Sayın Milletvekilim,
TBMM’nin 93. Açılış Yıldönümü’nde,
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızın sonsuza kadar kutlanması dileğimle
sevgi ve saygılarımı sunarım.
Yıllardır ülke yönetimiyle ilgili
görüş ve düşüncelerimi parlamenter dostlarıma iletmeyi, Türk Demokrasi Tarihi’nin
önemli bir bölümünü – 1956‘dan itibaren gazeteci, 1969’dan itibaren parlamenter
olarak – izlemiş olmanın bana yüklediği bir görev saydım.
Bugün de aynı duyarlılık ve
duygularımla bazı değerlendirmelerimi size sunmak istiyorum:
Öncelikle Milletvekili kimliği
konusundaki inancımı bir kere daha belirtmeliyim: “Her bir milletvekili,
şerefli yemin metninin bağlayıcılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünün önde gelen güvencesi olma sorumluluğunun
bilincindedir. Milletvekilinin, seçiliş şartları ve seçilme beklentilerinin
oluşturduğu tüm zorluklara karşın, TBMM’nin kahramanlık ruhuna ve yemin onuruna
bağlılığı her türlü sadakat duygusunun önünde gelir.” Daha önceki yazılarımda
size ilettiğim bu anlayışı bugün de aynen koruyorum. Başka bir siyaset
anlayışının etik temelden yoksun olduğuna inanıyorum.
Sayın Milletvekili,
Toplumumuz, günümüzde
anlamlandırmakta ve yorumlamakta güçlük çektiği bazı kaygılarla karşı
karşıyadır. Kaygılar giderek derinleşmekte, belirsizlikler birer bunalım
kaynağına dönüşmektedir.
Binlerce
yılın birikimi olan ortak ilke ve değerlerimizin aşınmasına yol açan bir
yönetim anlayışıyla mı yönetiliyoruz? İktidar odakları bu gidişin planlayıcısı
mı, uygulayıcısı mı, seyircisi mi?.. Bu gelişmeler bazı çevrelerin
dayatmalarının kaçınılmaz sonucu mudur? Bazı iktidar yöneticilerinin ülke-dünya
dengelerindeki temel algılamaları bir yenilmişlik değerlendirmesine mi
dayanmaktadır? Belgeli tarihi binlerce yıl olan Türk Devleti’nin yalnız kendisi
için değil, komşuları ve diğer ülkeler için de savunduğu egemenlik ve
bağımsızlık esasına dayalı, karşılıklı saygı ile yürütülen dış ilişkiler
ilkeleri hangi zorunluluklarla gölgelenmektedir? Bazı uluslararası kuruluşlar,
devletler ve bunların temsilcileri mütekabiliyet ve kendi yükümlülüklerine eş
zamanlı sadakat ilkelerini, söz konusu Türkiye olunca neden kolayca ihmale
yeltenmektedirler?
Müttefikimiz ülkelerle mevzuat
birliğimize rağmen asker gönderme ve kabulde neden farklı usuller uyguluyoruz?
Yürütme ve yargının uygulamalarında Anayasa’ya, kanunlara ve özellikle hukuk
devletinin temel ilkelerine aykırılıklar zaman zaman tersinden bir sıkıyönetim,
olağanüstü hal veya kriz yönetimi anlayışıyla mı yaygınlık kazanmaktadır?
Devletin kanun hâkimiyetini, kamu düzenini, kamu güvenliğini ve hukuk
istikrarını sağlama görevi hangi anayasal yetkiye dayanarak belirsizlik
süreçlerine sokulabilmektedir?
Türkiye, Anayasa metninin
yargıçlarla yazıldığı tek hukuk devleti, Cumhurbaşkanı statüsünün seçim yerine
yasa yorumlarıyla gerçekleştiği tek cumhuriyet olma durumuna nasıl
sürüklenmiştir? Bu sorular ve benzerleri birçoğuna katıldığım, bizzat tespit
ettiğim ve somut örnekleri çokça yaşanan olaylardan doğmuştur. Sorunları yeni
sorunlarla perdelemek, müsaadeli düşmanlıklarla gerilimler, sahicileştirilmiş
başarılarla zaferler sahnelemek bazı güçlerin yönetme ve yönlendirme metodu
olsa dahi, bizim ülkemizin insanlarının irfanını doyurmamaktadır.
Durum başka türlü olsaydı, güç
sahiplerinin gücü arttıkça alkışlamakta gönülsüz, güç sahibine yaklaşanları
değersizleştirmekte aceleci davranmazdı.
Milletimiz
tarihte hep kendi azim ve kararıyla yol almıştır.
Türk
Milleti 93 yıldan beri de huzuru ancak, TBMM’nin devlet idaresinde millet
iradesini etkin olarak uygulatabildiği dönemlerde bulmuştur. Kaygı, huzursuzluk
ve bunalımlar işlerin TBMM’nin etki, gözetim ve denetimi dışına çıktığı veya
öyle algılandığı süreçlerde doğmuştur. Günümüzde TBMM’yi yasa yapma, yasaların
uygulamalarını denetleme, halkı bilgilendirme ve halkın taleplerini siyasi
alana taşıma konularında sıradanlaştıran kaynağı belirsiz oldubittiler,
toplumda karşılığını puslu bir ortam ve yön duygusunu yitirmişlik olarak
bulmaktadır.
Sayın Milletvekili,
Ülkemizdeki
puslu ortam bir yandan siyasi, sosyal ve etik bunalımı beslerken, diğer yandan
marazi ve sapkın bir anlayışla Türk düşmanlığı zemininde buluşanların (ki
bunlar herhangi bir milliyete bağlanamazlar, zira milliyetçi her ulusa
saygılıdır; hatta kendi ırklarını üstün görme maluliyeti taşıyan ırkçılardan
bile değildirler, ırkçılar hiç olmazsa başkalarının direktifiyle değer
düşmanlığı yapmazlar) ölçüsüz taleplerle ortaya dökülmesine yol açmaktadır…
Yeni Haçlılık’ın kanlı araçları olan EOKA, ASALA ve PKK gibi örgütlerin
lobilerine dayananlar adeta kamu yetkileri kullanmaktadırlar.
Türkiye
sanki bir savaş kaybetmiş, Türk milleti sanki kayıtsız şartsız teslim olmuş,
Türk devleti sanki yeniden kuruluyormuş gibi Anayasa taslaklarının propagandası
yapılmaktadır. İkinci Dünya Savaşının kayıtsız şartsız teslim olan mağlupları
Almanlar, İtalyanlar ve Japonlar bile bu kadar ahlaksız tekliflere muhatap
kılınmadılar. Galipler, yendikleri, hem de insanlık dışı ırkçı uygulamalarla
suçladıkları Almanlar’ın, İtalyanlar’ın ve Japonlar’ın Milli adlarını Anayasa’dan
çıkarmalarını istemek cüretini göstermediler.
Galip
işgalcilerin yazdığı Alman Anayasası Madde:116 vatandaşlığı “Alman Kavmiyeti”
bağlantılı olarak hükme bağlamıştır. İtalyan Anayasası Madde: 51/2 “Etnik
İtalyanlık”ı bile vatandaşlığa bağlamıştır. “Güneşin Oğlundan” insan kimliğine
dönüşen Japon imparatoru Hirohito bile işgalcilerin yazdığı Anayasa’yı 3 Kasım
1946 günü yeni bir Anayasa olarak değil, “Japon
İmparatorluk Anayasası’nın DEĞİŞİKLİĞİNİ yayınlıyorum” ibaresiyle yürürlüğe
koymuştur.
Sayın Milletvekili,
Gerçekleri örtmekte sınır tanımayanlar Osmanlı Devleti’nin
yapısı ve kimliği hakkında da tarihi inkâr etmektedirler. Osmanlı Devleti
Aliyesi Kadim Asya İmparatorlukları’nın ve Selçuklular’ın devamı olarak milli,
merkezi ve üniter bir devlet anlayışını hayata geçirmiştir.
1876
Anayasası’nın Osmanlı kimliğini esas alan hükümleri içindeki 18. Madde’de: “Hidamatı devlette istihdam olunmak için
devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmek şarttır” ibaresi yer
almaktadır.
Aynı şekilde 57. Madde’de “Heyetlerin (Heyeti Ayan ve Heyeti Mebusan)
müzakeratı lisan-ı Türki üzere cereyan eder” hükmü yer almaktadır. 68.
maddede “Osmanlı tebaası olmayan, ecnebi
hizmetinde olan ve Türkçe bilmeyenlerin” heyetlere seçilemeyeceği hükme
bağlanmış, yeniden aday olabilmek için “Türkçe
okumak ve mümkün mertebe yazmak şart olacaktır” hükmü yer almıştır.
Bu gerçekleri görmezlikten
gelenlerin tarih tahrifatçılığı tescillenmiştir.
Bir başka tarih yalanı da Türklük
kavramının 1924 Anayasasıyla ihdas edildiği iddiasıdır. Halbuki TBMM 1-2 Kasım
1922 tarihli kurucu Anayasa hükmündeki 308 numaralı kararında “Birkaç asırdır saray ve Bab-ı Âli’nin
cehalet ve salahati yüzünden devlet azim felaketler içinde müthiş bir surette
çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda Osmanlı
İmparatorluğu’nun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk Milleti Anadolu’da hem
harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş, hem de o düşmanlarla birleşip millet
aleyhine harekete gelmiş olan saray ve Bâb-ı Âli aleyhine mücadeleye atılarak
TBMM ve onun hükümet ve ordularını biteşkil harici düşmanlar saray ve Bâb-ı Âli
ile fiilen ve müsellehan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime
içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur. Türk milleti
saray ve Bâb-ı Âli’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanunu isdar
ederek onun birinci maddesi ile hâkimiyeti Padişahtan alıp bizzat millete ve
ikinci maddesi ile icrai ve teşrii kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir.
Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akti gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi
milletin nefsinde cem eylemiştir. Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı
İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve millî bir Türk Devleti yine o
zamandan beri Padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur.”
ibarelerini tarihe silinmez harflerle kazımıştır.
Sayın Milletvekili,
Batıda bazı sapkın çevrelerde
görülen ırkçılığı Türk Milliyetçiliği’ne yöneltmek aşağılık bir
işbirlikçiliktir. Türk Milliyetçiliği’ni ırkçılıkla suçlamak bir nefret suçudur
ve milleti tarih içinde aşılan geri yapılara doğru çözme amaçlıdır. Türk
Devleti’nin kimliğini tartışanlar, yönleri emperyalizmin Sevr’ine ve 1071
Bizans’ına dönük olanlardır. Ayetleri eksilterek, Hadis’lere ekleme yaparak bu
gerçekler örtülemez, olsa olsa sahiplerini kutsalların tahrifçisi yapar.
Milletimiz kaygı ile izlediği ve bilinç ile kaydettiği her türlü
hukuksuzluğun hesabını elbette soracak kararlılığa sahiptir. Milletteki
kaygının temel sebeplerden biri, kendi hukuk dışı konumları tescillenenlerin
TBMM üyelerini de aynı gayrı meşru zemine çekme gayretleridir.
TBMM’nin Anayasa değişikliği yapma yetki ve sınırları TC
Anayasası’nda açıkça belirlenmiştir. TBMM elbette yeminlerine onurla bağlı
üyeleri eliyle yasama organını kendi meşruiyetini çiğneyecek konuma
düşürmeyecektir.
1971’de Anayasanın 147. Maddesi’ni
bizzat kaleme alan, Partilerarası Anayasa Komisyonu’nun başkanı olarak, şanlı
TBMM’nin değerli üyelerinin milletin verdiği kutsal yetkiye hiçbir gücü ortak
etmediğinin ve kendi tercihlerini hukuk çizgisinden asla taşırmama
kararlılığının tanığıyım.
Milleti şerefle temsil edenlerin
kopamayacakları öncelikli ilke, yeminlerine sadakattir. Bunun yerine
getirilmediği süreçlerde, vatandaşın millet, ülke ve devletine sadakati devreye
girer.
Sizlerin de yüce Türk Milleti’nin
beklediği gibi TBMM’nin tarihsel bilincini gelecek kuşaklara şerefle
aktaracağınızdan kimse şüphe edemez.
Bu kutlu günde başta TBMM’nin
kurucusu ve ilk başkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere ebediyete
uğurladığı bütün millet temsilcilerini rahmetle anıyorum. Yaşayan bütün
parlamenterlerimize esenlikler diliyorum.
En yürekten saygılarımla,
Hasan KORKMAZCAN
14., 15., 19., 20. Dönem Denizli Milletvekili
TBMM E. Başkanvekili
TPP Onursal Başkanı
EK: 1,
Türk Parlamenterler Birliği 33. Yıl kitabı 187, 215 ve 254.
sayfalarındaki metinler