırtını çevirmiştir. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. 1924 yılında 22 İmam Hatip okulu vardı, 1930 yılına kadar bu okullar tedricen kapatılmıştır. 1933 yılında İlahiyat Fakültesinin de kapatılmasıyla Türk çocuklarına ve Türk toplumuna dinini öğretecek hiçbir okul kalmamıştır. 1930 ile 1949 yılı arasında geçen 19 yıl ülkemizde dini eğitim yoktur.Yüce dinimiz üfürükçülerin ve din sömürücülerinin eline geçmiştir. Rahmetli Tahsin Banguoğlu, 1983’te Boğaziçi Dergisi’nde o yılları anlatırken; “cenaze yıkayacak hocanın dahi kalmadığını” ifade etmiştir.
Ben de çocukluğumda mahalle hocalarının Kur’an öğretmelerinin yasaklandığını ve camilerimizin kapatıldığına şahit olmuşumdur.
İşte böyle bir ortamda D.P. iktidara gelmiş ve Tevfik İleri bey Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Yıldırımların başına yağacağını bile bile eğitimde moral değerlerinin vazgeçilmezliğine inandığı için ilk iş olarak din derslerini okul müfredatlarına almıştır, din eğitimi için hayatını ortaya koymuştur.
“ Bizim için yol, köprü, mektep yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işlerse, din bilgisini Müslüman Türk çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de tamamiyle politikadan uzak bir millet hizmetidir. Yine bu endişe ile bu milletin münevver Müslüman din adamlarına ihtiyacını karşılamak için İmam Hatip okullarını yeniden açmaya başladık. Bu mekteplerde bir Müslüman din adamı için dini bilgilerle beraber fizik; kimya, matematik ve yabancı dile kadar bütün bilgiler verilmektedir. İşte bu şekilde yetişen münevver din adamlarımız, halkın karşısına geçtiği vakit, radyo dinlemek günahtır, demeyecektir. Çünkü asıl bu şekilde söylemek dinimize mugayirdir ve günahtır. Çünkü bizim dinimiz, ‘beşikten mezara kadar ilmi arayınız’ diyen bir dindir. Müslüman Türk çocuğuna hakiki din bilgisini okullarımızda vermek ne kadar vazifemizse, din bilgisi diye ruhsatsız olarak batıl birtakım itikadlar edinenlerden korumak da o kadar vazifemizdir.”
“Milletin arzusuna rağmen hükmetmek niyetinde değiliz. Çocuklarına din dersi verdirmek istemeyen vatandaşlara hudutsuz serbesti verdik. Hiç karışmıyoruz. Ne devam mecburiyeti, ne okuma ve ne de not alma mecburiyeti vardır. Vicdan hürriyetine bundan fazla hürmet olur mu?”
Cumhuriyet tarihimizin Milli Eğitim serüveni böyle gelişti. Şimdilerde Milli Eğitim şuralarının toplandığını biliyoruz, fakat 1950 – 1951 yıllarında Tevfik İleri beyin teşviki ile toplanan Ahlak Terbiyesi Kongresi gibi bir çalışmanın olduğuna rastlayamadım. Tevfik İleri bey söz konusu ahlak kongrelerinde millet hayatı ile ilgili çok önemli mesajlar veriyor. ‘Bir milletin ayakta kalabilmesi için ve geleceğe hükümran olabilmesi için moral değerlerinin önemi’ne işaret ediyor, özellikle ahlak terbiyesini vurguluyor.
1. Ahlak terbiyesi kongresi 14.05.1951 tarihinde yapılıyor. Bu toplantıda Milli Eğitim Bakanı olarak yaptığı konuşmada diyor ki;
“Hükümet programımızın Mili Eğitim kısmında, gençliğimizin yetiştirilmesinde manevi değerlere gerektiği kadar büyük bir yer verileceği kaydedilmiştir. Bu manevi kıymetlerin en büyük bir bölümü şüphesiz ahlaki kıymetlerdir. Çocuklarımızın ahlak terbiyesine, yalnız okul çerçevesinde ele alınacak bir mesele olarak bakamayız, bugün ahlak terbiyesi meselesinin en bariz karakterlerinden biri onu cemiyet hayatı içinde mütalaa etme zaruretidir. Ferdin bütün hayatı gibi, ahlakı da cemiyet hayatına sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu itibarla bir milletin hayatiyeti; yaşamak kudreti, bu hayatiyeti teşkil eden kıymetlerin yok edilmesine karşı göstereceği reaksiyonla ölçülmelidir.
Okul bir teknik atölye, bir fabrika olamaz. Okul, yetiştiricilik fonksiyonu olan bir terbiye müessesi ve bir ideal ocağıdır; okul, çocuğu cemiyetin müsbet hayatına hazırlayan bir terbiye istasyonudur. Bu terbiyeyi yalnız okulda değil, her yerde yaşaması lazımdır.
Kişi ne kadar ahlaklı olmak isterse istesin, devlet bu imkanı sağlamazsa, tehlikelerden kendisini koruyamaz. Şu halde ahlak meselesinin bir cemiyet ve millet hayatı içinde ele alınması lazımdır. Bunun hukuk dilinde ifadesi; adaletin tam ve mutlak hakimiyetidir.”
Einstein “ilimsiz din topal, dinsiz ilim kördür” der. UNESCO da, ‘iyi insan’ı; “Tanrısı ile, kendisi ile, ailesi ile, toplumu ile ve dış dünya ile uyum içinde olan kimse” olarak tarif ediyor. Tevfik bey ilave ediyor, “ahlaki harekette bir mana ve gaye vardır. Bu manayı bulmak için fani varlığını aşıp bir ebedi varlıkla anlaşması, onun ebedi nizam ve ahengi içinde birleşmesi lazımdır.” Merhum Tevfik İleri bey burada Mevlana gibi bir mertebe ifade ediyor.
Tevfik İleri bey çok cesurdur, hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgememiştir. Türk Maarifine din eğitimini getiren O’dur. Bu yoldaki zorlukları cesaretiyle aşmıştır. Bir konuşmasında der ki: “hiç korkak insan ahlaklı olur mu? Çocuklarımıza vereceğimiz terbiyenin milli bir terbiye olmasında hiçbir pazarlığa niyetimiz yoktur.”
Çocuklarımıza din eğitiminin gerekli olduğuna ne kadar inanmışsa temiz Türkçe ile eğitilmesine de o kadar inanmıştır. “Dil, bir milletin milli birliğini kuracak veya yaşatacak olan büyük kuvvettir.” diyor.
Konuşmamın sonunu 27 Mayıs 1960 darbesinin acı hatıralarıyla bitireyim; yukarıda ifade ettiğim gibi 27 Mayıs darbesi Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayıdır. Devletimizin ve milletimizin geleceğine ambargo koymuştur. Eğer 27 Mayıs darbesi yapılmamış olsaydı 1950 lilerde Japonya ile başlayan ekonomik ve medeniyet yarışında belki de atbaşı önde devam ediyor olacaktık. Bu konuyu üç beş cümle ile anlatmak mümkün değildir. Şu kadarını söyleyeyim ki 27 Mayıs olayını içerdeki ve dışardaki boyutlarıyla milletimize iyi anlatamadığımız sürece milletimizin bağrına sokulmuş olan hançeri çıkaramamış oluruz. Bunun için 27 Mayıs darbesini anlatan romanlara, senaryolara sinema belgesellerine ihtiyaç vardır. Bu hizmetin bir an önce yerine getirilmesi milletin hayrına olacaktır. Bu konuyu burada noktalayarak Tevfik İleri bey’in ve ailesinin maruz kaldığı acı olayları hatırlayalım.
27 Mayıs günü sabahı darbeci güçler D.P. milletvekillerini ve bakanlarını Ankara Harp okulu binasında esir alırlar. D.P. bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun naklettiğine göre; darbecilerin Harbiye’ye topladıkları D.P.li Bakan ve Milletvekillerinin, tamamının imha edileceği, toplu olarak havaya uçurulacağı şayıası yayılır. Herkes can derdine düşer, panik hali devam ederken derin bir uyku sesi işitilir. Uyuyan kimsenin yanına varıldığında, uyuyanın Tevfik İleri olduğu anlaşılır. Arkadaşları Tevfik beyi uyandırırlar, ona böyle bir ortamda nasıl uyuyabildiğini sorarlar. Tevfik bey’in cevabı muhteşemdir;
“Ben, der, 10 yıldan beri milletin derdiyle dertlendiğim için rahat bir uyku uyuyamamıştım. Şimdi milletin emanetini üzerimden aldılar. İlk defa rahat uyuyabiliyorum. Kaderde ne yazılmışsa o olur!” der ve uykusuna devam eder.
Bir başka olay da merhum Atıf Benderlioğlu’ndan nakildir;
“Harp okulunda Tevfik İleri ikindi namazını kılmaktadır. Bir yarbay veya binbaşı gelir, manevra kıyafetli. ‘Tevfik İleri nerede?’ der. ‘Tevfik beyefendi namaz kılıyor’ derler. Tevfik Beyi tekmelemeye başlar, tekmeyi yer secdeye gider, tekmeyi yer rükûa devam eder, tekmeyi yer selamını verir, tekmeyi yer duasını tamamlar. Subay ise çılgına dönmüştür. “Be adam seni öldüreceğim, bir şey söyle” diye bağırır. Tevfik Bey ağır ağır başını çevirir; “Asıl bela, belayı gönderenden gafil olmaktır” der.
Bu manzara Yahya Kemal’in bir mısrasını hatırlatır:
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rind’in belaya karşı kayıtsızlığındandır.
Tevfik İleri bey’in hayatı boyunca önünden altın ırmaklar akıp geçti. Harama bir defa olsun dönüp bakmadı.
Yine Yassıada’dan başka bir olay;
Önceden Yassıada mahkemeleri Tevfik İleri ve arkadaşlarını devlet malına el uzatmakla suçlamıştı, aylarca yapılan araştırmalar sonunda bu iddia boşa çıktı, hiç bir mal varlığına rastlanamadı. Tevfik İleri ve arkadaşlarının idama mahkum edilmeleri ise; ‘anayasayı ihlal’ suçlamasına göre verilmiştir. İşte bu gerekçe ile mahkum oldukları tebliğ edilince, Tevfik İleri bey hemen namaza duruyor. Oda arkadaşlarından hukukçu İzzet Akçal, mühendis olduğu için Tevfik’in bu maddenin ne manaya geldiğini anlamadığını zannediyor ve bu namazın manasını soruyor. O da; “Zalim değil mazlum olduğumuz için şükür namazı kıldım” diyor.
Yassıada’da, devletine 10 yıl hizmet etmiş devlet adamlarından, yedikleri yemeğin parasını almışlardır. Tevfik İleri bey yemek masrafını 15 yaşındaki oğlu Cahit’in ve 18 yaşındaki kızı Ayşe’nin çalışarak gönderdikleri paralarla ödemiştir.
Bu gün ise devlet, İmralı’da tutuklu bir bölücüyü beş yıldızlı bir konforla yaşatıyor. Allah milletimizi korusun, adaleti ile değil, merhameti ile bağışlasın.
10 yıl devletine gece gündüz bakanlık seviyesinde hizmet etmiş büyük bir devlet adamını anlatmaya çalıştım. Eksiğimin, noksanımın çok olduğunu biliyorum, zamana bu kadarını sıkıştırabildim. O büyük ruhtan Allah için biz razıyız, O’nun da bizden razı olmasını dilerim.
RASİM CİNİSLİ