Birlikte Türk Milletiyiz
“Adımız andımızdır”
Bizler;
Türk Milletinin egemenliğini, vatanın bütünlüğünü ve Milletin birliğini tehdit
eden çok yönlü ve çok kaynaklı tehlikeler karşısında “Birlikte Türk Milletiyiz
- BTM” adı altında bir araya geldik.
Amacımız;
millî varlığımızı hedef alan görüş, eylem ve olaylar karşısında, Türk Milletini
bilgilendirmek ve Türk Milleti adına hareket edenleri uyarmaktır. Bunun için
hukukun ve demokrasinin bahşettiği bütün imkânları kullanmaya kararlıyız.
1919’da Amasya Genelgesi ile bütün cihana haykırıldığı gibi, bugün de
tekrarlıyoruz:
Vatanın
bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Siyasi iktidar üzerine aldığı
sorumluluğun gereğini yerine getirmemektedir. Milletin istiklâlini, yine
milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Türk
Milleti asırlardır aşiret, kavim, etnisite, mezhep ayrımlarının üstünde ve
ötesinde kimliğinin ve birliğinin şuurunda, insanlığın şerefli bir üyesidir.
Milletimizi ve vatanımızı ilkel varsayımlarla bölmek, vatanımızı emperyal
siyasî emeller uğruna parçalamak isteyenlere karşı atılacak ilk adım,
birliğimizi ve bölünmez bütünlüğümüzü teyit ve takviye etmektir.
Türk
kimliğimizi ve millî birliğimizi inkâr edenlere varlığımızı bildirmektir.
Son
yıllarda yaratılan sis perdesinin gizlediği gerçek şudur: Biz, tek tek her
birimizin sandığından çok daha fazlayız ve birliğimiz ve bilincimiz sanılandan
çok daha sağlamdır.
Tehdit ve
tehlikelere karşı hukuk ve demokrasinin desteğinde Türk milletini
bilgilendirmek, kavram ve söylem birliği sağlamak için olayları isimlendirmeye,
kavramlaştırmaya özel dikkat harcayacağız.
Paneller,
sempozyumlar, konferanslar düzenleyeceğiz.
Basın
bildirileri yayınlayacak, önemli konularda yürüyüşler, toplantılar yapacağız.
TV’lerde
programlar, açık oturumlar düzenleyeceğiz.
Uzmanlara
raporlar hazırlatacak, bunları kamuoyuna ve yetkililere ulaştıracağız.
Her
çalışmanın sonunda sorunların çözümü için ne düşündüğümüzü de açıklayacağız.
Bu
çalışma, yurdun her tarafına yayılacak ve katılmak isteyen her Türk
vatanseverine açık olacaktır.
Bize
katılın, bu varlık mücadelemizi birlikte yürütelim.
btmhareketi@gmail.com
SUNUŞ
Bugün,
Millî/Ulusal kimliğimiz ve Türk Milletini meydana getiren bütün değerler
tartışma konusu haline getirilmiştir. Kimliğimiz tartışılırsa; egemenlik,
istiklâl, anayasa, devlet, sınırlar… tamamı tartışılır. Bu tartışmayı, Ermeni
Diasporası, PKK emperyal mihraklar gibi Türk ve Türkiye düşmanları değil,
bizzat Türkiye’de iktidara sahip olanlar açmakta ve desteklemektedir.
“Darbe Anayasası”
denilerek anayasamız, “Kemalizm” denilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri
tartışılmaktadır. Zaman zaman da, “Anayasanın her tarafı değişti, ama ruhu
kaldı” denilmek suretiyle asıl amaç itiraf edilmektedir.
“Darbe
Anayasasına (!)” göre hazırlanan Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Basın
Kanunu, Yök Kanunu ile kişisel hak ve hürriyetleri kısıtlayan kanunların
tartışılması bunları ilgilendirmiyor. Hatta 1982’nin bu mirasından mutlu
olduklarına dair, güçlü işaretler vardır. Onların ilgilendikleri tek konu,
“millî egemenliğin” sahibi olan “Türk Milleti” isminin Anayasadan
çıkarılmasıdır. Böylece 1071’den beri asla değişmeyen millî/ulusal ve merkezi
devlet yapısının “çok ortaklı”, bir çeşit federal hale getirilmesi; bazı
parçalarının kantonlar halinde koparılması, geri kalanının da “ortak vatan”
etiketiyle birlikte yönetilmesidir.
Şüphe yok
ki, bu bir projedir; sahipleri emperyalistlerdir. Günümüzde adına, Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) adı verilen, bin yıllık Haçlı seferlerinin devamıdır.
Hedefte; iç dinamikleri çatıştırıp, aynı milletin evlatları arasında kanlı bir
iç kargaşa çıkararak, millî/ulusal Türk devletini dağıtmak vardır. Bunun delili
çoktur: insanlık suçu sayılan terör örgütlerini siyasetle, silahla ve
propaganda ile destekleme, kanun kaçaklarını ülkelerinde barındırma,
sınırlarımızdaki terör üslerine müdahalemizi engelleme, yöneticilerimizi terör
örgütleriyle anlaşmaya zorlama gibi her yola başvurulmaktadır.
En sade ve
açık olanı da, kendileri ittifaklar kurarak, birlikler oluşturarak (AB gibi)
güçlenirken, bize “etnisite ve mezhep gruplarına; siyasi kimlik ve statü
verirseniz, daha da demokratikleşmiş ve özgürleşmiş olursunuz” baskısını
yapmalarıdır. Sorunun en yakıcı tarafı da, Türk Milletinin etnik ve mezheplere
göre ayrıştırmayı, bir kısım etkili yöneticilerimizin de benimsemiş
olmalarıdır. Bu durumda; Türk Milletine bakışta, haçlılar ve bölücü terör
örgütleriyle görüş birliği hâsıl olmaktadır. Bugün Türkiye’nin, uçurumun
kenarına sürüklenmesinde de bu gerçekler yatmaktadır.
Bu
bakımdan, esasında tartışılan 1982 Anayasası değildir. Yapılmak istenen; 1876,
1924, 1961 ve 1982 Anayasalarımızda titizlikle korunan, Türk Milletinin millî
egemenliğini, resmi dilini, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü ve Türk
vatandaşlarının eşitliğini ortadan kaldırmaktır. Böylece, devleti ve
egemenliği, sosyal gruplara (etnisite ve mezheplere) göre paylaştırıp, çok
ortaklı yeni bir devlet inşasını amaçlamaktadırlar.
Açıklanan
bu tabloya göre, “Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tehlike
altındadır. Bu karmaşayı gören, pusudaki yerli - yabancı bütün fırsatçılar da
saldırıya geçmiştir. Ülkemiz; içeride, asrımızın en kanlı terör örgütlerinden
PKK/KCK, türevleri ve işbirlikçileri; dışarıda, Ege, Kıbrıs ve Ermeni
meseleleriyle kuşatılmıştır. Emperyal odakların güdümünde, eş zamanlı ve uyumlu
bir şekilde tırmandırılan bu kuşatma, nüfus yapımızı bozacak boyutlara ulaşan
sığınmacı ve mülteci akınıyla da, tamamlanmış görülmektedir.
Bu
kuşatmanın sorumlusu, hiç şüphe yoktur ki, iktidarın siyasetidir. Aynı zamanda
bu siyaset; ideolojik hesaplarla Ortadoğu’ya düzen vermek üzere yola çıkıp,
Kuzey Afrika’dan bölgemize kadar uzanan terör ve kanlı savaş bataklığında rol
üstlenmiştir. Böylece ülkemiz, bütün dünyayı endişelendiren Ortadoğu
bataklığının bir parçası haline gelmiştir.
Bu kuşatma
ve bataklıktan kurtulmak, en hayati bir mesele olarak önümüzde durmaktadır.
Varlığımızı korumak, yaşatmak ve güçlendirmek azim ve kararında olduğumuzu bir
defa daha ilân ediyoruz. Bütün dünya bilsin ki, 1919’da Erzurum ve Sivas’ta
toplanan Kongrelerde alınan kararlar, bugün de geçerlidir; “Milli sınırlar için
vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz.”
Bu
çağrımız, “Uyan, vatana ve millî egemenliğe sahip çık!” davetidir. Bu hareket,
bir sorumluluk hareketidir. Türk Milletinin bütün duyarlı evlatlarını,
aralarındaki ihtilafları erteleyerek, varlık hukukumuzu savunmaya davet
ediyoruz.
Çağrımıza
katılın, sayımızı artıralım ve saflarımızı sıklaştıralım.
Biz hep BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ.
MİLLETİN
EGEMENLİĞİ VE VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ TEHLİKEDEDİR
İçinde
bulunduğumuz durum, “çözüm süreci” adı verilen, halktan gizlenerek yürütülen,
meşruiyeti olmayan bir siyasetin sonucudur. Bu siyasetin her adımı ve ayrıntısı
çok iyi bilinmelidir.
11 Mart
2009’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt meselesi” konusunda “iyi şeyler
olacak” sözü, 1 Ağustos 2009’da Beşir Atalay’ın Polis Akademisi salonlarında
“Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” çalıştayı, 19 Ekim 2009’da
Habur sınır kapısında kurulan çadır mahkemeleri, Mart 2010’da yabancı bir
devlet temsilcisinin koordinatörlüğünde yapıldığı ortaya çıkan Oslo
görüşmeleri… (Muhtemelen bu görüşme, 2007 yılında MİT Müsteşarı Emre Taner’in
girişimiyle başlayan, daha önce Filistin-İsrail barışı için çalışmış yabancı bir vakfın koordinasyonunda ilk toplantısı Oslo’da
yapılan temasların bir parçasıydı.)Kamuoyuna malolan beşinci Oslo
müzakerelerinde taraflardan biri olarak, KCK
(Kürdistan Demokratik Konfederalizm/Kürdistan Topluluklar Birliği)
Yürütme Konseyi Üyesi ve PKK Merkez Komitesi üyeleri yer almıştı… Bu görüşmelerde
Başbakanı temsilen Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ile MİT Müsteşar Yardımcısı,
PKK liderleriyle Türkiye anayasasını ve Öcalan’ın serbest bırakılması konusunu
görüşmüştür ve bunun için Öcalan’dan bir “yol haritası” almıştır.
30 Eylül
2012’de iktidar, 4. Olağan Kongresi’nde yeni dönemde yapılması planlanan
işleri; “manifesto” adı verilen 63 maddelik bir yol haritası şeklinde basın
mensuplarına dağıtılmıştır. Yol haritasının bazı maddeleri şunlardır: Şartlar
ne olursa olsun mutlaka yeni bir anayasanın ülkeye kazandırılması (madde 11);
ana dilde kamu hizmetlerine erişim (madde 22); mevzuatta etnik ayrımcılık
algısı yaratan bütün hükümlerin ayıklanması (Madde 32).
26 Eylül
2012 – 30 Ocak 2013 arasında İmralı’ya beş defa giden “Devlet Heyeti” ile KCK Genel
Başkanı idam mahkûmu Öcalan arasında “İmralı Mutabakatı” adı altında bir yol
haritası üzerinde uzlaşma sağlanır. Bugün de gündemde tutulan mutabakata “Çözüm
süreci” adı verilir. Bu arada, 2013’ün
Ocak, Şubat ve Mart aylarında BDP milletvekilleri, hükûmetin izniyle defalarca
İmralı’ya giderler ve Öcalan’la görüşürler. Artık Öcalan’ın Nevruz mesajı da
hazırdır. Tarih 21 Mart 2013, Diyarbakır meydanında Öcalan’ın Nevruz mesajıyla
“silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset sürecine kapı açılmıştır.”
Ve 19 Ekim
2011’de Anayasayı değiştirmek üzere “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” kurulur ve
çalışmaya başlar. 23 Ağustos 2013’e gelindiğinde İktidarın komisyon üyeleri,
Anayasanın 66. Maddesindeki vatandaşlık tanımının şu şekilde değiştirilmesini
ister: “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşıdır.”
Böylece
iktidarın 30 Eylül 2012’de ilan ettiği “mevzuatta etnik ayrımcılık algısı
yaratan bütün hükümlerin ayıklanması” (32. madde) taahhüdünü yerine getirmek
üzere harekete geçer ve işe Anayasa’dan başlar. Buna göre artık bugünkü
anayasamızdaki gibi “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk”
olmayacaktır. Renksiz (Kimliksiz), İmralı Mutabakatının 3. Maddesindeki
ifadesiyle “nötr vatandaşlık”ın tarifi gereğince “Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı” olacaktır. Artık milletvekilleri de “Büyük Türk milleti önünde
namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Demeyecektir.
Bu
değişiklikle Türk Milletine ait olan egemenliğin kilit taşı sökülmek ve milli
devletin tasfiyesinin yolu açılmak istenmektedir.
Tabii bu
tasfiyenin yapılabilmesi için “Türk sorununun” ortaya çıkmasını önlemek
gerekiyor. Bu maksatla “Türk Milletini” ikna etmek üzere, 3 Nisan 2013’te,
tamamına yakını aynı zihniyetteki akademisyen, gazeteci, sanatçı ve iş
adamlarından oluşan bir “Âkiller Heyeti” kurulur. Heyet mensupları için ülkenin
çeşitli yerlerinde kapalı salon toplantıları düzenlenir ve âkiller,
katılımcıların tepkili soruları üzerine “’Çözüm süreci’ nedir, bize bu konuda
bir bilgi verilmedi; ama bizler halkın düşüncelerini tespit etmek üzere göreve
başladık” diyeceklerdir. Büyük çoğunluğu bölücü zihniyetteki 63 isimden oluşan
ve yedi bölgede, yedi Komisyon halinde çalışan âkiller, sonuçta hazırladıkları
raporları ilgililere verirler. Açıklanan raporda, yedi bölgedeki
yurttaşlarımızın tamamının, bölücü terör örgütünün görüşlerine uygun taleplerde
bulundukları iddia edilir. Böylece birçok araştırma ve anket firmasının çalışmaları
ile asla uyuşmayan, hayâlî sonuçlarla kamuoyu yaratmaya ve halkı ikna etmeye
dönük çalışıldığı ortaya çıkar. Zaten ilk toplantılarda alınan tepkiler üzerine
de, daha sonra yapılan toplantılara, dinleyiciler seçilerek devam edilmiştir.
21 Mart
2014’te Diyarbakır’da yine miting vardır. Kürsüde yine okunan Öcalan’ın Nevruz
mesajındaki; “… Bu barış, başta Rojava olmak üzere tüm bölgede ancak demokratik
anayasal çözümlerle pekişecektir…” söylemiyle “Kürdistan Demokratik
Konfederalizm” hedefi açıkça ilan edilmektedir.
15 Temmuz
2014’te basında “Çözüm Yasası” olarak adlandırılan “Terörün Sona Erdirilmesi ve
Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesi” Kanunu yürürlüğe girer. Kanunun adı
böyledir ama 3.maddede “çözüm süreci” için çıkarıldığı açıkça kayıtlıdır:
“Bakanlar Kurulu, çözüm sürecine ilişkin gerekli kararları almaya yetkilidir.”
Ve 2. maddenin b fıkrası da görevlilerin Oslo, İmralı vb. görüşmelerini yasal
garanti altına alır: “Gerekli görülmesi halinde, yurt içindeki ve yurt
dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri
çalışmalar yapılmasına karar verir ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi,
kurum veya kuruluşları görevlendirir.” PKK/KCK ile İmralı ile Kandil ile
yapılan görüşmeler artık resmiyet kazanmıştır.
Öcalan’ın
Rojava dediği, Suriye’nin kuzeyindeki PKK yapılanması da, Suriye’deki iç
karışıklıklardan yararlanarak güçlenmekte, yeni mevziler edinmektedir. PKK’nın
Suriye kolu PYD (Demokratik Birlik Partisi), onun askerî kanadı da YPG’dir.
Çözüm Yasasının garantisi altında artık iktidar yetkilileri de PYD’nin sözde lideri
Salih Müslim ile rahatça görüşmektedir. Onlar görüşürken, Salih Müslim ve onun
YPG’si de Suriye’nin kuzeyine iyice yerleşmektedir. Önce Suruç’un karşısındaki
Ayn el-Arab (Kobani), Afrin, sonra Ceylanpınar’ın karşısındaki Re’sül-Ayn, daha
sonra Tel Abyad birer birer PYD’nin eline geçmiştir. Türkiye güneyden, Suriye
üzerinden de kuşatılmaktadır.
Müslüman
ülkelerdeki selefî örgütlenmeler içinden şimdi bir de IŞİD belası çıkarılmış ve
Suriye topraklarının önemli bir kısmını işgal etmiştir. 02 Ekim 2014’te IŞİD,
PYD’nin kalbi olan Ayn el-Arab’ın etrafındaki 350 köyü işgal etmiş, 6 Ekim’de
de şehre sızmıştır. Türkiye’deki PKK’lılar sınırı geçip yoldaşlarına yardım
etmek isterler. Güneydoğu il ve ilçelerinde gösteriler düzenlerler. Gösteriler
tırmanır, HDP eş başkanının açık kışkırtması ile de şiddete dönüşür ve 6-10
Ekim arasında 54 kişi öldürülür.
Başta
Başbakan Erdoğan olmak üzere iktidar yetkilileri, 6-10 Ekim olaylarına büyük
tepki gösterirler. Gösterirler ama PYD’ye yardıma gidecek olan Barzani güçleri
(Peşmerge) 29 Ekim’de Habur’dan sınırımıza girer; Türkiye makamlarının izni,
refakati ve ağırlamasıyla Türkiye topraklarından geçerek Ayn el-Arab’a gider.
Ayn
el-Arab kuşatması ve 6-10 Ekim olayları çözüm süreciyle ilgili sıkıntılar da
ortaya çıkarmıştır. Bir yandan Öcalan, çözüm süreci konusunda yeni adımlar
atması için hükûmete süre vermekte, bir yandan HDP, “Ayn el-Arab düşerse çözüm
süreci biter” demekte, bir yandan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık, geri
çektikleri silahlı militanları tekrar Türkiye’ye gönderdiklerini ifade etmekte;
öte yandan Kars’ta ve Yüksekova’da çatışmalar olmaktadır.
2015’e
girilmiştir. HDP heyetleri bir İmralı’ya, bir Kandil’e gitmekte, çözüm
sürecinin devamı için aracılık yaparak iktidarın temsilcileri ile
görüşmektedirler. Yetkililer, çözüm sürecinin devamı için APO’dan PKK’ya bir
çağrı yapmasını istemektedir. Bu, “Silahlı mücadeleye son verin” çağrısıdır.
Ama, teröristbaşı Öcalan’ın da şartı vardır: 10 maddelik demokratikleşme (!)
programını Hükûmetin kabul etmesi. APO’nun bu şartını 17 Şubat 2015’te HDP Eş
Genel Başkanı Demirtaş, iktidarı uyarmaktadır: “Öcalan’ın çağrı yapması için Hükûmet
önce 10 maddelik ev ödevini yapmalı. Onlar açıklamazsa biz açıklarız.”
Böylece,
28 Şubat 2015’te iki taraf bir araya gelir ve “ev ödevi” açıklanır. Hem de
Dolmabahçe Sarayı’nda. Bütün televizyonların kameraları heyete dönüktür. HDP
milletvekili Sırrı Süreyya Önder 10 maddelik mutabakatı açıklamaktadır:
“Süreçte
gelinen aşamaya ilişkin Öcalan’ın temel belirlemesi de şudur: ‘Bu otuz yıllık
çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken, demokratik bir çözüme ulaşmak temel
hedefimizdir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde, silahlı mücadeleyi
bırakma temelinde, stratejik ve tarihi karar vermek için PKK’yı bahar aylarında
olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum’.”
Bu metin,
Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, iktidar partisinin Grup Başkanvekili ve
Kamu Güvenliği Müsteşarının huzurunda, televizyon kameralarına, yani bütün
Türkiye ve Dünya kamuoyuna karşı okunur ve bütün Türk Milleti teröristbaşının
“şartlarını” dinler. Mutabakatın birinci maddesi, “demokratik siyaset tanımı ve
içeriği”. Yani Hükûmet “demokratik siyâset”ten ne anlıyor, PKK ne anlıyor?
Karşılıklı olarak ilk maddede bunu görüşeceklerdir. İkinci madde, “demokratik
çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması”. Yani, “çözüm”ün bir ulusal
boyutu, bir de “yerel” boyutu vardır. Dokuzuncu madde: “Demokratik cumhuriyet,
ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik
sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması”dır. İyi de,
“ortak vatan”; kimle kim arasında? Vatanımız zaten bütün T. C. vatandaşlarının
ortak vatanı değil mi? O hâlde Öcalan ve PKK “ortak vatan” derken kiminle kimin
arasında vatanın ortak olmasından bahsediyor? İstedikleri şu: “Türkiye;
Türklerle Kürtlerin ortak vatanıdır.” Yani iki unsurun/grubun ortak vatanı ibâresinin
Anayasa’ya konulması isteniyor. Onuncu maddede de, zaten “bütün bu demokratik
hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa” öngörülüyor.
17 Mart
2015’te HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş TBMM Grup Kürsüsünde üstüne basa basa
“seni başkan yaptırmayacağız” diyor ve bunu üç defa tekrarlıyor. Seçimler de
yaklaşmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 Mart’ta Dolmabahçe Mutabakatını doğru
bulmadığını açıklıyor.
Süreç
tekrar sıkıntıya girmiştir. KCK Eş Başkanı Bese Hozat adlı terör örgütü
yöneticisi PKK şartlarında ısrarlıdır: “Bizim şu anda kongreyi toplama gibi bir
gündemimiz yok… PKK, devletin atacağı adımlar üzerinden kongreyi toplayacaktı.
Biz kongreyi gündemden çıkardık. Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle bir kongre
yapmaz; Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve Kürtlerin
statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla toplayamaz.”
7 Haziran
2015. Genel seçimler yapılıyor, HDP barajı aşıyor, AKP % 41’de kalıyor ve 258
milletvekili çıkarıyor.
Bu arada,
PKK’nın Suriye kolu, PYD batıya doğru ilerlemekte, Hatay’a ulaşarak bütün güney
sınırımızı kuşatmaya çalışmaktadır. Irak’tan gelen terör destekçisi
Peşmerge’nin PYD’ye yardıma gitmek üzere Türkiye topraklarından geçişine izin
veren Tayyip Erdoğan, şimdi PYD’nin ilerlemesinden şikâyetçidir: “Tüm dünyaya
sesleniyorum; bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin
güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” (26 Haziran 2015).
PKK
liderlerinden Karayılan, üç gün sonra cevap veriyor: “Eğer onlar Rojava’ya
müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz.”
Ve 11
Temmuz 2015’te KCK, ateşkese son verdiğini açıklıyor. 14 Temmuz’da da “devrimci
halk savaşı”nı başlattıklarını açıklıyorlar. Terör saldırısı başlamıştır. Çözüm
süreci âdeta “şehitler süreci” hâline gelmiştir.
ACI İTİRAF
Çözüm
sürecinin baş mimarı 07 Eylül 2015’te silah stoklanmasına göz yumulduğunu
itiraf etmiştir: “Çözüm sürecini bunlar âdeta Güneydoğu’da, kısmen Doğu’da
kendileri için silah stoklama süreci olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir
silah stoklaması yaptılar. Burada, bu süreç içinde güvenlik güçlerimiz tabii,
‘herhangi bir çatışmaya, şuna buna girmeyelim’ dediler ama daha sonra anladık
ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar.”
Aslında
daha 2010’daki Oslo Görüşmelerinde, Başbakanın özel temsilcisi olduğunu ifade
eden Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ve Başbakanlığa bağlı MİT Müsteşar
Yardımcısı, PKK/KCK temsilcilerine, metropolleri bile patlayıcılarla
doldurduklarını bildiklerini söylüyordu. Demek ki iktidar ve ona bağlı
birimler, yıllarca silahlanmaya göz yummuşlardı; “süreç” dedikleri kavram
uğruna.
Israrla,
hâlâ süreci bitirmediklerini, buzdolabına koyduklarını, uygun ortam doğunca
tekrar süreci başlatacaklarını ifade ediyorlar.
İşin vahim
tarafı, süreci kabul eden ve destekleyenlerin iktidar partisinden ibaret
olmamasıdır. Gazeteler, televizyonlar, aydın etiketiyle takdim edilenler,
sürekli çözüm diye ağızlarını açmakta, çözüm diye ağızlarını kapatmaktadırlar.
Birçok kuruluş da aynı istikamette görüş bildirmektedir. Bu durumda Türkiye,
PKK’nın dayattığı “özerklik, özyönetim, Kürtlerin statüsünün anayasa ile
belirlenmesi” kavramlarının kıskacı altında bütünlüğünü kaybetmeye ve bölünmeye
doğru hızla sürüklenmektedir.
Bu
pazarlıkların bir ucunda bulunan aktör, mevcut iktidardır. Dönemin Başbakanı,
2000’li yılların başında kendisini Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlarından
biri ilan ederek, bu pazarlıkların yalnızca içine düşülmüş bir çaresizlik
nedeniyle yapılmadığını göstermiştir. Pazarlıkların, tümüyle ya da kısmen,
iktidar sahiplerinin ideolojik ya da şahsi amaçlarına da uygun düştüğü için
yürütüldüğü görülmüştür.
Bu vahim
durum karşısında, ülkenin ve milletin birlik ve bütünlüğünü düşünen insanlar
olarak, Amasya Tamiminin üçüncü maddesinde belirtilen “Milletin istiklalini,
yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” şiarını bugün de yüksek sesle dile
getirmeyi görev biliyoruz. Aynı Tamimin dördüncü maddesinde belirtilen
“Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek
sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak, millî bir
heyetin varlığı” gereğinden hareketle millî bir heyet oluşturmayı zaruri
görüyor ve bunu kamuoyuna ilan ediyoruz.
Yukarıda
anlatılan süreç karşısında heyetimiz aşağıdaki hususları açıklamayı da millî
bir görev bilmektedir.
“Tek Dünya
Hükûmeti” projesini gerçekleştirmek anlamındaki küreselleşme ideolojisi,
hedeflediği yeni dünya düzeni kurulamadan çökmüştür. Dünya dengeleri,
ulusal/millî devletler temelinde ve bunların çevresinde bölgeselleşme
kapsamında yeniden kurulmaktadır.
Küreselleşmenin
“Tek Dünya Hükûmeti” yaratma projesi, 2008 yılında kurumsal olarak çökmüştür.
Çünkü millî menfaatler ön plandadır. Tüm dünya ülkelerini kapsayan çok taraflı
serbest ticaret görüşmeleri 2006-2008 yılında askıya alınmıştır. 2007 yılında
AB-ABD ekonomik entegrasyonunu ilerletmek amacıyla Transatlantik Ekonomi
Konseyi oluşturulmasını öngören Anlaşma, 13 Şubat 2013 tarihinde “Transatlantik
Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP)” adı verilen görüşmelerin başlamasıyla
sonuçlanmıştır. ABD öncülüğünde Amerika kıtası ülkelerinin Büyük Okyanus’un
öteki yakasında Çin’i dışlayarak giriştikleri Trans-Pasifik Ortaklığı (Trans
Pasifik Partnership –TPP) Anlaşması, Atlantik girişiminin kendi arkasını
sağlama almayı da ihmal etmediğini göstermektedir. Çin ve Rusya’nın içinde
olduğu Şanghay Beşlisi gibi bölgesel anlaşmaları, etkileri daha sınırlı çok
sayıda bölgesel ekonomik işbirliği ve entegrasyon anlaşmalarını da göz önünde
bulundurduğumuzda, küreselleşen dünyanın artık yerini “düveli muazzama”
liderliğinde “Bölgeler Dünyası”na bıraktığı açıktır.
Ne var ki
küreselcilik, yeni denge arayışında en temel dayanak olan ulusal devlet ve
toplum mekanizmalarımızı büyük ölçüde tahrip etmiş durumdadır. 1980’li
yıllardan bu yana sürdürülen, üretimi ihmal eden büyüme, liberalizasyon,
kuralsız özelleştirme politikaları sonunda, ulusal iktisadi temelimiz
aşınmıştır. Hem küreselcilik hem de bunun yürürlüğe koyduğu Büyük Ortadoğu
Projesi, ulusal/millî devleti, farklılık – azınlık – etnisite – mezhep
ayrılıkları temelinde büyük ölçüde yaralamıştır.
Bugün,
dünyanın yeni denge arayışları içinde ortaya çıkmaya başlamış bulunan
güçlüklerle baş edebilmek için, büyük yenilenme atılımları gerçekleştirmek
zorundayız. Bunun için, öncelikle ulusal/millî varlığımızı güçlendirmek, milli
ve üniter devlete yönelmiş tehditleri bertaraf etmek gerekmektedir.
ADIMIZ
”TÜRK”TÜR
Tarihimizin
başından beri milletimizin adı Türk’tür. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de
aynı şekilde adımız Türk idi. Bunun tabii bir sonucu olarak, Cumhuriyet’in ilan
edilmesinden önce imzalanmış olan Lozan Antlaşmasında Türk adı kullanılmıştır.
115. maddede “Türk Bayrağı”, 126. maddede “Türk kara ve deniz askerleri”,
129/6. maddede “Türk Hükûmeti” terimleri geçer. Türkiye Cumhuriyetinin
uluslararası kabulünün belgesi, yani bir bakıma Türk’ün uluslararası camia
tarafından imza altına alınmış bulunan tapusuna rağmen kendi kendimize Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin anayasasından Türk’ü çıkarmak ancak “safdillik”,
“âcizlik”, “gafillik” veya “ideolojik bir amaç”la izah edilebilir. Bu, aynen
nüfus cüzdanımızdan adımızı silmeye benzer.
Bugün
kendi ülkemizde bile ulusal/millî adımızın inkâr edilmesi ve egemenlik
haklarımızın elimizden alınması gibi, tehlikeli ve hiçbir koşulda kabul
edilemeyecek çok yönlü bir saldırıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Adı
destanlar çağına kadar uzanan bir milletin inkârı, tarihe aykırıdır.
İskitlerden, Hunlardan, Göktürklerden başlayan Türk tarihi Orhun abideleri ile
tarihe damgasını vurmuştur. Türkçenin bilinen ilk sözlüğü Dîvânu
Lugâti’t-Türk’ün yazımını 1077 yılında bitirip eserini Abbasi halifesine sunan
Kâşgarlı Mahmud, el yazmasının 176-177. sayfalarındaki Türk maddesinde şöyle
der: “Türk Nuh’un (s.a.) oğlunun adı. Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına yüce Allah
tarafından verilmiş bir isimdir…” 11. yüzyılda Şehname’de Firdevsî Türkleri,
efsanevi İran hükümdarı Firîdun’un oğlu Tur’a bağlar. Şecere şöyledir: Firîdun
– Tur - Bîşeng – Efrâsiyâb – Karahan – Türk hânı… Arap tarihçisi Mes’ûdî’nin
(ölümü: 956) Mürûcu’z-Zeheb başlıklı yapıtına göre Türkler, Nuh oğlu Yâfes
oğlu, Sûbil oğlu Âmûr’dan gelirler. Çin kaynakları çok daha eskidir. Cou
hanedanı tarihi 629’da, Sui hanedanı tarihi 636’da, Tang hanedanı tarihi
1060’ta yazılmıştır. Bu hanedan tarihlerine göre Türklerin efsanevi atası
İ-çi-ni-şi-tu idi. Yağmurlar yağdırabiliyor, rüzgârlar estirebiliyordu. Onun
oğlu da No-tu-lu Şad idi. Ateş yakarak kabile mensuplarını ısıtmış ve soğuktan
korumuştu. Onu reis tayin ederek ona Türk adını vermişlerdi.
Destanlar
dönemini izleyen belgeli çağları görmezden gelmek, tarihe ve akla aykırıdır.
Göktürk / Köktürk olarak bilinen Türk Kağanlığı, döneminin büyük güçleri olan
Çin, Sasani ve Bizans devletleriyle askerî, ticari ve diplomatik ilişkilerde
bulunmuştur. Türk diline ait bilinen ilk yazılı belgeler, Orhun Abideleri /
Anıtları olarak adı geçen Türkçe yazılı üç büyük taştan biri 732 tarihinde
dikilmiş bulunan Köl Tigin bengü taşı (anıtı), ikincisi 735’te dikilmiş bulunan
Bilge Kağan bengü taşı, üçüncüsü 720-726 arasında dikilmiş bulunan Bilge
Tunyukuk bengü taşıdır. Üç anıttaki Türkçe metinler küçük boy bir kitapta 35
sayfa tutmaktadır. Bu metinlerde Türk adı tam 76 kez geçer. Bu anıtlardan sonra
adımız, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde kullanılmıştır. Uygurlardan kalan
ve 10. yüzyılda yazılmış Budizm’e ait eserler olan Maytrısimit ve Hüen-tsang
biyografisinde bu eserlerin Tohar dilinden ve Çinceden Türk diline çevrildiği
bilgisi; Karahanlılardan kalan Kutadgu Bilig ve Dîvânu Lugâti’t-Türk…
Sınıflandırmaya konu edilecek kadar büyük ve dal-budak salmış bir toplumun
bilgisi daha o zamanlarda verilmiştir: “Türkler aslında yirmi boydur (qabîle).
… Rum’a yakın boyların (qabâyil) birincisi Beçenek’tir. Sonra sırasıyla Kıfçak,
Oguz, Yemek, Başgırt…” (Dîvânu Lugâti't-Türk)
ULUSAL/MİLLÎ DEVLET TEHDİT ALTINDADIR
Son
zamanlarda; ulusal/millî birliğimiz, egemenliğimiz ve Türk Milleti’nin hukukî
yapısının temelini teşkil eden, “bireylerin devlete Türk vatandaşı olarak
bağlanması” düzeni, ağır bir baskı ve saldırı altındadır. Bu baskı, “Yeni
Anayasa” politikası ile birlikte hukuksal bir tehdide dönüşmüştür.
Önce “Anayasal
Vatandaşlık” denen, sonra “Eşit Vatandaşlık” adı altında ileri sürülen
yaklaşım, bu tehdidin siyasetidir. İktidar partisi bu yaklaşımı ilk olarak 2007
yılında, “renksiz, ideolojisiz, sivil anayasa” diyerek gündeme getirmiştir.
Anayasa’da Atatürk’e yer olmadığı ilân edilmiştir. İzleyen yıllarda bunun, Anayasadan
Türk vatandaşlığının silinmesi, egemenlik hak ve yetkisinin Türk Milleti’nden
alınması amacıyla hükümlere dönüştürüldüğü görülmüştür.
Bu
düşünceye göre, Anayasa’nın 66. Maddesindeki “Türk Vatandaşlığı” ifadesi
tamamen silinecek veya “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” şeklinde
yazılacaktır. Bazıları “Türkiye Vatandaşlığı” önermekte, böyle bir değişikliğin
topluma kabul ettirilemeyeceği hissine kapılanlar ise, “vatandaşı
tanımlamayalım, isimsiz bırakalım” görüşünü ileri sürmektedirler. Böylece
milletin adı değiştirilebileceği veya milletin adı belirtilmeyebileceği gibi,
topluma dünyada mevcut olmayan bir biçimde “Türkiye Milleti!” gibi, isimler de
verilebilecektir. Neticede Anayasadan Türk adının tamamen çıkarılması
amaçlanmaktadır.
Bir ulusu
anayasadan silmek, kuşkusuz onu tarihten silmeye yetmez. Ne var ki, ulusların
tarihteki varlıkları, egemenlik haklarını ellerine aldıkları zaman “gerçek”
hale gelir. Türk Milleti varlık ve egemenlik hakkını ulusal kurtuluş savaşıyla
büyük bedel ödeyerek devam ettirmiştir. Ülkesinde egemen ve dünyada bağımsız
bir millet olarak varlığını tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Sahibi olduğu milli
varlığından, bu varlıktan doğan egemenlik ve bağımsızlık haklarından kendi
isteğiyle vazgeçebileceğini, bu hakların yok edilmesine izin verebileceğini
düşünmek, akıl ve izan dışıdır. Kendini ve haddini bilmezlik, Türk Milleti’ni
tanımamaktır.
Türk
Milletinin kimliğine ve egemenliğine yönelik tehditler her durumda ortadan
kaldırılmak istenmektedir. “Yeni Anayasa” saldırısı karşısında, Anayasa’nın
Devletin egemenliğini ve kimliğini belirleyen hükümleri;
Devletin
kurucusu ve sahibinin Türk Milleti olduğunu ve Anayasanın, demokrasiye âşık
Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi edildiğini
açıklayan başlangıç ilkeleri,
Anayasanın
değiştirilemez, hatta teklif bile edilemez dediği; Devletin şekli “Cumhuriyet”
diyen 1’inci maddesi,
Cumhuriyetin
niteliklerini “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti” olarak belirleyen 2’ maddesi,
Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez, tek bir egemenlik alanından meydana geldiğini ve
dilinin Türkçe olduğunu gösteren 3. Maddesi,
Devletin
temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5. Maddesi,
Egemenlik
hakkının, kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu belirleyen 6. maddesi,
“Herkes;
dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” diyen 10. Maddesi,
“Türkçeden
başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri
olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyen 42. maddesi,
Bireyin
siyasal ve hukuki bakımdan “Türk Vatandaşı” olduğunu tarif eden 66.
maddesi,
Tam bir inanç ve kararlılıkla savunulacaktır.
Bizim
idealimiz, Türk yurttaşlarının kanun önünde eşitliğidir. İnanç ve etnik
çeşitliliğimiz, sosyal ve kültürel değerlerimizdendir. Bu değerlerimiz, hukuki
ve siyasi egemenlik unsuru yapılmadan, kültürel hayatımızda özgürce yaşanmalı
ve saygı görmelidir. Bu düşüncemizin güvencesi de, bireyin eşit yurttaşlık
statüsüne dayanır. Esasen Anayasamız da bunu emretmektedir. Kanunlar karşısında
yurttaşların eşitliği, aynı zamanda, toplumdaki her çeşit farklılığın da
eşitlenmesi demektir. İnsanlık, millet bütünlüğü içinde, etnik köken veya inanç
gibi farklı özellikleri olan grupların eşitliğini sağlamak için, bundan başka
bir yol bulamamıştır. Bu bakımdan, yurttaş eşitliğinin güçlendirilmesi ve
korunması; yurttaşın özgürleşmesi, toplum huzur ve güvenliği açısından büyük
önem taşımaktadır. Özgürleşmenin güvencesi de, ulusal ve laik siyasal rejimin
kurucu temeli de, önemli ölçüde bu ilkeye dayanmaktadır.
Millet
olmanın, etnik ve mezhep merkezli bakışı aşmayı gerektirdiği; canlı bir uzviyet
olan millet geliştikçe demokrasinin de olgunlaştığı; millet ile etnik
ırkçılığın asla bağdaşmayacağı gerçeği, hiçbir zaman unutulmamalıdır.
ÜNİTER DEVLET TEHDİT ALTINDADIR
Bugün Devletimizin
üniter (tekil) yapısı; ülke toprakları üzerinde birden fazla egemenlik alanı
açılması anlamına gelen, özerk bölgecilik ve federalizm benzeri çok ortaklı
yapılanma tehdidi altındadır.
Bu
tehditler, “ortak vatan Türkiye” ve “Kürdistan” olmak üzere iki parçada kurgulanan
PKK/KCK siyaseti ve “demokratik özerklik” şeklinde özetlenen, HDP/DBP
politikası ile “federasyon benzeri” talebini programlarına yerleştirmiş, diğer
siyasi partilerce güdülen politikalar aracılığıyla ortaya çıkmıştır.
Egemenliğin
ülke toprakları üzerinde parçalara ayrılması, Güneydoğu illerinde özerklik –
özyönetim ilanları yapan ve Suriye’deki gibi “kantonculuk” denemelerine
girişenleri desteklemek üzere, 26-27 Aralık 2015 tarihinde Demokratik Toplum
Kongresi imzasıyla ilan edilen 14 maddelik bir bildiriyle fiili bir baskı
haline getirilmeye çalışılmıştır.
Bunlar
Türkiye’nin özerk bölgelere ayrılmasını; her bölgenin kendi meclisleriyle
yönetilmesini; bunların bölgede eğitim, sağlık, ulaştırma, kültür, vb. her
konuda genel yetkili olmasını; bu meclislerin merkezi parlamentoda temsil
edilmesini istemektedirler. İlan ettikleri bildiriye göre her bölgede yerel
diller resmi dil olarak kabul edilmeli; bu meclislere etnik topluluklar ve
inanç çevreleri “kendi kimlikleri” ile katılmalıdırlar. Bölgedeki kaynakların
gelirleri üzerinde ve vergi toplama yetkisinde devir istenmekte, bölgelerin
kendi güvenlik örgütlerini kurmaları talep edilmektedir.
Bu talepler,
Türkiye’de federasyon benzeri çok ortaklı bir devlet yapısından başka bir şey
değildir. Ancak bu yapılanma, aynı zamanda millet tanımında da değişikliği
kapsamaktadır. Böylece etnik kimliklere statü verilerek tek milletli yapıdan
çok milletli yapıya ve vatandaşlığa geçilmesi istenmektedir.
Bu tarihe
kadar sadece “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”ni istediklerini söyleyenler,
artık asıl amaçlarının “bölgesel egemenlik” olduğunu açıklamaktadırlar.
“Yerel
demokrasi” istediklerini söyleyenler, gerçekte “yerel iktidar” peşinde
olduklarını ilan etmişlerdir.
Avrupa
Konseyi ve Avrupa Birliğinin çeşitli organları da bu taleplere destek veren
faaliyet ve açıklamalarda bulunmakta, istekleri meşru yerel isteklermiş gibi
sunarak Türkiye’yi baskı altına almaktadır.
Durum bu
kadar açık iken, hem İktidar hem Ana Muhalefet Partisi, resmi belgelerinde
“Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki tüm çekinceleri
kaldırmayı vaat ederek, bu taleplere meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu anlamda;
Devletin
ve hükûmetin temsilcisi valilerin, yetkilerinin azaltılarak etkisizleştirilmesi,
Bölge
Kalkınma Ajansları kurulması,
Adem-i
merkeziyetçiliğin Hükûmet programına alınması,
Büyükşehir
projesinin il sınırlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi ve bu uygulamanın
bütün illere yaygınlaştırılma çalışmaları,
Merkezin
yerel yönetimler üzerindeki her türlü tasarruf ve denetim yetkisinin
sınırlandırılması,
İdarenin
bütünlüğünün parçalanması,
Devlette
yerellik (subsidiarite) ilkesinin benimsenmesi; konularında endişe verici
adımlar atılmış ve atılmaya devam edilmektedir.
Bu
bakımdan “Yeni Anayasa” talebi, ülke ihtiyaçlarına göre bir Anayasa değişikliği
olmayıp; rejimin ve Türk Milletine ait olan devlet kimliğinin
değiştirilmesidir. Devlet kimliğini değiştirmek ise, Türkiye Cumhuriyetini
ortadan kaldırmak demektir…
Anayasa’nın
Başlangıç Bölümünün ilk cümlesi ve 3. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi ile… bölünmez bir bütündür” hükmü, devletin toprakları üzerinde, tek
egemenlik olacağını söyler. Başka bir deyişle egemenliğin paylaşılması sonucunu
doğuracak olan özerk bölgelerden ve özyönetimden söz edilemez, eyaletler
kurulamaz; devlet yapısı federasyon benzeri çok ortaklı bir şekle
dönüştürülemez.
“Yeni
Anayasa” politikası güdenler, Başlangıç ve 3. madde değişikliklerinin yanı
sıra, Anayasa’nın idareyi düzenleyen 123 ve 127. maddelerine de
odaklanmışlardır. Madde 3’te belirtilen “ülkesi ile bölünmez bütün” ilkesini
ete kemiğe büründüren hüküm, madde 123’te yer alan “idarenin bütünlüğü”
kuralıdır. Buna göre idare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür; kanunla
kurulur. İdare ancak iki esasa göre kurulur. Bunlardan biri merkezden
yönetimdir. Ankara’daki merkezi idareyle il-ilçelerdeki mülki idareden oluşur.
Bunların tümü, yani bakanlıklar, valilikler, kaymakamlıklar tek
tüzelkişiliktir; buna devlet tüzelkişiliği denir. Diğer esas, yerinden yönetim
esasıdır. Buna bağlı olanlar özel idare, belediye ve köyler gibi mahalli
idareler ve KİT’ler gibi hizmet idareleridir. Bunların her birinin kendilerine
ait kamu tüzelkişilikleri vardır.
123.
maddedeki idarenin bütünlüğü kuralından rahatsız olanlar, bunu kaldırmayı ve
idareyi “ayrılık kuralı”na göre düzenlemeyi, böylece federasyon benzeri oluşuma
gitmeyi hedeflemektedirler. Bunun anlamı, her türlü kamu hizmetini verecek olan
eğitim, sağlık, ulaştırma vb. kurumların devlet tüzelkişiliğinden çıkarılması,
her birinin ayrı tüzelkişilikler olarak bölgelere devredilebilmesidir. Ayrılık
kuralını sağlamak için AB’nden destek almakta, Anayasaya idarenin bütünlüğü
yerine “subsidiarite” denen yerellik ilkesini getirmek istemektedirler.
127. madde
Mahallî İdareler maddesidir. Burada bu idarelerin üzerinde Merkezî İdarenin kullandığı
denetimi ortadan kaldırmak, bunun için “etkin denetim ilkesi”ni silmek
peşindedirler. Mahallî idareleri “idari ve mali bakımdan özerktir” diye
tanımlamak, bunları genel yetkili kılmak, aynı şekilde bunların gelirlerini de
asıl olarak “kendilerine ait” sayacak kurallar yerleştirmek niyeti
gütmektedirler.
Bu yönde
yapılacak değişikliklerin, Anayasanın Başlangıç ve 3. maddesindeki ilkelerinin
içinin boşaltılması anlamına geldiği, üniter devleti ortadan kaldırarak Devletin
egemenliğinin bölgesel / yerel iktidar odakları arasında bölüştürecek bir
dağılmaya yol açacağı açıktır.
Bazı
ülkelerin, üstelik Batı ülkelerinin federatif yapıda olması Türkiye’ye örnek
gösterilemez. Çünkü bu ülkelerdeki federatif yapı, tarihî süreç içinde parçadan
bütüne (aşağıdan yukarıya) doğru giden bir gelişmeyi gösterir. Mesela Amerika
Birleşik Devletleri, birbirinden bağımsız 13 devletin 1777’de kendi
kararlarıyla birleşerek bir federal yapı oluşturmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu
sebeple ABD’nin eyaletleri “state” yani “devlet” adını taşır. Kaldı ki, 20. Yüzyıl
boyunca ABD’de merkezî hükûmet, eyaletler aleyhine ciddi derecede güç
kazanmıştır. Yani ABD, gittikçe daha merkezî bir yapıya doğru evrilmektedir.
Bir başka
örnek Almanya’dır. Prusya, Bavyera, Saksonya, Baden gibi soyca Alman 25
bağımsız devletin 1871’de birleşmesi sonucu Almanya, federatif yapıda
kurulmuştur. Bugün ise Almanya üniter anlayışla güçlü merkezî hükûmet
tarafından yönetilen bir sisteme dönüşmüştür. Burada da parçadan bütüne gidiş
vardır.
Türkiye,
daha Fatih devrinden beri merkezî bir yapıya kavuşturulmuştur. Bazen savaş,
bazen evlilik vb. yollarla devlete katılan Anadolu beylikleri, doğrudan merkeze
bağlanmış, federal bölgeler olarak yapılandırılmamıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti de aynı şekilde daha baştan üniter bir yapıda kurulmuştur. Türkiye
federal bir yapıya yöneldiği takdirde; Amerika Birleşik Devletleri’nin,
Almanya’nın ayrı devletlerden, yani parçadan bütüne doğru giden federatif
yapılarına karşılık, bütünden parçalanmaya doğru gitmiş olacaktır. Özellikle,
Yugoslavya ve SSCB örneğinde olduğu gibi, etnik gruplara dayanan federatif
devletlerin parçalandığına da dünya, çok yakın tarihlerde şahit olmuştur; ancak
üniter yapıyla başlayıp federatif yapıya dönüşen ülke görülmemiştir.
Siyaset
bilimci Alfred Stepan da şu uyarıda bulunuyor: “Komünizm sonrası Avrupa,
federalizm konusunda dikkatli olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasî
sisteminde sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi üniter devletti
(Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan); üçü federaldi
(Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya).Mucizeler yılı 1989’dan yedi
yıl sonra, bu beş üniter devletten beşi de hâlâ üniter devlettir; üç federal
devlet 22 devlete bölünmüştür.[1]”
Günümüz
dünya koşullarında ve ülkemizin karşı karşıya olduğu tehditler göz önünde
bulundurulduğunda, ihtiyacımız olan düzenleme merkeziyetçilik ve idarenin
bütünlüğü ilkesi temelinde yükselmelidir. Etnik ayrılık ve federalizm taleplerini
AB’nin yerel yönetim ilkesiymiş gibi takdim etmek, bir propaganda oyunundan
ibarettir. AB üyesi ülkeler, Yerellik İlkesi (subsidiarite) üniter yapıya asla
ters olmayacak şekilde kendilerine göre yorumladıktan ve kendi millî
yapılarıyla uyumlu hale getirdikten sonra uygulamaya koymuştur. Yerel
yönetimler, günün koşullarına uygun, ölçülebilir ve merkezin etkin şekilde
denetleyebileceği bir düzenleme ile güçlendirilmelidir. Bu çerçevede, Avrupa
Konseyi tarafından 1994 yılında yeniden yorumlanmış olan Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı, tüm maddeleri ve çekinceleri bakımından yeniden
değerlendirmeye alınarak, gözden geçirilmelidir.
ULUSAL/MİLLÎ
DİLİMİZ
Tarihimiz
boyunca milletimizin dili Türkçedir. Selçuklu döneminde resmi yazı dili olarak
Farsça ve Arapça kullanılmışsa da orduda, sarayda ve günlük hayatın her
alanında konuşma dili olarak Türkçe kullanılmıştır.
Osmanlı
devletinde ise Oğuzların Türkçesi yazı dili olmuş, edebiyatta, ilmi eserlerde
ve bütün devlet yazışmalarında kullanılmıştır. Bütün kanunlar ve resmî evrak
Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Örneğin Fâtih’in hatt-ı hümâyûnu “bu kanun, bu
kanun-nâme atam ve dedem kanunudur ve benüm dahi kanunumdur…” diye başlar. Ya
da Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmesi’nde “Undan ve buğdaydan ve ulafdan,
filcümle (bütün) hubûbatdan her yükden satılmağa gelen (koyunun) ikisinden bir
akçe alına… Ve bir yük tuz ve peynir ve bal gelse altışar akçe alına…” diye
yazılmıştır.
19.
yüzyıla gelindiğinde devlet hayatındaki gelişmeyle birlikte anayasa yapma ihtiyacı
doğmuş ve ilk Anayasa da Türkçe yazılmış, 1876 yılında kabul edilmiştir. Bu Anayasada
devlet dili de gündeme gelmiştir. 1876 Anayasasının 18. maddesi hem Türkçeyi
“resmî dil” olarak ifade eder, hem de devlet hizmetlerinde çalışabilmek için
Türkçe bilmeyi şart koşar. “Hey’et-i Meb’ûsân” başlığı altında yer alan 68.
maddede kimlerin milletvekili olamayacağı sayılırken, üçüncü olarak “Türkçe
bilmeyenler” belirtilmiştir. “Meclis-i Umûmî” başlığı altında yer alan 57.
maddede Mecliste yapılacak müzakerelerin dilinin de Türkçe olması gerektiği
belirtilir: “Madde 57 – Hey’etlerin müzâkerâtı (müzakereleri) lisân-ı Türkî
üzere cereyan eder…”
İkinci
Meşrutiyet’in ilanı üzerine 1909’da Anayasa tekrar ele alınmış ve bazı
maddeleri değiştirilmiştir. Ancak yukarıdaki maddeler aynen devam etmiştir.
1914, 1916, 1918 yıllarında yapılan küçük değişikliklerde de yukarıdaki
maddelere dokunulmamıştır.
Cumhuriyet
dönemindeki anayasalarımız da Osmanlı geleneğini devam ettirmiştir.
1924
Anayasasının; 2. maddesine göre “Devletin resmî dili Türkçedir.”
12.
maddesine göre de “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler milletvekili seçilemezler.”
1961
Anayasasının; 3. maddesine göre “Resmî dil Türkçedir.”
68.
maddesine göre de “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler… Milletvekili seçilemezler.”
1982
Anayasasında dil konusu yine üçüncü maddede yer alır:
“Madde 3 –
Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir…” Bu
maddenin başlığında yine “resmî dil” terimi kullanılmıştır.
ANAYASAL
TEMELİMİZ
Tarihî
gerçeklere dayalı olarak Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadarki bütün
anayasalarında egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu
belirterek, vatandaşlık kavramını “Türk” kelimesiyle ifade etmiş ve ulusal
vatandaşlık anlayışına dayalı millî/ulusal devlet ilkesini benimsemiştir.
1876 Kanun-î
Esasisî’nin 18. maddesinde “Devletin resmi dilinin Türkçe” olduğu ifadesi, 1924
anayasasının 88. maddesinde “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin
vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” ifadesi yer almıştır. 1961 Anayasasının
54. maddesinde ve 1982 Anayasasının 66. maddesinde “Türk devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi yazılıdır. Demek ki başından beri
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına “Türk” denilmiştir ve bu Anadolu’ya
girdiğimizden itibaren başlayan Türkiye tarihinin tabii bir sonucudur.
Bir başka
husus ise şudur: Anayasamızın 10. maddesi, “Herkes [Vatandaşlar], dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” derken; Almanya
anayasası Almanlar, Fransa anayasası Fransızlar, Yunan anayasası Elenler
eşittir demektedir.
Avrupa
ülkelerinin birçoğunun anayasalarında da millet adı belirtilmiştir. Söz gelişi
Alman anayasasının başlangıç kısmında ve ikinci maddesinde “Alman milleti (Das
Deutsche Volk)”, sekizinci, dokuzuncu, on birinci ve on ikinci maddelerinde
“bütün Almanlar (Alle Deutschen)” ifadeleri geçer. Yani “Almanya” değil,
“Alman”. Bilindiği gibi Almancada “Almanya” anlamında “Deutschland” kullanılır.
Aynı şekilde Fransa anayasasında da “Fransız milleti / halkı (le peuple
Français)” ifadesi geçer. Bu ve benzer ülkelerin hâkim unsuru, içlerinde ne
kadar farklı etnik grup bulunsa da tarihî olarak kendilerini, tek bir millet ve
ülkenin sahibi kabul ederler.
BÖLÜCÜ
TERÖR (PKK / KCK) SORUNU
Bölücü
terörü (PKK) büyüten baş sorumlu, İktidar ve siyasetidir.
Bu kadro
ideolojik olarak, Türk Devletini; milliyetçilik, Kemalizm ve Atatürkçülüğün
ürünü olarak adlandırıp, tasfiyesini ve yeniden yapılandırılmasını öncelikli
hedef edinmiştir. Onlara göre toplumun normalleşmesi, sadece “Cumhuriyetin
kötülüklerinden arınmakla(!)” mümkün olacaktır.
Bu
çerçevede öncelikli hedef olarak TSK’nın zayıflatılması seçilmiştir. Siyasi
iktidar, Türkiye’nin “normalleşmesinin askerî vesayetten kurtulmasıyla” mümkün
olacağı hesabıyla 5 Kasım 2007’de ABD Başkanı George W. Bush ile de “Ergenekon”
konusunda anlaşarak, TSK’ya karşı “operasyon” başlatmıştır. Siyasi
İktidar-Cemaat ittifakı, TSK karşıtlığının zirvesini simgelemektedir. Kumpas
davalarıyla TSK, itibarsızlaştırılıp, iç tehdit, güvenlik ve terörle mücadelede
yetkileri sınırlandırılarak işlevsizleştirilmiştir. Bu durum, Türk Devletinin terörle
mücadele iradesine ciddi darbe vurmuştur. Buna karşılık PKK, muhatap alınmak
suretiyle meşrulaşma ve aklanma sürecine girerek güçlenmesini sürdürmüştür.
İktidar Partisinin
yönetici kadroları, Cumhuriyet’in lâiklik ilkesini, hatta ondan da de önce,
egemenliğin Türk Milletine ait olmasını içine sindirememiştir. Onlara göre
Türklük ve Türk milliyetçiliği en önemli sorundur; Türkiye, Türklükten
kurtulmalı, milliyetçilikten arınmalıdır. Bu temel sorunun aşılabilmesi için
de, devletin Türk Milleti yerine Türkiyelilik esasına göre; siyasi egemenliğin
sadece bir unsuru olan coğrafya (Türkiye/Anadolu gibi) üzerine yeniden
kurulması gerekmektedir. Türklüğe ve Türk ulus devletine karşı başlatılan bu
ideolojik-politik savaş, PKK’nın güçlenmesinin en temel nedeni olmuştur. Bu
durum, öncelikle açık veya örtülü olarak PKK’nın “meşrulaşmasına”, “haklılık
kazanmasına” yol açmış; PKK cinayetleri ve terörü, Türk Ulus Devletinin bir
sonucu olarak gösterilip, aklanmaya çalışılmıştır.
“Çözüm
süreci” veya “barış süreci” olarak adlandırılan dönem bu sosyolojik, siyasi,
ideolojik ve sosyo-psikolojik zeminde oluşmuştur. 2013’de uygulamaya giren
“çözüm süreci”nin iddiası basittir: “PKK/KCK, ‘Kürt sorunu’nun bir ürünüdür; bu
sorun çözülürse örgüte ihtiyaç kalmaz. PKK/KCK neden değil, sonuçtur.
Cumhuriyet’in etnik gruplar dışlanarak sadece Türklere göre kurulmasının, günümüze
kadar da asimilasyon ve zulüm yapılmasının ürünüdür.” Görüldüğü gibi “çözüm
süreci” açıkça PKK/KCK’nın, ülkenin bölüşülmesi ve kendi kendini yönetme
iddiasına bağlı olan, özerkleşme/devletleşme taleplerine haklılık kazandırma ve
gereğinin yapılması sürecidir. “Çözüm süreci” PKK/KCK’nın güçlenmesine tarihî
fırsatlar sunmuş; bölücü terör örgütü PKK’yı övmeyi suç olmaktan çıkarıp açıkça
desteklemek, aydın ve ilerici olmanın kıstasına dönüştürülmüştür. Tam bu sırada
bölücü örgütün cinayetleri tırmandırılıyor, sokakta, pazarda infazlar
yapılıyor, güvenlik güçleri sokakta dolaşamıyor, merkezleri kurşunlanıyordu.
Nitekim HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş da 18 Ekim 2015 günü verdiği bir
mülakatta “daha önce de ateşkes döneminde PKK adına benzer bazı saldırılar oldu.
Pazar yerinde, çarşıda vurulan astsubaylar, uzman çavuşlar oldu. Peki, hükûmet
o saldırılardan sonra 'ben ateşkesi bozdum, Kandil'e uçaklarla 400 hava
saldırısı düzenliyorum' dedi mi? Demedi” sözleriyle bu durumu ikrar etmiştir.
Türkiye genelinde rahatça hareket edebilen ve propaganda yapabilen PKK/KCK,
dağa insan devşirme gücünü zirveye çıkarmış; Ortadoğu bölgesinde de güçlenme
imkânı bulmuştur.
AKP
yönetiminin demokrasiden uzaklaşarak otoriterleşmesi, güçler ayrılığının yok
edilerek Hukuk Devletinin askıya alınması; kadrolaşma sorunu, yandaş olmayanın
yükselme şans ve imkânının yok oluşu; Erdoğan’ın başkanlık ihtirası; kurumlar
arası çatışma, güvensizlik ve siyasi kutuplaşma gibi olumsuzluklar millî ruhu
zayıflatıyor; hizipçiliği, partizanlığı, siyasi kabileci anormalliği
besliyordu, beslemektedir.
Bu ortam,
PKK/KCK’nın güçlenmesine hizmet eden bir başka faktör olmuştur.
PKK,
2003’ten itibaren bölgeselleşme sürecini hızlandırmıştır. Bölücü örgüt,
hayalini kurduğu modele, 2010 yılından itibaren daha çok yaklaşmıştır. Bunda
başlıca rol sahibi gelişmeler, Irak’ın işgali ve Arap Baharı adı verilen
olaylar ile özellikle Suriye’de meydana gelen kanlı çatışmaların bölgeye de
yayılmasıdır. Böylece PKK/KCK terörü, çok daha müsait bir ortamı yakalamış
oldu.
ABD’nin
2003 Irak’ı işgali, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ve Irak’ta federal bir
anayasal düzen kurulması, PKK’nın Irak’ta güvenli bir terör üssü elde etmesini
mümkün kılmış; Türkiye’ye yaptığı terör saldırılarıyla güçlenmesine imkân
sağlamıştır. Bu gelişmeler, bölücü terör örgütüne kendi çabalarıyla asla elde
edemeyecekleri tarihî bir fırsat sunmuştur.
Önceki
dönemlerde Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasının temelini, tüm
bölge ülkeleriyle ilişkilerin her alanda geliştirilmesi ve karşılıklı ekonomik
yarar oluşturmaktaydı. Türkiye bölgede katkı sağlayıcı, taraf gözükmeksizin
kolaylaştırıcı faktör olma hedefi doğrultusunda davranıyordu. İktidar, bu
politikayı ortadan kaldırmış, genel olarak Türkiye’nin değil, İhvan-ı Müslimin
denilen bir örgütün menfaatlerine göre şekillenen bir siyaset çerçevesinde,
Ortadoğu’da etkin olmaya odaklanmıştır.
Kuzey
Afrika Arap ülkelerinde İhvan siyasetiyle dayanışma biçiminde başlayan bu
politika, iktidar yöneticilerinin heyecanlı desteklerine karşılık, Batı ülkelerinin
bu İhvan’a başlangıçta verdikleri desteği geri çekmeleri karşısında darboğaza
girmiştir. Bu süreçte Türkiye kaybederken, terör örgütü PKK büyük fırsat elde
etmiştir. Arap Baharı, örgütün konumunu değiştirmiştir. Terör örgütünün bölge
devletleriyle olan ilişkileri artmış, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerle
daha açıktan ilişki kurma imkânı elde etmiş; örgüt bu süreçte
bölgeselleşmiştir.
İdeolojik
siyaset ve tavizler sonucu, PKK sorunu “iç sorun” olmaktan çıkmış, “bölgesel
sorun” haline gelmiştir. Sorunun hallinde bu özelliğin akılda tutulması büyük
önem taşımaktadır.
TARİH
BOYUNCA ANADOLU’NUN EGEMENLERİ
Batılılar
–ki biz buna Haçlılar demeliyiz- Türkleri Anadolu’dan çıkarmak için bin yıldır,
her yoldan, [askeri, siyasi, ekonomik gibi] aralıksız bir şekilde uğraşıyorlar.
Bunun son örneği; ABD Başkanı George W. Bush’un, İkiz Kulelere iki uçağın
çarpması üzerine sarf ettiği, “Haçlı seferlerini başlatıyorum” sözünün arka
planında bu emelin yattığı açıktır. Onlara göre Anadolu’nun sahibi kendileridir(!),
burada egemenlik kurmuşlar ve medeniyetleri burada yoğrulmuştur. İyi de, bu
toprakların Roma ve Doğu Roma’dan önce de egemenleri vardı. Neden onların
sahipliğinden bahsedilmiyor? Ayrıca, bugün Roma adıyla yaşayan bir millet
olmadığı için varisi de yoktur. Eğer bir varis aranacaksa, bu coğrafyada zulüm
çarkına dönen Doğu Roma’yı yenerek buralarda hâkim olan ve üstün bir medeniyet
inşa eden Türklerden başkası olamaz.
Doğrudur,
ülkelerin sahibi oranın egemen olanıdır. Eğer bir topluluk, üzerinde yaşadığı coğrafyada
devlet kurup hâkimiyet sağlayamamışsa, statüsü egemen olana tâbi fertler
olmaktan ibaret kalır. Buna göre, Doğu Roma uyruğunda yaşayan ve adı ister
Romalı, ister Ermeni, ister başka bir şey olsun, bunların konumları hukukî ve
siyasî açıdan, dün de bugün de böyledir. Bu anlamda, Türkler 11. asırda
Anadolu’ya gelmeden önce, egemenliğin Doğu Roma’ya, Abbasilere; daha önce de
Hititlere vesair şehir devletlerine ait olması gibi…
Türklerin
Ortadoğu’ya gelişleri Emevi ve Abbasiler döneminde başlamıştır ve Türkler
burada devletler kurmuşlardır. Tolunoğulları [868-905], İhşidiler [935-969], Zengiler
[1127-1259], Erbil Beyliği [1146-1284] gibi. Milâttan öncesine gidecek olursak
karşımıza, Sümerler, Sakalar/İskitler ve Sabarlar çıkar [M.Ö. 4000’den itibaren].
Rahmetli Servet Somuncuoğlu’nun Anadolu ve Orta Asya’daki kaya resimlerinden
oluşan büyük albümleri, bunun en yeni kanıtlarından sayılabilir.
Türk
Milletinin ayrılmaz bir parçası olan ve bugün bilgisizce tartışılan Kürt
kökenli vatandaşlarımızın Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’ya gelişleri konusuna da
temas etmekte yarar vardır. Anadolu’ya gelişlerin, küçük topluluklar halinde de
olsa 10’uncu yy’a kadar gittiğini görüyoruz. Nitekim, haritacı ve coğrafya
bilgini Arap gezgini İdrisi’ye [12. yy.] göre Kürtler, Anadolu’nun devamı
sayılan Fars eyaletinde dört sancak hâlinde yaşamaktadır. İranlı coğrafya
bilgini İstahri [10. yy.] ve Memlük dönemi tarihçilerinden Makrizi [14-15.
yy.]’ye göre de Kürtler Fars eyaletinde oturmaktadır. Anadolu’ya aşiretler
halinde göçleri ise, 1058’de kendi arzularıyla Selçuklulara tâbi olmalarıyla
başlamış; en yoğun göçler ise; İdris-i Bitlisi’nin, Osmanlıya biat etmek
isteyen kalabalık aşiret topluluklarının taleplerini Yavuz Sultan Selim’e
yazılı olarak bildirmesi üzerine, 1514 Çaldıran savaşından sonra
gerçekleşmiştir.
Bu durum,
bölgeye verilmiş adlardan da belli olmaktadır. Diyarbakır, Siirt, Mardin, Urfa
ve çevresi Hz. Ömer devrinde Arap Devleti topraklarına katılmış, Yukarı
Mezopotamya üç idarî bölgeye ayrılmıştı. Diyâr-ı Mudar,Diyâr-ı Rabîa, Diyâr-ı
Bekr bölgeleri; Mudar, Rabîa ve Bekr Arap asıllı sülale adlarıyla kurulmuştu.
10. yüzyılda, Bizans dönemindeki thema adlı idari bölgeler olarak Mesopotamia,
Edessa, Vasprakania vardır; ama başka bir isimlendirme yapılmamıştır. Anadolu
Selçukluları, Karakoyunlu ve Akkoyunlu dönemlerinde de Diyarbakır ve çevresi,
Diyarbekr olarak geçer.
Doğu
Anadolu, Avrupalılarca uzun yıllar Turcomanie (Türkmen ülkesi) olarak
anılmıştır. İlk olarak İç ve Doğu Anadolu için 13. yüzyılda Marco Polo bu
tabiri kullanmıştır. Daha sonra 15. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına kadar bütün
Avrupa coğrafya literatüründe Doğu Anadolu Turcomanie olarak zikredilir.
Osmanlı
dönemine gelince. Çaldıran Savaşından hemen sonra 1515’te Diyarbekir
Beğlerbeğiliği kurulur. 16. asırda bölgedeki beğlerbeğilikler, kuruluş
tarihleri ve kuruluş merkezleri itibarıyla şöyledir: Diyarbekir [1515 – Âmid],
Haleb [1516 – Haleb], Zülkadriye (1522 – Maraş), Erzurum [1533 – Erzurum], Van
[1548 – Van], Çıldır [1578 – Çıldır], Kars [1580 – Kars]. Bu beğlerbeğilikler
daha sonra vilâyet adını alır. Vilâyet-i Diyarbekr, Vilâyet-i Erzurum gibi. 19.
yüzyıl başlarında bölgede Maraş, Diyarbekir, Sivas, Erzurum, Çıldır, Kars ve
Van eyaletleri vardır.
Bu
dönemde, [Sultan II. Mahmut] coğrafi anlamda Kürdistan eyaletinden bahsedildiği
[13 Aralık 1847] görülmektedir. Bu eyalet, Muş, Van, Hakkâri, Cizre ve
Diyarbakır’ı kapsamaktadır. 1867’den itibaren bölge yine Van Valiliği,
Diyarbekir Vilâyeti adlarını alır. Bu durum, 1876 ve 1908 yıllarına ait
salnâmelerde açıkça görülebilir.
İktidarın “Arap Baharı” ve bunun doğal bir
parçası olan Suriye siyaseti, her yönüyle iflas etmiştir. İflasın sonucunda,
komşu ve tabii müttefiklerimizle ilişkilerimiz dibe vurmuş, her alanda
yalnızlaşan ve kuşatılan bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Yine bu siyasetin
kaçınılmaz başka bir sonucu olarak ülkemiz, milyonlarla ifade edilen ve yurdun
her tarafına başıboş bir şekilde yayılan, sığınmacı ve mülteci göçünün
istilasına uğramıştır. Kimler olduğu bilinmeyen sığınmacıların sayısının, bazen
gittikleri il ve ilçelerin nüfuslarını bile aştıkları ifade edilmektedir.
Dünyada bir benzeri daha görülmeyen bu
uygulamalar ısrarla sürdürülmüştür. Pek çok ülkeden (Afrika dâhil) sorunlu
kişiler ülkemize akın etmişlerdir. Arkadan Afganistan, Libya, Irak, Suriye gibi
kanlı iç çatışmaların yaşandığı ülkelerden dalgalar halinde gelişler olmuştur,
olmaktadır, olacaktır.
Denizlerde yaşanan facialarla hayatını
kaybedenlerin, sokaklarda dilenenlerin ve ticaret metaı haline getirilen aç-susuz
zavallı insanların perişan hali, toplum vicdanında büyük bir travma
yaratmaktadır. Bu çok boyutlu sefaletle birlikte, ciddi bir ahlaki ve güvenlik
tehdidi oluşmaktadır. Şu anda sadece Suriye’den gelenlerin 3 milyona ulaştığı
söylenmektedir. Suriye’den ve geri dönüş anlaşmasıyla AB’den geleceği açıklanan
yeni milyonlarla ülkemizin ne hale geleceğini düşünmek bile istemeyiz.
Üzerinde yeterince durulmasa da ortada, daha
şimdiden çok ciddi bir insanî ve toplumsal sorun vardır. Türkiye’nin dayanma gücünü
çoktan aşan, zaten sancılı olan şehir kültürlerimizi tanınmaz hale getireceği
belli olan yabancı göçler, tam bir milli/ulusal güvenlik sorunu haline
gelmiştir. Türk Milleti huzursuz; bu vahim sonuçlardan sorumlu olan siyaset
erbabının bir kısmı vurdumduymaz, bir kısmı çaresizdir. Ürkütücü boyutlar
kazanan bu sorunun çözümü için, maalesef herhangi bir adımın atıldığı da görülmemektedir.
Yıllarca yapılan uyarılara, “100 ülke ile
vizeleri kaldırdık”, “Dünyanın neresinde zulme uğrayan varsa onun yanındayız”,
“Açık kapı siyaseti uyguluyoruz” ve “Büyük ülke olmanın gereğini yapıyoruz”
gibi övünmelerle cevap verilmiştir. Bu böbürlenme gibi görülen söylemlerin
aslında, ideolojik temelli “Arap Baharı” siyasetinin, demografik yapımızla
ilgili uygulama olduğuna dair yapılan yorumlar doğruluk kazanmaktadır. Bu
siyasetin gereği olarak, sınırlarımız herkese açılırken sadece Irak
Türkmenlerine kapalı tutulmuştur. Sınırlarımıza yığılmış Türkmenlerin
gözyaşları ve feryatlarını yüreğimiz sızlayarak TV ekranlarında seyrettik.
Ekrana konuşan bir Türkmen kocası aynen şöyle diyordu: “Biz de Türk’üz,
Türkiye’ye aitiz. Burada her grubun arkasında bir devlet var, ama biz yalnızız.
Türkmenlerin Allah’tan başka dayanağı yoktur. Dostum Davutoğlu’na bunları
telefonda anlattım, ‘düzelecek’ dedi, ama değişen bir şey olmadı.” Türkiye’den
umudunu kaybeden Türkmenler, Telafer’liler başta olmak üzere Irak’ın çöllerine
ve içlerine dağılıp kaybolmuşlardır. Bu uygulamanın hukuki, insani ve millÎ
izahı yoktur. Sadece ideolojik hesaplarla izahı yapılabilir.
Sığınmacılarla ilgili olarak tabloya
bakıldığında; kamplarda kalanlar hariç, hiçbirinin kayıtlarının tutulmadığı,
denetimlerinin yapılmadığı, kontrolsüz bir şekilde ülke sathına yayılmaya devam
ettikleri görülmektedir. Dolayısıyla Devletin elinde sağlıklı kayıtlar yoktur.
Uluslararası anlaşma ve sözleşmelere göre bir hak olan “sığınma talebi kabul
edilmediği takdirde sınır dışı edebilme” hakkının kullanılması da, öyle kolay
kolay mümkün değildir.
Önceleri, “Onlar bizim kardeşlerimizdir” ve “Ensar
ile muhacirin” gibi muğlak, hissi, hiçbir hukuki kurala dayanmayan, Türk
halkının dini duygularını istismar etmeye yönelen söylemler, yerini, “…
otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor herhalde, bindirir göndeririz, hadi güle
güle deriz”e bırakmıştır.
Bugün yaşanan bu sürecin devamında; eğitimsiz,
sağlıksız, çok zor şartlar altında büyümüş ve büyük bir ihtimalle sığındığı
ülkeye ve topluma düşman bir neslin yetişme tehlikesi vardır. Yaşanan ağır
şartlarda, dil sorununun yarattığı iletişimsizlik, eğitim alamama, iş bulamama
gibi oldukça karanlık ya da tamamen belirsiz bir gelecek kaygısı, psikolojik
bozukluklara zemin hazırlamaktadır.
Her geçen gün ülkelerine dönüş ümidini kaybeden
sığınmacıların, çok uzak olmayan bir gelecekte, yeni bir etnik sorun kaynağı
olma ihtimali yüksektir. Gelecekten ümidini kaybeden genç kitlelerin;
çetecilik, terör, fuhuş ve uyuşturucu bataklığı gibi karanlık yollara sapması
beklenmelidir. Bir de bunların vatandaş yapılacağına ve seçmen olarak oy
kullanacaklarına dair haberler dikkate alındığında, milli güvenlik tehdidinin
boyutları daha da açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Çare
olarak;
1.Suriye politikası, acilen gözden
geçirilmelidir.
2.Türk toplumunda, sığınmacıların toptan
vatandaş yapılacağına dair haberler, şimdiden ciddi bir rahatsızlık ve
gerginlik yaratmaktadır. Böyle bir durumun, ülke bütünlüğü ve güvenliği
açısından vahim sonuçlar doğuracağı açık bir hakikattir. Öncelikle bu hususa
açıklık getirilmesi elzemdir; hayati derecede önem taşımaktadır.
3. Nereden gelmiş olursa olsun, bütün
sığınmacılar kayıt altına alınmalı ve sıkı bir denetime tabi tutulmalıdır.
4. Ülkelerine mutlaka dönecekleri ümidi, canlı
tutulmalı ve güçlendirilmelidir.
5. Bu amaçla, zaman içinde sınırlara yakın yeni
yerleşim birimlerinde toplanmaları için çalışmalar başlatılmalıdır.
6. Ülkelerine dönmeleri için ilgili devletler ve
uluslararası kuruluşlar nezdinde diplomatik girişimler artırılarak
sürdürülmelidir.
7.Sığınmacıların insanî açıdan; eğitim, sağlık,
iş, aş gibi ihtiyaçlarını karşılayacak önlemler geliştirilmelidir.
8. Bu konularda Devlet, üniversitelerimiz ve
uzmanlar ile iş birliği yaparak, her türlü siyasî mülâhazadan ve müdahaleden
uzak bir şekilde ve ivedilikle, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik
planlar hazırlamalıdır.
EGE, BATI
TRAKYA MÜSLÜMAN TÜRK AZINLIĞI VE PATRİKHANE SORUNU
Ege
sorunları genel olarak Yunanistan’dan kaynaklanmaktadır. Ancak Türkiye, 2004
yılından itibaren siyasi iktidarların icraatlarından kaynaklanan Ege sorunları
ile de karşı karşıya kalmıştır. Türkiye,
bu iktidarların siyasetiyle Yunanistan’a kuşattırılmış ve Anadolu Yarımadasına kilitlenmiştir.
Bizim
kıyılarımızdaki Ege Adalarının hukuksal statüsü, 1923 Lozan Antlaşması ve 1947
Paris Antlaşması ile belirlenmiştir. Yunanistan bu statüye karşı çıkarak
egemenlik alanını genişletme çabası içindedir. Kardak Krizi’nde bunu
başaramamış, ancak 2003 yılından sonra topraklarını genişletme cesareti bulmuş
ve bazı gelişmeler kaydetmiştir.
Ege’deki
haklarımızın savunulması, öncelikli mücadele alanlarımız arasında yer almaktadır.
Ege
Denizi’ndeki sorunlar, mevcut durum itibarıyla sekiz başlıktan
oluşmaktadır:
Türkiye’ye
ait ada ve kayalıkların Yunanistan tarafından işgal ve ilhak edilmesi,
Deniz
Haydutluğu,
Adaların
silahlandırılması,
Karasuları
ve hava sahası,
Kıta sahanlığı,
Arama ve
kurtarma sahaları,
Fener Rum
Patrikhanesi,
Azınlıklar.
Türkiye’ye
Ait Ada ve Kayalıkların İşgali: 17 - 30 Mayıs 1913 tarihli Londra
Antlaşması’yla Osmanlı devleti Girit üzerindeki egemenlik haklarını Müttefik
Devletlere (Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan) vermiş, Girit
Adası’nın etrafında bulunan adalar Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde kalmıştır.
Girit Adası’nın egemenliği bu dört devlete verilmiş ve adanın egemenliği paylı
mülkiyet şeklinde düzenlenmiştir. Girit Adasında, Yunanistan’ın tek başına
mülkiyeti söz konusu değildir. Mevcut durum itibarıyla Girit Adasının aidiyeti
tartışmalıdır.
Bu
anlaşmayla taraflar, Girit adası dışındaki tüm Osmanlı adalarıyla Athos Yarımadasının
kaderini Almanya, Avusturya, Fransa, İtalya, Rusya ve Britanya Kralına
bırakmışlardı. Bu altı devlet, 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan Hükûmetine
tebliğ edilen karara göre, Türkiye’ye geri verilmesi gereken Gökçeada (Imbroz),
Bozcaada (Tenedos) ve Meis’in (Castellorizo) dışında bütün Ege Denizi adalarını
Yunanistan’a verdiler. Yunan Hükûmeti buralarda tahkimat yapmayacak, adaları
askerî (kara ve deniz) amaçla kullanmayacağı konusunda kendilerine ve
Türkiye’ye yeterli garantiyi verecekti. Yunanistan bu yükümlülüğü yerine
getirmekten pek çok kez uzak durmuştur.
Lozan
Antlaşması’nın 12. maddesiyle de İmroz (Gökçeada), Bozcaada ve Tavşan adaları
ile Asya (Anadolu) kıyılarından itibaren 3 mil mesafedeki adalar Türkiye’nin
egemenliğinde bırakılmıştır. Yunanistan’a 9 ada verilirken, İtalya’ya 12 ada ve
Rodos ile Meis bırakılmıştır. Türkiye ile İtalya arasında 1929 yılında
görüşmelere başlanmış, 28 Aralık 1932 yılında Anadolu sahilleri ile Meis Adası
arasındaki karasuları sınırını belirleyen Türk-İtalyan Sözleşmesi
imzalanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında, İtalya’nın egemenliğinde
bulunan 12 ada ile Rodos ve Meis olmak üzere toplam 14 ada, Mussolini
tarafından Almanya’ya verilmiştir. Alman Ordusu 1941-1943 yılları arasında Doğu
Ege Denizi’nde bunları işgal etmiştir. İkinci Dünya Savaşının ardından düzenlenen
1947 Paris Konferansında 12 Ada, Rodos ve Meis Adası İtalya’dan alınarak
Yunanistan’a devredilmiş, böylece Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki ada sayısı
23’e çıkmıştır. Ancak, Yunanistan’ın 1932 Türk-İtalyan Sözleşmesinin geçerli
olduğunun belirlenmesi isteğine Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB),
28 Aralık 1932 düzenlemesinin Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirilmemiş ve
yayımlanmamış olduğunu hatırlatarak karşı çıkmış; Yunanistan’ın isteği Konferans
tarafından da reddedilmiştir. Dolayısıyla bu işlemler sorunludur.
Yunanistan
bu adaların dışında 16 ada ve 1 kayalığı Ekim-Kasım 2004’te işgal etmeye
başlamış, iktidar 1995 Kardak Krizi’nden farklı davranıp sessiz kalarak işgalin
gerçekleşmesine göz yummuştur. Bugün Yunanistan’ın işgaline uğrayan kayalık
bölgelerin toplam sayısı 152’ye ulaşmaktadır.
Deniz
Haydutluğu: Yunanistan devlet gemisiyle, Türk karasularında, Birleşmiş
Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 101 ve 102. maddesinde belirtilen Deniz
Haydutluğu suçunu işlemektedir. Yunanistan, deniz haydutluğu suçunu işgal
ettiği Türk Adaları bölgesinde işlediği için iktidar bu olaylara sessiz
kalmakta ve vatandaşlarımızın hakkını korumamaktadır. Yunanistan’ın işlediği bu
suçlar, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı alanı içindedir. 14 Nisan 2014
tarihinde Türk Kaptan Mustafa Ateş’in Türk Karasuları içinde Yunan Sahil
Güvenlik Botu’ndan açılan ateşle öldürülmesi, 30 Mayıs 2014 tarihinde, Bodrum
Çatal Ada yakınlarında, Türk karasularında balık avlayan Türk teknesine ateş açılması,
vatandaşlarımızın İstanköy Adasına götürülerek tutuklanması bu durumun
örnekleridir.
Adaların
Silahlandırılması: Yunanistan 1960’lı yılların başında adaları silahlandırmaya
başlamıştır. Türkiye, adaları silahlandırdığı için Yunanistan’ı ilk defa 29
Haziran 1964’te protesto etmiştir. Yunanistan, 1964’te Papandreou Hükûmetinin
Doğu Ege Adalarını silahlandırma politikasını ifşa etmiştir. Türkiye, Nisan
1975’te BM Genel Sekreterliğine gönderdiği bir nota ile Yunanistan’ı, adaları
silahlandırdığı için protesto ederek, güvenliğini tehdit ettiğini bildirmiştir.
Yunanistan, Türkiye’ye yönelik hava harekâtı için, Limni, Midilli, İstanköy ve
Rodos Adası’nda, havaalanları inşa etmiştir. Türkiye, adaların silahlandırma
faaliyetlerinden çok sonra, 1975’te Ege Ordusu’nu kurmuştur.
Adaların
silahlandırılması bundan sonra da devam etmiştir. Oysa Ege adaları
silahlandırılmama şartıyla Yunanistan’a devredilmiştir. Bu şarta
uyulmaması, Doğu Ege Bölgesinde bulunan
23 adanın Yunanistan’a aidiyetini tartışmalı hale getirmiştir.
Karasuları
ve Hava Sahası: Yunanistan 1936 yılında tek taraflı bir kararla karasularını 6 mile çıkarmıştır. 1964
yılında Türkiye’nin de karasularını 6 mile çıkarmasıyla Ege’de bugünkü durum
meydana gelmiştir. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma gayretleri,
Türkiye’nin savaş nedeni olarak göreceği anlamına gelen “casus belli” kararı
ile engellenmiştir. Siyasi iktidar, adaların işgal edilmesi sonrasında, Ege
Denizi’ndeki Türk karasularını anlaşılmaz bir şekilde geriye çekerek 3 mile düşürmüştür.
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin (BMDHS) 2. maddesine göre, bir
ülkenin hava sahası, karasularının üzerindeki bölgeyi kapsar dediği halde;
Yunanistan 6 mil
karasularının üzerinde 10 millik Hava Sahası uygulamasını başlatmıştır. Türkiye
uluslararası hukuka ve BMDHS’ye aykırı olan bu durumu tanımadığını ilân etmiş
olmasına rağmen, siyasi iktidar egemenlik haklarımızın ihlâline seyirci
kalmaktadır.
Kıta
Sahanlığı: Karşılıklı kıyıdaş ülkeler arasında kıta sahanlığı sınırları,
çeşitli kurallar ve antlaşmalarla düzenlenmektedir. Türkiye, Ege’nin eşit
paylaşımı doğrultusunda Yunanistan ile kıta sahanlığı konusunu ikili görüşmeler
yoluyla çözümlemek istemektedir. Yunanistan ise, Ege’deki kıta sahanlığı
sorununu Doğu Ege adaları ile Anadolu arasındaki kıta sahanlığının sınırlandırılması
olarak kabul etmektedir. Sorunun çözümüne ilişkin herhangi bir çabanın olmadığı
görülmektedir.
Arama
Kurtarma Sahaları: Türk Arama Kurtarma Hattı Ege Denizi’nin ortasına kadar
uzanmaktadır. Ege Denizi’nde, Türk Arama Kurtarma Sahası ile Yunan Arama
Kurtarma Sahası çakışmaktadır. Sorunun çözümüne ilişkin bir gelişme yoktur.
Fener Rum
Patrikhanesi: Fener Rum Patriği Bartholomeos, “Kutsal Meclis” denilen St.
Sinod’a, üyelerin Türk vatandaşı olma mecburiyetine rağmen, Cumhuriyet
tarihinde ilk kez 2004 yılında, altı yabancı metropoliti göreve başlatmıştır.
Bunlar ABD, İngiltere ve Girit Başpiskoposları ile Rodos, Finlandiya ve Yeni
Zelanda Metropolitleridir. Bunlardan ikisi Yunanistan vatandaşıdır. Patrikhane
bu altı papazdan ikisini, sembolik olarak İznik ve Bursa Metropoliti olarak
atamıştır. Oysa Lozan Antlaşmasına göre Patrikhane, sadece İstanbul’daki
Rumların dini hizmetlerini yapması gerekirken, çeşitli ülkelerdeki
patrikhanelerle hiyerarşik yönetim ilişkisi kurmuştur. Aynı şekilde Anadolu’daki
hiçbir kiliseyle de yönetim ilişkisi olmayacaktı. Ama Fener Patrikhanesi Lozan
Antlaşmasını çiğnemekten çekinmemiştir. Böylece, bir Ortodoks devletinin
kuruluşu tamamlanmış, ülkemizde bir
egemenlik alanı tesis edilmiştir. Lozan Antlaşmasına aykırı olan bu tavizlerle,
uluslararası planda, Patrikhane’nin Türkiye içinde Metropolitlerinin olduğu
kabul edilmiş; Rum göçmen ailelerinin geri gelmeleri için, Türk resmi makamları
tarafından resmen çağrı yapılmıştır.
Yetkililerin
bu ihlallere karşı hiçbir uyarıda bulunmadığı, karşılıklılık şartına dayanarak
Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türklerin çiğnenen haklarını savunmadığı
görülmektedir. Bu siyasetten cesaret alan Yunanistan Rodos Adası’nda 1972
yılından beri, tam 41 yıldır Müftü atanmasını engellemektedir. Lozan
Antlaşmasının yapıldığı tarihte, Batı Trakya’nın % 82’si Türklere ve
vakıflarına ait iken, bugün bu oran % 21’e düşmüştür. Yunan hükûmeti bu gasp işini, imar planı
değişiklikleri ve Vakıfların mütevelli heyetlerini görevden alıp, yerine atama
yaptığı yöneticilerle gerçekleştirmiştir. Patrikhane’nin internet sitesinde
Batnoz Adası (Patmos) Patrikliği’nin; Eşek Adası (Agathonision) ve Nergizçik
Adası (Arkioi) ile birlikte etrafındaki küçük adaların da, doğrudan Ekümenik
Patrikliğin yetkisi altında olduğu belirtilmiştir.
Bu
emrivakiler, Patrikhane’nin işgalciliğe soyunduğunu açıkça göstermektedir.
Yunanistan’ın Türk adalarını işgal etmesi Megali-İdea’nın bir uygulaması olup
siyasi bir olaydır. Patrikhane’nin siyasi bir olayın içinde olması Lozan’da
varılan mutabakata aykırıdır. Bu durumda Patrikhane’nin, Lozan Mutabakatına
göre, İstanbul’da ikamet etme hakkını hukuken kaybettiği, ait olduğu Aynoroz’a
taşınması gerektiği söylenebilir. Ya da bu tür Antlaşma dışı uygulamalara son
vermelidir. Ancak bu sürüp giden ihlaller karşısında hükûmetin 13 yıldır
seyirci kaldığı görülmektedir. Bütün bunlar, bugünkü Hükûmetin önünde önemli
bir millî güvenlik sorunu olarak durmaktadır.
Batı
Trakya Müslüman Türk azınlığının sorunları: AB üyesi Yunanistan, Lozan Antlaşmasını
tanımamaktadır. Halbuki, Lozan’a göre, İstanbul’daki Ortodoks Rumlarla, Batı
Trakya’daki Müslüman Türkler karşılıklılık esasına göre, aynı azınlık haklarına
sahiptir. Lozan’ın bu maddesini dikkate almayan Türkiye, Rum azınlığa Lozan’ı
da aşan haklar tanımaktadır. Bir örnek vermek gerekirse; 2008’de Vakıflar Kanunu
değiştirilerek Lozan’daki azınlıkların vakıf statüsü aleyhimize bozulmuş,
Anadolu’daki, hazine ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne intikal eden veya sahipsiz
konumdaki binlerce gayrimenkul, mülkiyet bağlantısı da aranmadan Rum
vakıflarına, hem de onarılarak verilmektedir. Bir örnek daha verelim; Lozan’da,
Anadolu’daki kiliselerle idari ilişki kurmamak ve sadece İstanbul’daki Rum
Ortodoks cemaatin dini hizmetini yapmak şartıyla varlığı kabul edilen Fener
kilisesi ve papazın adı, Patrikhane ve Ekümenik Patrik olmuş, böylece Türkiye
içinde ve dışındaki kilise ve patrikhanelerin yönetim merkezi konumuna
getirilmiştir. Kısaca, devlet içinde devlet yapılmıştır.
Ama
Yunanistan, Lozan’a aykırı olarak Türk azınlığa ağır baskı uygulamaktadır.
Azınlık haklarını büyük çapta ortadan kaldırmakta, temel insan haklarını bile
tanımamaktadır. Türk adının kullanılması suç sayılmaktadır. Yine, Batı
Trakya’da toprakların %82’si Müslüman Türklere ait iken, kamulaştırma adı
altında bugün bu oran %21’e indirilmiştir. Türk azınlığın vakıflarına, tayinle
mütevelli heyet getirilerek el konulmaktadır. Soydaşlarımız çeşitli bahanelerle
vatandaşlıktan çıkarılmaktadır. Türkiye ise, bu yasa tanımayan hak ihlallerine
karşı ses çıkarmamakta ve Lozan’daki karşılıklılık kuralını işletmemektedir.
Eğitim-öğretim durumu ise şöyledir:
Yunan
Hükûmeti, 150 bin Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya’da, 2011 yılında 14 okul,
2013 yılında 12 okul olmak üzere toplam 26 Türk azınlık okulunu kapattı.
6 bin Türk
azınlığın yaşadığı Rodos ve İstanköy’de, 1972 yılından itibaren Türkçe eğitimi
yasakladı ve 2013 yılında da toplam 7 Türk Azınlık Okulu’nu kapattı.
Yunan
Hükûmeti toplam 33 Türk Azınlık Okulunu kapatırken, buna karşılık siyasi
iktidar, 2013 yılında, 300 Rum azınlığın
yaşadığı Gökçeada’da, 4 Rum öğrenci için Özel Gökçeada Rum İlkokulu’nu açtı.
Öğrencilerden ikisi 2014 yılında ayrıldı, okulun öğrenci sayısı 2’ye düştü.
Bizde ise
iktidar, 2013 yılında Ortodoks Rum Azınlığın Gökçeada İlk ve ortaokulu ile
lisesinin onarımını yaparak öğrenime açmış, böylece Lozan Antlaşması’nın 40 ve
45. maddesindeki eşit haklar ve mütekabiliyet ilkelerini ihlâl etmiştir
150 Bin
nüfuslu Batı Trakya Türk azınlığının sadece 2 azınlık ortaokul-lisesine
karşılık, 3 bin nüfuslu İstanbul Rum azınlığın 6 ortaokulu ve lisesi vardır.
Türk
azınlığın 2005 yılında, İskeçe’de bulunan ortaokul-lisesine ek bina inşaatı
için yaptığı başvuru Yunan Hükûmetince cevapsız bırakıldı. Buna karşılık
ülkemizde, 300 Rum Azınlığın yaşadığı Gökçeada’da, 7’si Gökçeada’da yaşayan 3’ü
de Yunanistan’dan gelecek toplam 10 Rum öğrenci için, 28 Eylül 2015 de, Özel
Gökçeada Rum Ortaokulu ve Lisesi’ni açtı.
Yunan
Hükûmeti, Kavala’daki Türk camiini kiliseye, İstanköy’deki Türk camiini
alışveriş merkezine, Rodos’taki Türk camiini de meyhaneye çevirdi. 12 Ada
bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız ibadetlerini serbest bir şekilde yapamıyor.
Yöneticiler, bu olaylara da seyirci kalmaktadır.
KIBRIS UYUŞMAZLIĞI
Kıbrıs
Adası bulunduğu coğrafi konumu dolayısıyla siyasi, askerî ve ekonomik yönlerden
olağanüstü stratejik ve jeopolitik öneme sahip bir adadır. Kıbrıs bu
niteliğinden dolayı tarih boyunca bölgede stratejik çıkarları olan bütün
ülkelerin ilgi odağı olmuştur.
Venedik’in
egemenliğindeki Kıbrıs Adası’nda halka zulmediliyor ve Akdeniz’deki ticaret
yollarında da korsanlık yapılıyordu. Korsan devlet egemenliğindeki Kıbrıs, bu
haliyle dünya ticareti için ciddi bir tehdit ve tehlike oluşturuyordu. Osmanlı
Devleti bu duruma son vermek için Kıbrıs’ı 1571’de fethetmiştir. İngiltere,
1878 yılına gelindiğinde sömürge imparatorluğunun yollarını güven altına almak
için, Akdeniz’de “geçici üsler” formülüne kuvvet vermeye başlamıştı. İngiltere
Mayıs 1878 yılından itibaren Kıbrıs’ı askerî üs olarak istedi. Kıbrıs Adası’nın
Osmanlı Devleti egemenliğinde kalmak ve geçici olarak yönetiminin İngiltere’ye
devredilmesini öngören 4 Haziran 1878 İttifak Antlaşması ve 1 Temmuz 1878 Ek Antlaşmayla
12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’ın yönetimi, geçici olmak kaydıyla, İngiltere’ye devredildi.
Osmanlı Devletinin
I. Dünya Savaşı’na Almanya yanında savaşa girmesini bahane eden İngiltere 5
Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Lozan Barış Antlaşması
ile Türkiye’nin Ada’nın egemenliğini İngiltere’ye devretmesiyle Kıbrıs uyuşmazlığı
günümüzdeki sürece uzanan yeni bir boyut kazandı.
Günümüzde
Doğu Akdeniz’in ve Kıbrıs Adası’nın stratejik ve jeopolitik önemi geçmişe
oranla daha da artarak çok boyutlu bir gelişme göstermektedir.
Kıbrıs’ta,
özellikle 2013 yılı ortalarından itibaren ABD’nin yönlendirdiği “gizli
diplomasi” tam bir gizlilik ve
“karartma” altında uygulanmaktadır. Bu niteliğiyle “perde gerisinde”
sürdürülen Kıbrıs görüşmelerinin, özellikle Rum basınına sızdırılan bilgiler
ışığında Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Kıbrıs Türk halkı
açısından ağır tehdit ve riskler taşıdığı görülmektedir.
ABD
Büyükelçisi Koenig’in, “Çözümün ilgili Birleşmiş Milletler kararları temelinde
tek uluslararası kimliği olan, iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon oluşturulmasını
destekliyoruz” sözleriyle, istediği çözümün mesajını veriyordu. Şöyle ki;
ABD’nin “Kıbrıs’ın, Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde kaynakları araştırma hakkını
desteklediğini” de ifade etmesiyle Rum tarafının konuyla ilgili tezini
savunduğunu açıklıyordu. Büyükelçi bu sözleriyle görüşme sürecinde inisiyatifin
ABD’de olduğunu da belirtmiş oluyordu.
AB adına
Almanya ve Rusya da ABD’nin inisiyatif almasından dolayı da “rahatsızlığını”
ortaya koymuştur. Rusya’nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) üzerindeki etkisi,
Güney Kıbrıs’ta yıldan yıla artan Rus varlığı (nüfus ve ekonomik), GKRY ile
yaptığı askerî anlaşmalar nedeniyle sağladığı stratejik denge avantajlarıdır.
Ayrıca İsrail’in güvenliği de çok önemli bir unsurdur. Türkiye-İsrail
ilişkilerinin dibe vurmasıyla şekillenen ve Yunanistan boyutunu da kapsayan
İsrail’in yeni Kıbrıs politikasının hedefleri, dikkate alınması gereken son
derece önemli bir faktördür. Doğu Akdeniz’de özellikle Kıbrıs ve İsrail
açıklarında yeni bulunduğu açıklanan hidrokarbon (petrol ve doğal gaz)
yatakları, Kıbrıs uyuşmazlığına çok farklı ve daha karmaşık bir boyut
kazandırmış, “rol paylaşıcılarının” sayısını artırmıştır. Esasen GKRY,
1990’ların başından itibaren petrol arama alanlarını belirlemesi, Mısır ve
Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşmaları imzalamasıyla karadaki Kıbrıs
Uyuşmazlığını denize de yaymış ve bu yolla Türkiye’ye uluslararası petrol
şirketlerinin devletleri aracılığıyla baskıları artırmak suretiyle hedeflediği
sonuçlara ulaşma stratejisini uygulamaya koymuştu. Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs
üzerinde Yunanistan-İsrail-GKRY üçlüsünün oluşturmaya başladığı denge, yapılan
askerî mutabakatlar, gerçekleştirilen ortak askerî tatbikatlar,
İsrail-Yunanistan, İsrail-GKRY, Mısır-GKRY arasındaki üst düzey diplomatik
ziyaretler ve bu üçlü dengeye Mısır’ın da dâhil edilme girişimleri, özellikle
Yunanistan’ın Türkiye ve Kıbrıs hedefleri açısından çok dikkatle
değerlendirilmeli ve başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını
güçlendirmek olmak üzere gerekli stratejik politikalar uygulanmalıdır.
Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, öncelikle seçim
propaganda sürecinde önem verdiğini ifade ettiği “şeffaflık ve açıklık”
ilkesine uyarak görüşmelere/müzakerelere uyguladığı gizliliğe ve karartmaya son
vermeli ve Kıbrıs Türk halkının ve Türk kamuoyunun, Rum-Yunan kaynaklı basın
haberleriyle oluşmasına olanak vermemelidir.
Rum-Yunan
ikilisine göre sözde bir “çözüm” için öncelikle Kıbrıs uyuşmazlığının bir
“işgal sorunu” olduğu anlayışından hareket ederek “İşgale son vermek suretiyle
Kıbrıs’ın toprak, halk ve ekonomi bölünmüşlüğü kaldırılmalıdır.” Yapılacak
anlaşmada Anavatan Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü kesinlikle olmamalı,
Türk ordusu adadan tamamen çıkmalıdır. Rum-Yunan ikilisi bu önkoşul yerine getirilmeden
bir anlaşma olamayacağını, herhangi bir yoruma yer bırakmayacak şekilde açıkça
söylüyor. Olası anlaşma için gerekli gördükleri bir koşul da, Türkiye’den Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gelip yerleşen, doğup büyüyen, evlenen, aile kuran,
ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamın ayrılmaz bir parçası olan, eğitimini ve
vatani görevini KKTC’de yapan vatandaşlarımızın Türkiye’ye geri
gönderilmesidir.
Türk
tarafının temel tezlerinden biri olan iki devletliliği ve iki kesimliliği
fiilen ortadan kaldıracak olan, bütün Rum göçmenlerin Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ndeki eski evlerine geri dönme hakkının tanınması, Rum tarafının
istekleri arasında yer almaktadır. Sınır düzeltmeleri kapsamında ise Rum
tarafına bırakılacak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarına 100 bin Rum’un;
Türk yönetimi altında kalacak bölgeye de 60 bin Rum’un iskân edilmesini; ayrıca
Türk kesimindeki Karpaz ve Koruçam bölgelerinde, merkeze bağlı iki kantonun
kurulmasını da koşul olarak ileri sürmektedirler.
Rum tarafı
taşınmaz mal konusunda ise; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde taşınmaz mal
bırakmış olan bütün Rumlara “mülkiyet hakkının” kullanımında ilk söz hakkının
verilmesini, Kıbrıslı Türklerin 42 yıllık kullanımından doğan “mülkiyet
haklarının” ise ikinci derece geçerliliğe sahip olmasını ileri sürmektedir.
Başka bir ifade ile Kıbrıslı Türklerin 42 yıllık kullanımdan doğan, “mülkiyet” üzerindeki ‘öncelikli’ söz
hakkının ortadan kalkmasını talep etmektedirler. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin, Rum
tarafında kalmış olan taşınmaz malları söz konusu dahi edilmemektedir. Aynı
şekilde sürekli olarak Türk bölgesine Rum nüfus yerleştirilmesi gündemde
tutulmakta, hâlbuki güneyden göç etmek zorunda kalan Türklerle ilgili hiçbir
şey söylenmemektedir.
Bilindiği
gibi, Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963
yılında anayasa darbesi ile yıkılarak, Türkler devletten ve ortaklıktan
dışlanmıştır. Böylece ortaklığa dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”,
hukuk dışı bir yolla Rum Cumhuriyeti’ne dönüştürülmüş oldu. Şimdi, toplumlararası
görüşmelerle Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu açısında hukuken yok hükmündeki Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi, “Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”ne dönüştürülmek ve bu
yapılanmaya Türkleri de azınlık statüsüyle dâhil etmek suretiyle Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin tasfiyesine çalışılmaktadır. Kıbrıs’ı bir “Elen” adasına
döndürerek Türklerin yok olmasına yol açacak böyle bir anlaşmayı, ne Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ne de Türkiye kabul edebilir.
Rumlar,
olası bir federasyonun, Almanya’daki gibi üniter anlayışla yönetilen, güçlü bir
merkezî hükûmetten ve egemenliği olmayan “yerel yönetim özerkliğine” sahip
eyalet yapısındaki idari bölgelerden oluşmasını talep etmektedir. Bunun adına
da “Temiz Federasyon-İşlevsel Devlet-Üniter Federasyon” demektedirler.
Yapılacak
bir anlaşmanın “iki kesimlilik” ve “iki toplumluluk” ilkelerini korumak ve
anlaşmanın Avrupa Mahkemeleri tarafından sulandırılmasını, etkisiz hale
getirilmesini önlemek amacıyla saptanacak derogasyonların AB’nin Birincil
Hukuku (anlaşmanın değişmezliği/kalıcılığı) olmasına karşı çıkmaktadırlar.
Kıbrıs Adasının
münhasır ekonomik bölgesindeki varlıkların “birlikte ve eşit söz hakkı” ile
yönetimini ve kurulacak Federal Cumhuriyetin yeni anayasasında belirlenecek
kurallar çerçevesinde “adil paylaşımını”
kabul etmemektedirler.
Bu
açıklamalara karşı, başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmak
üzere hükûmet ve diğer yetkililer tarafından hiçbir yanıt verilmemesi,
Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’taki gerçeklere uymayan, haksız, hâkimiyetçi,
tahakkümcü dayatmalarının dış ve iç kamuoyunda taraftar bulmasına; uluslararası
toplum nezdinde örtülü olarak kabul edilmesine yol açmaktadır. Bu durumu daha
da sıkıntıya sokan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye yöneticilerinin
görüşmelerde ilerleme olduğunu ifade ile sonuçta referanduma gidileceği
şeklindeki açıklamalarıdır.
Türk
tarafı çevreyi pembe gözlüklerle izlerken, Rum tarafı kara gözlüklerle
bakıyor. Gerçekte görüşmelerde hangi
noktada bulunulduğunu Rum-Yunan yetkililerinin açıklamaları ve basın haberleri
ortaya koyuyor. Türk tarafının (KKTC ve Türkiye Cumhuriyeti) koyu bir karartma
uyguladığı bir ortamda halk müzakerelerdeki gerçek gelişmeleri Rum-Yunan
basınından öğrenebiliyor.
Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi, Kıbrıs’tan Türk askerinin çıkartılmasını, elinden alınacak
egemenlik hakkı sonunda Kıbrıs Türk halkının azınlık statüsüne düşürülerek
güvencesiz bir şekilde üniter “Birleşik Kıbrıs Devleti” içinde Rum halkının
tahakkümü altında yaşamaya mahkûm edilmesini ve Türkiye’nin uluslararası
antlaşmalarla Kıbrıs üzerinde kazandığı hak ve statülere son verilmesini hedef
almaktadır.
Kıbrıs’taki
mevcut gerçekler ve sürdürülen müzakerelerdeki “zor konulardaki” açmazlar
dikkate alınarak şu temel tezlerimizin sonuna kadar savunulması kaçınılamaz bir
zorunluluktur:
Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin eşit kurucu ortağı Kıbrıs Türk halkının “kendi geleceğini
belirleme” hakkı olan egemen halk (devlet) statüsünden vazgeçilemez.
Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin egemen varlığı ve hukuksal statüsü kabul edilmeden,
sürdürülebilir bir uzlaşmaya ve barışa ulaşılamayacağı kabul edilmelidir.
Nüfus ve
toprak dengesi bozularak, adaletsizliğe ve Türkiye’ye büyük bir göç dalgasına
yol açacak uzlaşı olamaz.
AİHM
içtihadı gereğince, mülkiyette öncelik hakkını ‘kullanıcıya’ veren bir temelde
mülkiyet meselesi sonuçlandırılmalıdır.
Varılacak
bir anlaşmada hakların korunması ve sürdürülebilmesi için anlaşmaların AB’nin
birincil hukuku olarak kabul edilmesi vazgeçilmezdir.
Türkiye’nin
etkin ve fiili garantisi sulandırılmadan aynen devam etmelidir.
Türk
halkını birey düzeyine ve etnik bir azınlık durumuna düşürmeyi amaçlayan,
Kıbrıs’ta iki eşit egemen halkın varlığını yok sayan “Kıbrıslı Rumlar” ve
“Kıbrıslı Türkler” kavramları kabul edilemez.
Sürdürülen
müzakerelerde bir Yeni Ortaklık Devleti’nin iki ayrı devletçe kurulacağı kabul
edilerek adım atılması en sağlıklı yol olacaktır. Müzakerelerde Türk ve Rum
taraflarının üzerinde mutabık olacakları ve iki ayrı referanduma sunulacak olan
uzlaşma (anlaşma) belgesi, anlaşma/sözleşme “Foundation Agreement” değil,
1959-1960 Antlaşmalarında olduğu gibi Birleşmiş Milletler Sekretaryasınca
tescil edilecek devletlerarası bir kuruluş antlaşması “Foundation Treaty” adını
taşımalıdır. Ayrıca, yeni Ortaklık Devleti’nin anayasası da bir antlaşma yani
“Treaty” ile yapılmalıdır.
Dikkatten
kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, müzakerelerde mutabık kalacakları Kuruluş Antlaşmasını
bu devlet adlarıyla imzalamalarının gerekli olduğudur. Bu husus haklarımızın ve
Kıbrıs Türk halkının varlığının korunması açısından vazgeçilemez bir unsurdur.
Bu şartlar
sağlanmadan yapılacak her anlaşma KKTC halkının Rum Yönetimine azınlık olarak
bağlanmasını ve 455 yıllık ata toprağı olan Kıbrıs’ın Rum Yönetimi üzerinden
Yunanistan’a terk edilmesi sonucunu doğuracaktır.
Ermeni
sorunu, tarih boyu Ermenilerin değil, Ermenileri aldatarak dün Osmanlı’ya,
bugün de Cumhuriyet Türkiye’sine karşı kullananların yarattığı sorundur. Bu
sorun, Osmanlı Devleti’nin 1774 Küçük Kaynarca ve 1878 Berlin Antlaşmalarında,
Osmanlı Devletinin Ortodoks Ermenilerle ilgili reformlar yapması, Rusya,
Fransa, İngiltere ve Almanya’nın bunların koruyucusu olarak kabul edilmesi
biçimindeki emperyalist dayatmalara kadar geriye gider. Emperyalizmin
desteğinde 1860’ta başlayan ve 1914 Birinci Dünya Savaşına kadar süren Ermeni
komitacılarının isyanları, savaşla birlikte [Rusya, Fransa ve İngiltere’nin
desteğiyle] yaygın katliam ve etnik temizliğe dönüşmüştür. Ermenilerin, savaş
sırasında emperyalistlerin cephesinde yer alarak Osmanlı ordularıyla
savaşmaları, askerî depoları ve ikmal kollarını basmaları devlete ağır zararlar
vermiştir. Savaş 1918’de sona ermesine rağmen, Ermeni çetelerinin yaygın kitle
katliamları 1920’ye kadar sürmüştür. Ermeni birliklerinin Kazım Karabekir
komutasındaki Kolorduyla yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine, 1920 Gümrü ve
Moskova, 1921 Kars ve nihayet 1923 Lozan Antlaşmasıyla bugünkü sınırlar
çizilmiş ve barış yapılmıştır.
Bu dönemin
özeti şöyle yapılabilir: 1860-1920 arasındaki 60 yıl boyunca, emperyalistlerin
“iki deniz arasında devlet kurduracağız” vaadiyle aldatılan Ermeni isyancılar
hep saldıran, Türkler ise, hep savunan taraf olmuştur. Ermeni mezaliminin
gerçeği, bundan ibarettir.
Saldırganlığın
yeniden uç vermesi, 1973 yılında ASALA terör örgütünün ortaya çıkmasıyla olmuş,
1973-1985 yıllarında Ermeni ASALA örgütü batılı ülkelerde görev yapan birçok
Türk diplomat ve memurunu katletmiştir. Ermenistan, SSCB’nin dağılmasıyla
birlikte 1988-1993 döneminde Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal etmiş,
etnik temizlik için Hocalı’da, bir gece baskınında 613 kadın, çocuk, yaşlıyı
hunharca katletmiş, 1 milyondan fazla Türkü sürgün/kaçkın etmiştir.
Burada bir
özet yapacak olursak: 1774 ve 1878’den günümüze kadar devam eden, 2,5 asırlık kanlı
Ermeni saldırı ve imha eylemleri, “1915 Olayları” söylemine hapsedilemez. Her
şeyden önce bu söylem, 1915-1918 arasındaki meşru bir güvenlik tasarrufunun
gereği olan üç yılı kapsadığından, tarihi süreç içinde yaşanan acıların bir
damlası bile olamaz. Hele 1914’den 1915’e kadar ki bir yılda ve savaşın sona
erdiği 1918’den 1920’ye kadar ki iki yılda, 2-3 milyon masum Türkün
katledildiği gerçeğini ortadan hiç kaldıramaz. Bu “Haçlı Seferi”nin arkasında,
1774 ve 1878 de Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya vardı; bugün de ABD’nin
katılımıyla aynı ülkelerin bulunması manidar değil mi? Kardeş Azerbaycan
topraklarının %20’sini, uluslararası hukuka aykırı olarak işgal eden
Ermenistan’ı yola getirmek için AGİT’in kurduğu MİNSK grubunun eşbaşkanları ABD,
Rusya ve Fransa değil mi?
Bütün bu
gerçeklere rağmen emperyalist güçlerin güdümündeki Ermenistan ve diaspora, Türk
Milletini soykırımcı göstermek, tazminat ve toprak almak üzere çeşitli ülke
parlamentolarından kararlar çıkartmak suretiyle saldırganlıklarını siyasal ortamlarda
da sürdürmektedir.
Dünya
kamuoyunu kirleten bu zehirli yalan propagandaları, bir yandan bütün hızıyla
devam ederken, öbür yandan da ülkemizde çeşitli şekillerde destek
bulabilmektedir. Özellikle üst düzey bir kısım bilim ve devlet adamlarının
beyanları ile medya yayınları, maalesef saldırganları ümitlendirmekte ve cesaretlendirmektedir.
Böylece, doğru ve yeterli bilgiden mahrum bırakılan Türk Milleti, yaşanan
faciaların gerçek sorumlularını tanıyamamaktadır. Hâlbuki tarih boyunca, kutsal
vatan topraklarımız üzerinde devlet kurmak isteyen Ermeniler saldırmış, Türkler
ise yaşama haklarını ve vatanlarını savunmuşlardır. Bu açık gerçek karşısında,
katliamcı da, soykırımcı da, insanlık suçu işleyen de emperyalisler ve onların
maşası olan Ermenilerden başkası olabilir mi?
Bu
bakımdan I. Dünya Savaşı’nda da, Hocalı’da da katliam ve soykırımı yapan Ermeni
çeteleridir. Osmanlı Devletini arkadan vuran katliamcı Ermenilerin, güvenlik gerekçesiyle
devletin Suriye vilayetine sevk ve iskâna (Tehcir) tabi tutulması, savaş
hukukuna göre meşrudur, bir haktır. Bu tarihsel olaylar tersyüz edilerek, Türk
Ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti suçlanamaz; çünkü hiçbir haklı mesnedi yoktur. Bu
inkârcı ve iftiracıların amaçları bellidir; bu da, Doğu Anadolu’muzdan talep
ettikleri toprakları elde etmektir. 19 ve 20’inci asırda olduğu gibi.
Diğer
yandan Ermenistan, sinsice bir başka çalışmayı da başlatmıştır.
Yöneticilerimizin sadece seyrettiği bu çalışma şöyledir: Türkiye’nin Doğu
Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden her yıl kendilerini
“Kripto Ermeni” olarak tanımlayan Ermeni kökenli Türk vatandaşlarını
Ermenistan’a davet ederek bunları birer Türk düşmanı olarak eğitip
yetiştirmekte ve Türkiye’ye geri göndermektedir. Bunların, PKK/KCK- BDP(DBP) ve
HDP ile işbirlikleri sonucu Diyarbakır, Van gibi illerde sokak isimleri ve yön
levhaları Ermenice-olarak yazılmaya başlanmıştır. Bu arada, Rize’nin
Çamlıhemşin ilçesinin “Murat” köyünün adı, İçişleri Bakanlığı tarafından
“Komilo” olarak değiştirilmiştir.
Bu
düşmanlık ve düşmanlığın kapsamı açık olmakla birlikte iktidarlar, Türkiye’yi
savunmak için yapılması gerek işleri ihmal etmek bir yana, karşılıksız ödünler
verme yolunu benimsemiştir. “Soykırım!” iftirasının emperyalist bir yalan
olduğunu söylemek yerine, konuyu “Türk-Ermeni Uyuşmazlığı” gibi başlıklarla
çift taraflı bir uluslararası sorun gibi gösteren teslimiyetçi bir politika
takip etmektedir. İftiracılara karşı izlenen bu politikaların
bir an önce sona erdirilmesi ve haklarımızın her platformda en etkili
yöntemlerle kararlı bir şekilde savunulup korunması için mücadele etmek,
başlıca görevimiz olmalıdır.
NE
YAPMALI?
Türk Milleti
asırlardır aşiret, kavim, etnisite, mezhep ayrımlarının üstünde ve ötesinde
kimliğinin ve birliğinin şuurunda, insanlığın şerefli bir üyesidir. Milletimizi
ve vatanımızı ilkel varsayımlarla bölmek, vatanımızı emperyal siyasî emeller
uğruna parçalamak isteyenlere karşı atılacak ilk adım, birliğimizi ve bölünmez
bütünlüğümüzü teyit ve takviye etmektir.
Türk kimliğimizi ve millî birliğimizi inkâr
edenlere varlığımızı bildirmektir.
Son
yıllarda yaratılan sis perdesinin gizlediği gerçek şudur: Biz, tek tek her birimizin sandığından çok
daha fazlayız ve birliğimiz ve bilincimiz sanılandan çok daha sağlamdır.
Bu açıklamalardaki
temeller doğrultusunda yine burada özetlenen tehdit ve tehlikelere karşı hukuk
ve demokrasinin desteğinde Türk Milletini bilgilendirmek, kavram ve söylem
birliği sağlamak için olayları isimlendirmeye, kavramlaştırmaya özel dikkat
harcayacağız. Paneller, sempozyumlar, konferanslar düzenleyeceğiz. Basın
bildirileri yayınlayacak, önemli konularda yürüyüşler, toplantılar yapacağız.
TV’lerde programlar, açık oturumlar düzenleyeceğiz. Uzmanlara raporlar
hazırlatacak, bunları kamuoyuna ve yetkililere ulaştıracağız. Her çalışmanın
sonunda sorunların çözümü için ne düşündüğümüzü de açıklayacağız.
Bugün
birlik günüdür; Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk Milletinin egemenliğini
savunma günüdür. Bütün vatanseverleri birlikte harekete davet ediyoruz.
El ele
verelim, bu varlık mücadelesini birlikte yürütelim.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ – HAREKETİ ANKARA
İletişim: btmhareketi@gmail.com
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ TOPLULUĞU
Abdullah
CEM, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Abdullah
GÜNDOĞDU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Abdurrahman
BİÇER, İşletme Mühendisi
Abdülkadir
SEZGİN, Dr. Öğretim Görevlisi
Acar
SEVİM, Prof. Dr.
Adil
YAZAR, (E) Vali
Adnan
Adıvar ÜNAL, (E) Eğitimci, Belediye Başkanı
Adnan
ÖZTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Adnan
PELVANLAR, Yazar, Yönetim ve Yatırım Danışmanı
Ahmet
AKSIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Ahmet
Bican ERCİLASUN, Prof. Dr.
Ahmet
BURAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Ahmet
Çetin ÖZTÜRK,
Ahmet
ÇOLAK, Prof. Dr.
Ahmet
ERDEM, (E) Müfettiş
Ahmet
Haldun TERZİOĞLU, Yazar
Ahmet Hamdi
ÜNAL, Elektrik Mühendisi
Ahmet
KOCABAŞ
Ahmet
Mucip GÖKÇEN, Prof. Dr.
Ahmet
SÜMEN, Emekli,
Ahmet Ufuk
DİLMAÇ, Makine Mühendisi
Ahmet
UYANIK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Ahmet
VURAL, Avukat,
Ahmet
YANAR, Edebiyat Öğr. Yazar
Ahmet Zeki
BULUNÇ, (E) KKTC Ankara Büyükelçisi,
Ahsen
OKYAR, Mali Müşavir
Ali
AKDENİZ, Prof. Dr.
Ali ÇELİK,
Serbest,
Ali Duran
ŞİMŞEK, Emekli
Ali
ERDOĞDU, Liman Başkanı
Ali Haydar
HIZIROĞLU, E Genel Müdür
Ali İhsan
ERDOĞAN – Veteriner Hekim
Alper
KESKE, Avukat
Alperen
Uluer YAŞAR
Arslan
BULUT, Gazeteci, Hukukçu
Atakan
MERT,
Aydın
DURMUŞ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Aydın TAŞ,
Gazeteci
Aydoğan
ERÖZALP,( E) Asker Bürokrat,
Ayhan Baha
TUGSUZ ,
Ayhan
DEMİRBAŞ, Prof. Dr.
Ayşen
KILIÇ, Yrd. Doç. Dr.
Aziz
BOZATLI, (E) Orman Bölge Müdürü
B. Haluk
GÜVENÇ, Prof. Dr.
B. Suat
ÇAĞLAYAN, Prof. Dr. Eski Kültür Bakanı
Bahtiyar
ÖZTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Batumhan
İNAN, Avukat
Batur
ÇİFTÇİ, Öğrenci
Behiç
ÇELİK, Vali, E. Milletvekili
Bekir
BATI, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
Bekir
KÖYLÜ, Dr. Öğretim Üyesi
Bekir
Tümen SOMUNCUOĞLU, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Bilge
ERCİLASUN, Prof. Dr.
Bilgehan
Adsız GÖKDAĞ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Binali
ÖRNEK, (E) Vaiz
Birgül
AYMAN GÜLER, Prof. Dr., E. Milletvekili
Birim
AKOĞLU, (E) Öğretim Görevlisi
Birol
BULUT, Araştırma Görevlisi
Burak LÖK,
Kimya Mühendisi
Burak
SARICI, Şair- Yazar
Burçin
ÖNER, İstatistikçi, Doktora Öğrencisi
Bünyamin
AKSUNGUR, Sanatçı,
Cahit
BABACAN, Avukat
Canan
ARITMAN, Dr. E. Milletvekili
Cebrail
ŞİMŞEK, Dr.
Celal
TUNCER, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Celil
ASLAN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Cemalettin
GÜRLER,
Cemil
YILDIZ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Cengiz
ARSLAN, İnş. Müh. Serbest
Cengiz
SARNIÇ, (E) eski yönetici
Cihat
ŞENOCAK, Eğitimci
Cumhur
Kocabıyık, (E) Albay,
Çağatay
TUFAN, Doç. Dr. M. Öğretim Üyesi
Çağlar
DOĞAN, Yar. Doç. Dr.
Çetin
OĞUZ, (E) Albay
Davut
ÇİZER, Psikolojik Danışman,
Davut
ÖZMEN
Didem ÖNAL
Dilek
BOYALIOĞULLARI
Dr. Sündüs
UZUN, Ziraat Yüksek Mühendisi
Dursun
YILDIRIM, Prof. Dr.
Edip
BAŞER, (E) Orgeneral, Eski Kara Kuvvetleri Komutanı
Edip ÖZBAŞ
- Avukat, E. Milletvekili
Elçin
AVCI,
Elif Gökçe
ŞAHİN, Lisans Öğrencisi
Emin Yurt,
Mimar
Emine
IŞINSU, Yazar, edebiyatçı
Emre
BAYRAKTAR, Ortadoğu uzmanı
Enis
ÖKSÜZ, Prof. Dr.
Enis
ÖKSÜZ, Prof. Dr. (E) Ulaştırma Bakanı
Enver
SOLAK, (E) Öğretmen,
Ercan
ÇALIŞKAN, Öğretmen
Erdal
SARIZEYBEK, (E) Albay, Yazar
Erdal
TUŞUNEL
Erdem
AKYÜZ, Avukat,
Erdem
KOÇ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Erden
ALP, (E). P. Kd. Albay
Erdoğan
ÖZTÜRK, E. P. Alb.
Ergun
KARAMUK,
Ergun
POYRAZ, Yazar
Erol
GÜLER, SENDİKACI
Eşref
BAYSAL, (E) ziraat mühendisi
Ethem Ruhi
FIĞLALI, Prof. Dr.
Eyup
Salahattin Karakaş, Prof. Dr., (E) Öğretim Üyesi,
Fahrettin
GÖZE, Prof. Dr.
Fahrettin
ÖZTOPRAK,
Fahrettin
Savaş KONAR, (E) Tek. Öğretmen,
Faruk
ATLI, Uzm. Dr.
Fatih
DUMAN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Fatih
KİRİŞÇİOĞLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Fatma
ALBAYRAKTAROĞLU, (E) Sosyal Hizmet Mütehassısı.
Ferhan
ELMALI, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Ferruh
BOSTANCI, Öğretim Görevlisi
Ferruh
SEZGİN, (E) Albay, Yazar
Fethi
Murat DOĞAN, Öğretim Görevlisi
Fevziye
Füsun NEMUTLU
Feyzi
ERSOY, Doç. Dr. - Gazi Ü.
Fikret
TÜRKMEN, Prof. Dr.
Fuat
YILMAZER, Araştırmacı, Yazar
Galip
YILDIZ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Gökhan
ERYİĞİT, Makine Yük. Mühendisi
Görkem
GÜMÜŞSOY, Kimya Mühendisi
Güçlü
DEMİRCİ, Tercüman-Yönetici
Güner
AKÇA, İnşaat Mühendisi
Güneri
YILDIZ , (E) Öğretmen
Güneş
ERKUL, Gazeteci - Yazar
Gürbüz
MIZRAK (E)Genel Müdür Yardımcısı
Gürcan
DAĞDAŞ, (E) Bakan
Hacı
Mehmet YILDIZHAN, Biyolog
Hakan
PAKSOY – Elektrik Müh.
Halil
KÜTÜK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Halil
Şakir Taşçıoğlu, İnşaat Mühendis
Haluk
DURAL, Kimya Yük. Mühendisi,
Haluk
TOKUÇOĞLU, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
Hamit KÖSE
- Şehit Aileleri Federasyonu Gn. Bşk.
Hamit
SARAÇ, Emekli Öğretmen
Hanım
HALİLOVA, Prof. Dr.
Hanifi
YEŞİLOĞLU, Ziraat Mühendisi
Harun GÜNGÖR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Harun
MERAL – Eğitimci
Harun
ÜLGER, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Hasan
ÇEKİÇ, Uzman-Yönetici,
Hasan
İÇBUDAK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Hasan
KÖKSAL, Doç. Dr., (E) Öğretim Üyesi
Hasan
KUNDAKÇI, (E) Korgeneral
Hasan
MACİT, E. Milletvekili,
Hasan
ONAT, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
Hasan
ÖNDER, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Hasan
ÖZDEMİR, Kuyumcu
Hasan
TEMİZ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Hasan
TUNÇ, Prof. Dr.
Hasan
ÜLKER, Emekli Öğretmen
Hasan
Ülker, Emekli Öğretmen
Hatice
GÜLENSOY, Ressam
Haydar
MOHUR, Hekim
Hayrani
ALTINTAŞ, Prof. Dr.
Hayri
ÖZTÜRK, Öğretim Görevlisi
Hilal
BULUT, Araştırma Görevlisi
Hüseyin
AKBULUT, Araştırmacı - Yazar
Hüseyin
DEMİR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Hüseyin
Gündüz ÖKLEM, Kimya Mühendisi
Hüseyin
ÖZBEK, Avukat
Hüseyin PER, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Hüsnü
Yusuf GÖKALP - Prof. Dr. Eski Tarım Bakanı
İbrahim
ARSLAN, Emekli
İbrahim
AYDIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
İbrahim
CANOĞLU, (E) J. Albay
İbrahim
Ethem EMRE
İbrahim
METİN, Eğitimci
İbrahim
METİN, Yazar, Yayıncı
İbrahim
OKUR, Yük. Mak. Müh. Yazar
İbrahim
ÖZTEK, Prof. Dr.
İbrahim
SUNGUR, İş adamı
İbrahim
TELLİOĞLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
İbrahim
YILDIRIM, Öğrenci
İhsan AVCI
, (E) Eğitimci
İkbal
VURUCU, Öğretim Görevlisi, Yazar
İrfan
Keskin, Elektrik Teknisyeni
İrfan
TETİK, Elektrik Mühendisi
İskender
ÖKSÜZ, Prof. Dr.
İsmail
BOZKURT, (E) Milli Eğitim Müdürü
İsmail
BÖCEK, (E) Büyükelçi
İsmail
DEDEBAŞ, (E) Öğretmen
İsmail
DOĞAN, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
İsmail
GÖRKEM, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
İsmail
Hakkı KARGILI, Eytpe Bilim Uzmanı
İsmail.
AKA, Prof. Dr.
İsmet
KARTAL, Op. Dr.
Kâmile
BEKDEMİR,
Kazım
KOPRAMAN, Prof. Dr.
Kemal
AKTAŞ, (E) Bankacı
Kemal
ARI, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kemal
AYDIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kemal
BAYRAK, (E) Daire Başkanı
Kemal GÜR,
(E) Büyükelçi
Kemal
ÜÇÜNCÜ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kemal
ÜRKMEZ, (E) Müşavir
Kenan
AYCAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kenan
ERZURUMLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kenan
ERZURUMLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kenan
HAS, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kerim
YILMAZ, (E) Hâkim
Keriman GÖZALAN,
Konuralp
ERCİLASUN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Közhan
YAZGAN, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Kudret
ALTUN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Kübra
Seher ARAS, Lisans Öğrencisi
Kürşad
Vaiz ÖZER,
Kürşat
KARACABEY - Avukat
Leyla
KARAHAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Lutfi BAŞ,
Prof. Dr.
Mahiye
MORGÜL, Müzikolog, Eğitimci, Yazar
Mediha
DOĞAN
Mehmet
ARITMAN, Mimar
Mehmet
AYDENİZ, Avukat
Mehmet
Bor, Kanada Türk Dernekleri Federasyonu Eş başkanı
Mehmet
DEMİRKOL, Gazeteci
Mehmet
FENDOĞLU, İş Adamı
Mehmet
IŞIKKAYA, Bankacı – Sosyal Hizmet Uzmanı,
Mehmet
KILINÇ, Eğitimci
Mehmet
KILINÇ, Emekli öğretmen
Mehmet
Nuri YILDIRIM, (E) Büyükelçi
Mehmet
ÖZDEMİR, Doç. Dr,
Mehmet
Recai PERKEL, Emekli Öğretmen
Mehmet
SÜRÜBAŞI, Dr.
Mehmet
Zeki MÜFTÜOĞLU, Avukat,
Mesut
ERDOĞAN, Avukat,
Mesut
KAHRATLI, Sendikacı
Mete ATEŞ,
Dr.,
Metin
KAPTAN, Serbest
Metin
KARAÖRS, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Metin
ÖNEY, Avukat, E. Milletvekili
Metin
ÖZTÜRK, Elektronik Yük. Müh.
Mithat
Kerim ASLAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Muhsin
KARAMAN, Avukat,
Muhsin KOÇ,
Araştırmacı- Yazar
Murat M.
Binzet, Bilgi İşlem Mühendisi
Musa
İLHAN, E. Öğretmen, Yazar
Musa
SARICA, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Mustafa
ACER, Uçak Mühendisi
Mustafa
AKSOY, Doç. Dr., Öğretim Üyesi
Mustafa
ARGUNŞAH, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Mustafa
Bahadır ALTAŞ, Mali Müşavir.
Mustafa
ERKAL, Prof. Dr.
Mustafa
GÖGER, Emekli Eğitimci,
Mustafa
KAFALI, Prof. Dr.
Mustafa
Kemal CERRAHOĞLU, Doç. Dr.
Mustafa
KUCUR,
Mustafa
Nevruz SINACI, Gazeteci – Yazar,
Mustafa
ÖNSEL (E) Kur. Albay,
Mustafa
ÖZCAN, Dr. Öğretim Üyesi
Mustafa
ÖZTÜRK, (E) Öğretmen,
Mustafa
TAŞKIN, Prof. Dr.
Mustafa
ÜNAL, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Mustafa
YILDIRIM, Vali – (E) Anayasa Mahkemesi Üyesi
Mustafa
YILMAZ, Maden Mühendisi
Müfit
ÖNER, Araştırmacı –Yazar
Müfit
ÖZDEŞ, (E) Büyükelçi
Mürsel ERDOĞAN–
Avukat
Müyesser
YILDIZ, Gazeteci-Yazar,
Naciye
YILDIZ, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
Nafi
UYANIK, Stratejist - Analist
Namık
Kemal ZEYBEK, E. Kültür Bakanı,
Nasrullah
UZMAN, Yrd. Doç. Dr.
Nazmi
POLAT, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Necabettin
ERGENEKON, E. Kıdemli Jandarma Alb.
Necdet
ÖZKAYA, (E) MEB Müsteşar Yardımcısı
Necmettin
NAZLI, Emekli Öğretmen
Necmi
KURT, Doç. Dr.
Necmi
UĞURLU,
Nevin
ÇELİK, (E) Öğretmen
Nevzat
ÇELEBİ
Nevzat
ÖZKAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Nihat
ERGUN, Serbest,
Nihat
GENÇ, Yazar-Edebiyatçı
Nihat
YAZILITAŞ, Doç. Dr.
Numan Nadi
YURTYAPAR, İletişim Danışmanı
Nurettin
TAŞAR – Eğitimci
Nurhat
HALİSDEMİR, Yrd. Doç. Dr.
Nuri Aydın
KAMA, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Nuri
GÜRGÜR, ATO Meclis Başkanı
Nusret
AKYÜREK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Nusret GÜNER,
(E) Oramiral, Eski Donanma Komutanı
Oğuz
ÖZKAYA,
Oğuz
PAKÖZ, Uzm. Dr.
Oktay
ATAK, İşçi
Orhan
KURDOĞLU, Doç. Dr.
Orhan
ÖZBEY, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Osman
CEYHAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Osman
DIRAÇOĞLU, (E) Vali
Osman
GÜLMEZ, Sendikacı
Osman
KAÇMAZ - Hâkim,
Osman
Kepenek,
Osman SEL,
(E) Milli Eğitim Müdürü
Osman
ÜÇER, Avukat – Yazar
Ömer AKSU,
Prof. Dr.
Ömer AY,
(E) Eğitimci
Ömer Lütfi
TAŞÇIOĞLU. Dr. (E) Kurmay Albay
Ömer
TUNCER, Serbest
Özer S.
ÖZGÜÇ, Orman Yüksek Mühendisi,
Paşa KULA,
Serbest
Pehlivan
UZUN - Kırıkkale Üniversitesi Öğr. Gör.
Ramazan
MİRZAOĞLU, Prof. Dr.
Reşat
GENÇ, Prof. Dr.
Reyhan
ÖZÇİFTÇİ, Serbest,
Rifat
UĞRAR, İnşaat Mühendisi
Ruhi
ÖZCAN, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
S. Kaan
MAZLUM, Y. Mimar
Sabri
SÜMER, Prof. Dr.
Sadık
GÖKCE, Gazetecif
Sadık
GÜNER, Araştırmacı, Yazar
Sadi
SOMUNCUOĞLU, E. Devlet Bakanı,
Saffettin
YILDIRIM, Eğitimci,
Sakin
ÖNER, Yd. Doç. Dr.
Salim
ÖZYÖN, (E) Kültür Müdürü
Sami
NARTER, Avukat
Satılmış
BAŞARAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Satılmış
ERDAL, (E) Üniversite Gen. Sekreteri
Satuk
Buğrahan BUDAK, Özel sektör
Sedat
İŞGÖREN, (E) Albay
Selçuk
HAN, Hamburg,
Serdar
BERTAN – Emekli
Serendip
ALTINDAL,
Sergen
ÇİRKİN, Arkeolog
Serhat
DEMİR, Yüksek Lisans Öğrencisi
Serkan
ŞEN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Serpil
KACAR, (E) Öğretmen,
Sevgi
KAFALI, E. Öğretim Görevlisi
Sevgi
ÖZKÜZNE, Eğitimci
Sevil
SARGIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Sinan
DEMİRTÜRK
Suat
ÖKTEM, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Suat
TELATAR – Eğitimci
Süha UMAR,
(E) Büyükelçi
Süleyman
AYDIN, (ERÜ),
Süleyman
KARAHAN
Şerif
UZMAN, Mali Müşavir,
Şükrü Sina
GÜREL, Prof. Dr., (E) Dışişleri Bakanı
Şükrü
YÜKSEL (E) Müdür
Talat
SARAL, (E) Maliye Bakanlığı Müsteşarı
Talat
ŞALK, (E) C. Başsavcısı
Taner
TUNÇ, Yrd. Doç. Öğretim Üyesi
Tevfik
AŞLAMA, Avukat
Tuğçe
COŞKUN, Öğrenci
Tuncer
GÜLENSOY, Prof. Dr.
Turgay
Bostan, Prodüktör,
Turgay
TÜFEKÇİOĞLU,
Turgut
NEŞELİ, (E) Eğitimci
Tülay
ÖZÜERMAN, Prof. Dr., Öğretim Üyesi,
Türkan
HACALOĞLU - (E) Öğretmen-İdareci
Türker
ERTÜRK,(E ) Tuğamiral
Ufuk TOK,
Öğrenci
Uğur ONUR,
Sigortacı
Uluç
GÜRKAN, (E) TBMM Başkan Vekili
Ünal
KILIÇ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Üzeyir
ÇAYCI, Mühendis
Vahit
TÜRK, Prof. Dr.- Kültür Ü
Vecihi
ACUN
Veli KARA,
Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Veli
KILIÇ, Dr. (E) Talim Terbiye Kurulu Üyesi
Veli TAŞ,
(E) Müfettiş
Vural SAVAŞ,
Onursal Yargıtay Başsavcısı
Yağmur
TUNALI, TRT Programcı, yazar
Yakup
KARASOY, Prof. Dr. - Gazi Ü.
Yakup
TÜRKKAN,
Yaşar
AKAR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Yavuz
HAYKIR, Yrd. Doç. Dr., Öğretim Üyesi,
Yavuz
KARTALLIOĞLU, Doç. Dr., Öğretim Üyesi
Yavuz
Selim DEMİRAĞ, Gazeteci-Yazar
Yetkin
ARITMAN, Dr
Yıldıray
HAKGÜDER, Emekli
Yılmaz
DİKBAŞ
Yunus Emre
BALTACI, Diş Teknikeri
Yunus
ERİK, İşletmeci
Yusuf
DEMİR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Yusuf
EKİNCİ, ( E) Tal. Ter. Kur. Bşk., E. Milletvekili
Yücel
HACALOĞLU – Gazeteci, Yazar
Yüksel
ÖNER, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
Yümni
SEZEN, Prof. Dr.
Zekeriya
TÜMER, Gazeteci
Zeki
ASLANTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
Zuhal
YÜKSEL, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
[1]Alfred
Stepan, “Modern multi national democracies: transcending a Gellnerian oxymoron",
"The State of the Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism,
editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998) kitabında, sayfa 227.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder